Üzerine, aşırı temizliği ve düzgün ütüsünden ötürü kaskatı kesilmiş bembeyaz bir çarşaf serili, yumuşaklıktan çok uzak eski yaylı bir divanda, keskin bir beyaz sabun kokusu yayan, için yün dolu yastığa başını koymuş uzanıyordu. Saat henüz on ikiyi bile geçmiş değilken, evdeki herkes uyumak üzere çoktan yataklarına çekilmişti. Yattığı yatağı ve kaldığı odayı yadırgadığı için; bünyesi bu kadar erken uyumaya hiç alışık olmadığı için; televizyonun altındaki rafta duran eski saat çıkarttığı sinir bozucu tik tak sesinden bir türlü vazgeçmediği için; evinde her gece uyurken açık bıraktığı belgesel kanalı odada bulunan eski televizyonda çekmediği için; ama en çok da saatlerdir tek bir dal bile sigara içememiş olduğu için; bir türlü tutmamıştı uyku.
Sabahleyin erken kalkması gerekecekti: anneannesinin evinde sabah sekiz dendiğinde herkesin kahvaltı sofrasında olması, çiğnenemez kesinlikte bir kuraldı. Alışık olduğu uyku süresini doldurabilmesi için, daha doğrusu uyumadığı takdirde sabahleyin üzerine uzun bir süre durmaksızın fırlatılacak olan: “gece uyuyamadın mı evladım?”, “rahat mı edemedin?”, “yastığı mı beğenmedin?” benzeri iç daraltan sorulara maruz kalmayı hiç istemediğinden, hiç vakit kaybetmeden uyuması gerektiğinin farkındaydı. Ancak bunun bir yolunu, ne yazık ki, henüz keşfedebilmiş değildi.
Koyun saymak, güzel bir yer düşünmek gibi asla işe yaramayacağını bildiği yöntemleri elbette denemeye bile çalışmamıştı. Aklına gelen tek çare kitap okumaktı. Saçma sapan kanallardaki anlamsız televizyon programlarını izlemek dışında bu evdeki tek eğlence kaynağı, yanında getirdiği kitaplarıydı. Öyle ki, gelirken sırt çantasını kıyafetten çok kitaplarla doldurmuştu. Şu an yastığın dışında kalan boşlukta duran ve okunmamış sayfaları -muhtemelen canı çok sıkılmış olduğu için- görülmedik bir hızla azalmakta olan kitap; Lewis Carroll’ın Aynadan İçeri isimli romanıydı. Cesur bir yayınevinin bastığı, kısaltılmamış bir orijinal metin çevirisi olduğu için okuması gerçekten çok keyifliydi. Yazarın zekâsı ve kara mizah yeteneğiyle, bu eser sayesinde, ilk defa gerçekten tanışıyordu. Ancak her ne olursa olsun, hayatın anlamını -ki bu çok umurunda olmazdı- bile anlatıyor olsa; kitap üzerine düşen görevi yerine getirememiş: uyuyabilmesi için en ufak bir yardımda bulunmamıştı. Zaten zihni artık basit cümleleri bile anlayamayacak bir haldeydi. Bünyesi alışık olduğu nikotini, istediği oyuncak alınmadığı için tek adım dahi atmayı reddeden inatçı ve şımarık bir çocuk misali büyük bir yaygara kopararak, talep ediyordu.
Kısa bir cümlenin içindeki ufacık kelimeleri bile tekrar okuması gerektiğinde, anladı vücudunun sigarasızlıktan ne denli etkilendiğini. Başında uzun süredir -artık kulaklarında da hisseder olmuştu- can sıkıcı bir ağrı vardı ve giderek kuvvetleniyordu. Ağzı çamur gibi olmuş, diş etlerini tuhaf hissetmeye başlamıştı. Boğazını sarmaya başlayan kalın bir balgam tabakası ara sıra öksürmesine neden oluyor ve bunu sessizce gerçekleştirebilmek için yoğun bir çaba harcıyordu. Belli ki sigara içmeden uyuyabilmesi mümkün olmayacaktı; acilen bir çaresini bulması gerekliydi!
Zihninde kalan son parıltıyı kullanarak, amacını gerçekleştirmek için hızlıca bir plan çizmeye başladı kafasında. Öncelikle evdeki herkesin uyumuş olduğundan emin olmalıydı. Dedesinin çoktan mutfaktaki kanepede, televizyonunun karşısında, uyuyakalmış olduğunu biliyordu. Annesi yoldan yeni geldiği için bitkin bir haldeydi, kendi kaldığı odanın bitişiğinde yer alan salondaki bir çekyatın üzerine hazırlanmış olan yatağında, yorgunluğa -başını yastığa koyar koymaz- yenik düşmüş olmalıydı. Zaten onun tarafından fark edilmesi problem olmazdı; ancak yakalanmamak üzere hazırlanan bir plan kuruyorsanız, hiçbir şekilde yakalanmamalısınızdır. Aksi halde siz başarılı bile olsanız, plan başarısız bir plan olarak anılmaktan öteye gidemeyecektir. Evin en hafif uykuya sahip üyesi olan anneannesi ise, kendisininkine en uzak olan odada yatıyor olduğundan, muhtemelen hiçbir şey duymayacak ve herhangi bir sorun oluşturmayacaktı. Koşullar daha uygun olamazdı! Yeterince sessiz hareket ederse her şey yolunda gidecekti.
Karton kapaklı kitabını hiç kımıldatmadan olduğu yerde kapattı. Hava çok sıcak olduğu için üzerini örtmemişti. Anneannesi tarafından gece üşüyeceği düşünülerek verilen kalın battaniyeyi, yattığı süre boyunca ayaklarıyla ondan nefret edercesine ittirmiş, divanla duvar arasında buruş buruş durur bir hale getirip kendi alanından vahşice sürmüştü. Yavaşça divandan kalktı. Dedesi tarafından ayakları üşüyeceği düşünülerek verilmiş kahverengi deri terlikleri giymedi. Hem ayakları hiç üşümüyordu hem de terlikler çok ses çıkarmasına neden olurdu.
Yapması gereken ilk şey kimsenin odaya girmeyeceğinden emin olmak için kapıyı kilitlemekti. Divanın ayakucu tarafındaki duvarda yer alan kapıya doğru ağır adımlarla ilerledi. Her kapıda bir anahtar takılı olmasına rağmen kapılar bu evde asla kilitlenmiyordu. Gece odasının kapısını kesinlikle kilitlememesi anneannesi tarafından sıkıca tembihlenmişti. Ev halkının kilitli kapılara karşı geliştirdiği bu yersiz düşmanlığı çocukluğundan beri hiç anlayamamıştı. Evrim sürecinde işlevini yitirmiş, ancak insan bedenindeki lüzumsuz varlığını hala korumaya çalışan apandis organıymışçasına, kapılarda takılı duran anahtarları ise anlamaya çalışmak bile istemiyordu.
Anahtarı kavradı ve mümkün olduğunca tıkırtı çıkartmamaya çalışarak hafifçe sağa doğru çevirdi. Kapı kilitlenmişti. Amacı balkona çıkmaktı, sigarayı odada yakması mümkün değildi. Bir sonraki adım olarak kapının hemen yanında yer alan elektrik düğmesine basarak ışığı söndürdü. Işık, dedikoducu ve ağızlarında bakla ıslanmayan komşuların kendisini görmesine yol açabilirdi. Bunu göze alamazdı, her şey karanlıkta olup bitmeliydi. Gözlerinin koyu karanlığa alışabilmesi için bir süre bekledi.
Planının ilk aşaması tamamdı. Divanın karşı duvarında duran eski sehpanın -kendisi aslında eski model bir dikiş makinesiydi ancak artık çalışmadığı için emeklilik yıllarını bir sehpa olarak geçiriyordu- bacaklarına yasladığı siyah deriden sırt çantasının iç cebinden, bir dal sigara ve çakmak çıkartıp pijamasının yan cebine attı. Aslında balkonun tek girişi annesinin uyumakta olduğu salondandı. Odalar arasında geçiş yapmanın çok tehlikeli olduğuna karar verdiğinden, pencereyi kullanmanın çok daha uygun olacağını düşünmüştü. Odasının penceresi direk olarak balkona açılıyordu. Yavaşça pencerenin yanına doğru yürüdü. Hava sıcak olduğu için açık bırakılmıştı, ancak sivrisineklerin içeri girmesini engellemek amacıyla hemen arkasına takılmış bir tel, onun da sivrisineklerin yanına gitmesine engel oluyordu. Hafif bir tıkırtıyla klipsi yerinden çıkarttı ve teli de sonuna kadar açtı. Artık önünde hiçbir engel kalmamıştı. Kimsenin uyanmadığından emin olmak adına bir süre içeriye doğru kulak kesilerek bekledi. Her şeyin yolunda olduğuna kanaat getirir getirmez, iki eliyle pervazlara tutunarak kendini pencereden dışarı doğru çekiverdi. Ve işte sonunda balkonun serin fayanslarına değmişti çıplak ayakları.
Pencereden en uzak köşeye, korkuluklara doğru, hızla ilerledi. Ayağının dibinde duran toprak bir saksıda, uzun yıllardır, son derece sağlıklı bir fesleğen bitkisi yaşamaktaydı. Sigarayı yakmayı o kadar çok istiyordu ki, “acaba tüm anneanneler mi bitki yetiştirmek konusunda bu kadar başarılı?” şeklindeki düşünceleri daha başlamadan bitiverdi. Kafasını balkondan dışarı doğru uzatıp dedikoducu komşuların ışıklarının yanıp yanmadığını kontrol etti. Herkes uykudaydı, bu şehirde herkes erkenden yatıveriyordu! Bunun aksi olsaydı işlerin hiç iyi gitmeyeceğini düşünüp bir daha bu şekilde isyan etmemeye karar verdi. Her neyse. Artık yapmak için geldiği şeyi yapmanın vaktiydi.
Şehrin sembolü olan ve her yerinden rahatça seçilebilen büyük dağı izleyerek ağzına götürdü sigarasını, sarı filtrenin dudaklarına değmesi bile keyfini yerine getirmişti. Çakmağını fazla ses çıkartmamaya çalışarak ateşledi ve tutuşan tütünün tatlı çıtırtısını dinledi. İlk nefesi içine çektikten ve saatler sonra ciğerlerini bir parça dumanla doldurduktan sonra yaşadıklarını, ancak bunları daha önce yaşamış olanlar anlayabilir. Ciğerlerinden başlayan bir rahatlama hissi tüm vücuduna hafifçe yayıldı. Ağrısızlık, ağrıyan başında kaybetmiş olduğu mevzilerini hızlıca geri kazandı. Boğazını sarmış olan kalın balgam tabakası yavaşça eriyip gitti. Ağzının tadı yerine geldi ve diş etlerini tekrardan normal hissetmeye başladı. Kalbini dolduran huzursuzluk ve aksilik yerini derin bir huzura bıraktı. Bunların hepsi sadece tek bir nefeste oldu. Planı başarmış, hedefine ulaşmış olmanın verdiği zafer duygusuna ek olarak, tüm bunları gizlice yapmanın verdiği tatlı bir heyecanın hazzını da yaşıyordu.
Güzel duman etrafını sardı. Kokusu pişmekte olan bir keke benziyordu. Ağzından çıkıyor ve bedeninin çevresinde birkaç tur dolanarak göğe doğru yükseliyordu. Bazen yeşildi biraz, bazen de turuncu gibi. Doğaçlayarak çizdiği figürler akıl almayacak kadar güzeldi, ama aslında çok uzun süreler boyunca havada asılı duruyormuş gibi hissettiği bu eşsiz tabloların hep dağılmaya başladıkları son anlarına yetişiyor olmak canını birazcık sıkıyordu. Dönen dumanı izlerken, başı da döndü hafifçe. Artık çok daha güzel gözüken dünyasında, büyük bir keyifle, yavaş yavaş içti sigarasını. Bir süre boyunca sadece o, sigarası ve serin gece esintisi vardı. Başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Bitirdiğinde, birkaç dakika öncesine göre, çok daha rahatlamış bir insan haline gelivermişti. Artık odaya dönebilir ve güzelce uyuyabilirdi. Az sonra yaşayacaklarından habersiz olduğundan, büyük bir maceranın sonuna gelmiş gibi hissediyordu kendini. İzmariti, delil bırakmamak adına, balkondan aşağı, apartmanın girişindeki dar sokağa doğru fırlattı. Yere sertçe çarpan sigaranın ucundaki parlak kırmızı alev ağır ağır soldu ve sonunda sönüp gitti.
Dönüp gitmeden önce ayaklarının dibinde duran fesleğene bir kez daha baktı. Sigarayı, öteki elinin de kokmaması için, sadece sağ eliyle içmeye özen göstermişti. Parmaklarını, yanmış tütün kokusunu perdelemek adına, bitkinin yaprakları arasında gezdirdi. -“Jimmy Hendix’in saçlarını okşuyor gibiyim” diye düşünüp gülümsedi.- Garipti. Çünkü bitki de kendi yapraklarının kokusunu sigara kokusuyla perdelemeye çalıyormuş gibi hissetmişti. Elinin baharatlı kokuya yeterince bulandığına emin olduktan sonra arkasını döndü ve pencerenin yanına doğru ilerledi. Pervazlara tutundu, kendisini çekti, sessizce yere bastı ve işte tekrardan odanın içinde, macerasına başladığı yerdeydi. -“Gittim ve döndüm” diye düşünüp mutlu oldu- Şimdi gidip sert divana uzanacak, kafasını sabun kokan yastığa koyacak, ayaklarıyla istemediği o battaniyeyi ittirecek ve bir süre nefesine odaklandıktan sonra usulca uykunun kollarına atlayıverecekti.
* * *
Odaya atladığı anda, sinek teli arkasından büyük bir gürültüyle, hızla kapandı. Bu o kadar beklemediği bir şeydi ki, evdeki herkesin uyanacağına dair endişe etmeye bile fırsat bulamadan aniden, içgüdüsel olarak, arkasını döndü. Gördüğü şey karşısında yaşadığı şaşkınlık çok büyüktü, o kadar büyüktü ki neredeyse hiç şaşırmadı. Pencere normal halinden çok daha yüksek ve geniş -iki yöne de tam olarak iki uzun adam boyu kadar büyümüştü- görünüyordu. Kendisinin küçülmüş olma ihtimali aklına bile gelmedi, ama zaten küçülen kendisi değildi. Tel de oldukça değişmişti. Aralıkları, sineklerin hatta hamam böceklerinin bile geçebileceği kadar büyüktü. O halde telin orada olmasının anlamı neydi! Açılıp açılmadığını denemek için önce tek eliyle hafifçe, bunun yeterli olmayacağını anladığında ise iki eliyle ve tüm gücüyle ittirdi. İterek açmayı başaramayınca birkaç kuvvetli tekme bile savurdu. Ne yaparsa yapsın, tel açılmıyordu! Biraz göz gezdirdikten sonra gözü, başından biraz daha yüksekte duran, paslı asma kilide takıldı. Orada daha önce bir kilit olduğunu hatırlamıyordu, hep vardıysa bile ne yazık ki gerekli anahtara sahip değildi.
Ne yapacağını düşünmeye çalışırken, içinde bulunduğu saçma sapan durumun farkına varmak üzereydi ki, çok daha tuhaf bir şey gördü. Telin arkasından, ciddi bir üniforma giymiş, elinde uzun bir mızrak tutan, irice bir sivrisinek, kendisine doğru yalpalayarak, ağır ağır uçuyordu. Aslında yaşadığı şoktan dolayı kuvvetli bir çığlık atması işten bile değildi, ama her nasılsa bu olayı da rahatça kabullendi. “Belki de rüyadayımdır” fikri zihnini yatıştırmış olmalıydı. Sinek, telin aralığından rahatça geçti ve hafifçe -aslında bildiği diğer tüm sivrisineklerden kesinlikle çok daha ağırdı.- omzuna kondu. Üniforması; jilet gibi ütülenmiş koyu mavi bir gömlek, gömleğin sol cebinin üstüne iliştirilmiş parlak metalden bir rozet ve dört adet bacağı bulunan siyah kumaş bir pantolondan oluşuyordu. Kafasında, tepesinde sivri bir çıkıntısı olan, metalden bir miğfer vardı. Görüldüğünü fark etmemiş gibiydi, tüm diğer normal sivrisinekler gibi gözüktüğünü düşünüyor olmalıydı; çünkü odaklandığı sıcak boyun damarına bakarken, kendisine doğru çevrilmiş bir çift büyük insan gözü hiç ama hiç umurunda olmadı. Neredeyse bir kurşun kalem kadar uzun olan mızrağını iki eliyle sıkıca kavradı ve ayaklarından da güç alarak, yüzünde acımasız bir ifadeyle, önündeki boyun damarına sertçe sapladı. “Sivrisinek ısırığı gibi, hiç acımayacak” dediğiniz türden bir acı değildi, gerçekten çok acımıştı! Öyle ki, sonradan hemen elleriyle ağzını kapatmış olsa da, öncesinde istemsizce yüksek bir sesle bağırmıştı. Fark edildiğini anlayan sinek, önce şaşkınlıktan dona kaldı ardından hemen şaşkınlığını bir kenara bırakıp kızgınlıkla konuşmaya başladı. Genizden gelen hırıltılı bir sese sahipti.
“Hey insan! Olduğun yerde kal! Ellerini ağzından çek! Sakın ağzını açma ve sorularıma net cevaplar ver!”
Sineğin konuşuyor oluşundan çok sorduğu soruya şaşırmıştı. Tam çıkışacaktı ki, onu kırmak istemediğine karar verdi. Kavgadan ziyade uzlaşma arayan bir kişiliğe sahipti. Ayrıca üniformasından ötürü, “Bu böcek belki de saygıyı hak eden bir mevkiiye sahiptir” diye düşündü. “Sayın Sivrisinek” herhalde uygun bir hitap olacaktı.
“Sayın Sivrisinek;” dedi “Eğer ağzımı açmayacaksam, sorularınıza nasıl cevap verebilirim?” diye sordu kibarca.
“Siz insanlar hiçbir şeyi düşünemiyorsunuz! Belki konuşmanı gerektirmeyecek sorular soracaktım, nereden biliyorsun! Belki sadece kafanı sallaman veya elini kaldırman yeterli olacaktı! Neyse… Burada ne işin var söyle bakalım?”
“Bu soruyu kafamın bir hareketiyle cevaplayabileceğimi düşünmüyordunuz herhalde?” diye cevap verdi sineğin sorusuna. Nedenini bilmiyordu ama hayvanın tersine gitmek sanki biraz hoşuna gitmişti.
Sinek, abartılmış alaycı mimikler ve ses tonlamalarıyla, homurdanarak taklit etti kendisine yöneltilen soruyu. Ardından:
“Siz insanlar! Kendinizi çok zeki sanıyorsunuz değil mi? Demin konuştuğun için, artık konuşmamana gerek kalmadı. Yanıt işte bu kadar basit! Şimdi mızrağımı boynuna saplamadan söyle; tele neden bu kadar çok yaklaştın!? Pencereden uzak durman gerektiğini bilmiyor musun?”
“Bakın sayın sinek; kibar olmaya çalışıyorum, aslında tele yaklaşmaması ve içeri girmemesi gerekenin siz olduğunuzu düşünüyorum. Ayrıca silahınızla bana rahatsızlık vermeye de hakkınız yok. Şimdi lütfen odamdan çıkar mısınız? Kanımla beslenmenize izin vermiyorum!” Aslında beslenmelerinde bir sakınca görmüyordu, ama şu kaşıntı… İşte o çekilir dert değildi.
“Sayın sinekmiş! Peh! İçeri girmemesi gereken biz değiliz, dışarı çıkmaması gereken siz insanlarsınız! Eğer aksi olsaydı tel bizim geçemeyeceğimiz şekilde yapılırdı. Ama gördüğün üzere sizin geçemeyeceğiniz şekilde yapılmış! Değil mi? Kör değilsin ya!
Ayrıca seni istediğim kadar rahatsız etmeye hakkım var, emirler böyle. İstediğim zaman istediğim kadar içeri girer, istediğim kadar insana mızrağımı saplarım, kimse de karışamaz! Kanla falan da beslenmiyorum. Ne sanıyorsun beni, iğrenç bir yarasa mı? Sivrisineklerin kan içmediğini en cahil insanlar bile bilir! Sana okulda hiçbir şey öğretmediler mi?! Tek derdim sana rahatsızlık vermekti.”
Bu küçük böcek canını iyice sıkmaya başlamıştı. Artık sinirine hâkim olmaya -aslında aklından onu ezmeyi geçirmişti, ama bu kadar kaba olmamaya karar verdi- çalışmamaya karar verdi.
“Küçük bir böcek için çok fazla olmaya başladın sen! Kimden emir alıyorsan git ona söyle de, onu parmaklarımın arasında ezmeyeyim! Her kimse o; söyle hemen gelsin buraya! Amirinle konuşmak istiyorum!”
“Bilmiyorum…” dedi sinek sadece umursamazca.
“Nasıl bilmiyorsun, kimden geldiğini bilmediğin emirleri mi yerine getiriyorsun?”
“Siz insanlar kesinlikle anlaşılması imkânsız yaratıklarsınız! Kimden emir aldığın ne fark eder ki, hep emir veren birileri olur, hep de aynı emirleri verirler. Önemli olan emirdir, emri yerine getirirsin olur biter. Her şey bu kadar basit…
Ah, gelip de en sıkıcı insana çattığıma inanamıyorum! Gidiyorum ben! Seninle uğraşamayacağım, daha rahatsız etmem gereken bir dolu insan var. Seni bir kez daha uyarıyorum, telden uzak dur!”
Diyerek omzundan zıpladı, bir süre serbest düştükten sonra dışarı, geldiği yere doğru, yalpalayarak uçmaya başladı. Sonra birden bir şey söylemeyi unutmuş gibi arkasını döndü
“Söylemeyi unuttum, balkonda yaşayan fesleğen sana çok teşekkür etti, birkaç yaprağını hiç sevmediği baharatlı kokusundan kurtarmışsın.”
“Ama… Fesleğenler konuşamaz ki!”
“Ben de insanların konuşamadığını sanırdım…” Diyerek tekrar önüne döndü.
Sinek son cümlesinden sonra o kadar hızlı kanat çırpıp uzaklaşmıştı ki, ona soracağı herhangi bir soruyu duyamayacağına karar verip, açık kalan ağzını kapattı. Omuzlarını neyse dercesine silkti. Bu gece göreceği hiçbir şey için pek fazla şaşırmayacağını artık anlamış gibiydi. Lavaboya gidip yüzünü yıkamaya karar verdi ve odaya girdiğinden beri ilk kez arkasını döndü.
* * *
Oda sandığından çok daha karanlıktı. Önce sadece gözlerinin alışması gerektiğini düşündü, ancak ne kadar beklerse beklesin zayıf insan gözleri karanlığı delemedi. Belki bir kedi olsa görebilirdi, ama ondan da pek emin değildi. Kolunu ileri doğru uzattığında dirseğinden ötesi gözükmüyordu. Esas garip olan ise, bu karanlığın tutulabilecek kadar yoğun oluşuydu. Sanki parmaklarının arasında bir süre konaklayıp, ardından yavaşça kayıp gidiyordu. Karanlıktan öte, kalın bir duman gibiydi. Aslında tam da şimdi düşündüğü gibi, bu şey karanlık değil, kalın bir dumandı! Kokusunu almaya başladığında anladı. Tüm oda kesif sigara dumanıyla dolmuştu. Boğazı acıdı, gözleri sulandı. Balkonda üflediği tüm duman odaya dolmuş olmalıydı. Herkes gece sigara içmiş olduğunu anlayacaktı, canı gerçekten çok sıkıldı, boğazı düğümlendi telaşla, sırtından soğuk ter boşandı. Lavaboya gidip yüzünü yıkama fikri şimdi çok daha çekici gelmeye başlamıştı. Sabah açıklaması gereken bir dolu şey vardı.
Yarım metre bile önünü görmesine izin vermeyen yoğun dumanın içinde ilerlemeye başladı, elleriyle etraftaki eşyaları yoklayarak yolunu bulmaya çalışıyordu. Yapması gereken tek şey dümdüz ileriye gitmekti, kapı tam karşısında olmalıydı. Bu yapay körlüğün üzerine bir de ağır dumanın içinde hareket etmenin zorluğu eklenmişti. İçine doğru girdikçe daha da yoğunlaştı, bacaklarını ve kollarını sardı, göğsünden ve sırtından ittirdi. Sanki binlerce minik el, ilerlememesi için, bedeninde bulunan her boşluğu sıkıca kavramıştı. Öyle ki, kendisini arkaya doğru bıraksa düşmeyecekmiş gibi hissediyordu. Kokuyu ve gözlerindeki yanmayı artık önemsemez olmuştu. Elinden geldiğince yürümeye devam etmeye çalıştı.
Yürüdü, yürüdü, hiçbir şey görmeden saatlerce, durmadan yürüdü. Bir ara saatin tik takları çalındı kulağına. Gariplerdi. Önce bir tik, hemen ardından bir tik daha, çok uzun zaman sonra bir tak ve onun yarısı kadar bir zaman geçtikten sonra da uzunca bir tik. Hiçbir düzenleri yoktu, ancak ardışık ve sinir bozucu normal tiktaklardan çok daha samimi oldukları su götürmezdi. Onlara dikkatini yoğunlaştırdığı zaman daha yavaş, dikkat etmediği zamanlarda ise daha hızlı olduklarını keşfediyor gibiydi, ama bundan emin olamadı. Lakin, her nasıl olurlarsa olsunlar, karanlığın içindeki bu uzun yolculuğunda kendisine eşlik ettikleri için onlara minnettardı.
Sonunda dumanı delip geçen soluk mavi bir ışık gördüğünde çok sevindi. Kapıdan gelemeyecek kadar küçük bir ışıktı -çıkışın orada olmadığı kesindi- ama “ışık her zaman iyi bir şeyleri temsil eder” diye düşünmüştü. Saatlerdir içinde bulunduğu bu iç bunaltıcı ortamda iyi bir şeylere ihtiyacı vardı. İçinde en ufak bir şüphe duymadan ilerledi ona doğru. Duman yavaş yavaş inceldi. Karanlık git gide dağıldı. Sonunda ışığı saçan nesneyi açık açık görebilir olmuştu. Bu odadaki eski televizyonun ta kendisiydi. Ahşaptan kahverengi ağır bir kasası vardı. Üzerinde şimdilerde hiçbir televizyonda bulunmayan kanal değiştirme tuşları bulunuyordu. Ancak normalde olduğundan daha farklı gözüktüğüne yemin edebilirdi. Sanki biraz daha çarpık ve deforme duruyordu. Tepesindeki antenleri birkaç noktasından zigzaglar çizecek şekilde kıvrılmıştı.
Herhangi bir kanal açık değildi. Sadece boş, gri-siyah, karıncalı bir görüntü… Hafif bir vızıltı sesi çıkartıyordu. Başka bir kanalı denemek için tuşlara bastı. Kanal değişmiyordu. Büyük Patlama’nın mirası, gürültü olarak da bilinen, evrenin arka planında durmadan dönüp dolaşan mistik frekansın eseri olan, karıncalı görüntüyü bir süre izlemeye karar verdi. Bu görüntü aslında hep orada bir yerlerdeydi, televizyon onu görebilmek için ihtiyaç duyulan basit bir araçtı sadece. Karanlığın ortasında dikilmiş evrenin başlangıcına bakıyordu. Gerçekten huzur vericiydi bu tanıdık, bildik karıncalar… Gerçekten de bildik karıncalar!
Onları gördüğünde ilk başta inanamadı, hemen gözlerini ovuşturup tekrardan dikkatlice baktı. Dakikalardır nasıl da fark etmemişti! Onlar; frekansların çözümlenmesi, katot ışıklarının ekrana düşmesi veya dijital göz yanılsamaları değillerdi. Onlar gerçekten tanıdık, bildik karıncalardı! Ekranın arkasında, mavimtırak floresan ışığının aydınlığında rastgele dolaşıp duran karıncalar… Merakından ekrana hafifçe tıklattı. “Bu nasıl bir televizyon böyle!” cümlesini ağzından kaçırıvermişti. Bazı zamanlar, bu şekilde sesli düşünürdü ve bu yüzden başına daha önceleri de birçok bela açtığı olmuştu. Hemen elleriyle kapatıverdi ağzını.
Ardından gerçekleşen şey, en az bu gece olmuş diğer şeyler kadar tuhaftı. Karıncalar ekranın ortasında toplanıp bir şekil oluşturmaya başladılar. Figür yavaş yavaş belirgin hale geldi. Bu bir insan başıydı. Ablak bir suratı, kalın dudakları, oldukça geniş ve kırışık dolu bir alnı ve çirkin bir de bıyığı vardı. Belli ki bu karıncalar, ayrıntıları resmetme konusunda son derece tecrübe sahibiydiler. Hareketsiz değillerdi, ancak çizdikleri resmi bozmadan -konturları ve tonlamaları değiştirmeden- hareket etmeye özen gösteriyorlardı. Az önce duydukları söze alınmış oldukları belliydi, çünkü ekrandaki adamın sesi oldukça kızgın geldi.
“Nesi varmış televizyonumuzun!”
Bu gece bir kez daha kibar davranmaya çalışmanın iyi olabileceği düşündü. Bir şey eğer konuşabiliyorsa, elbet kıpırdayabilir ve eğer kıpırdayabiliyorsa, şüphesiz zarar da verebilirdi.
“Affedersiniz beyefendi. Sadece sesli düşünüyordum ve bir televizyonun beni duyup alınabileceğine gerçekten ihtimal vermemiştim”
“Televizyonların çok alıngan olduklarını nasıl da bilmezsin! Hayatın boyunca en çok dikkat etmen gereken şey; bir televizyonu üzmemeye çalışmak ve onun sözünden çıkmamaktır! Eğer böyle yaparsan seni eğlendirir ve mutlu ederiz, aksi halde çok kızabiliriz. Sakın aklından çıkartma bunu!”
“Bunu unutmayacağım beyefendi, lütfen kusuruma bakmayın. Ee, şey… Siz gerçekten de karınca mısınız? Ben görüntülerin, katot ışığı veya benzeri bir şeylerden oluştuğunu düşünüyordu…” sözü aniden kesildi. Karıncalar daha hızlı kıpırdanmaya başlamışlardı.
“Ne demek karınca mısınız? Size okulda hiçbir şey öğretmiyorlar mı?! Elbette ki karıncayız! Görüntüler böceklerden oluşurlar, çoğunlukla da karıncalardan. Başka bir yolu olabileceğini nasıl düşünebilirsin!”
“Ama ben böyle okumuştu…” derken sözü bir daha kesildi, ekrandaki adamın sesi gittikçe yükseliyordu.
“Hayır! Ne okuduğunun önemi yok! Biz ne dersek o doğrudur! Biz ne istersek onu izlersin, kanal değiştirmen işe yaramaz, orada da biz varız, burada da biz varız, her yerde biz varız, hep bizim dediğimiz olur! Cahil!”
Karınca, televizyon, konuşan kızgın adam, her ne idiyse; onu kendi haline bırakmaya karar verdi. Zaten konuşmasına izin verecek gibi durmuyordu. Hem sevdiği belgesel kanalı çekmiyorsa, televizyon izlemesinin -bu çirkin adamın suratını görüp canının sıkmasının- bir anlamı yoktu.
Kapının hemen ilerde sağda olduğunu görebiliyordu. Televizyon yüksek sesle bağırmaya devam ederken -ki sesi kısmaya çalışmak tahmin edeceğiniz üzere hiçbir işe yaramamıştı- kapıya doğru ilerledi. Arkasından edilen küfürleri duymazdan geldi. Artık odadan çıkıp bu deliliğe son vermenin vakti kesinlikle gelmişti. Yüzünü yıkasa iyi olacaktı.
* * *
Kapının üzerinde anahtar yoktu, kolunu hafifçe çevirdi, kilitli değildi. Araladı ve koridora adımını attı. Kendini birden az ilerideki portmantonun önünde dururken buldu. Atması gereken en az beş adım daha vardı, nereye kaybolmuşlardı? Sanki montajlanmış bir filmin bir sahnesinden öteki sahnesine atlayıvermişti. Aradaki gereksiz film parçaları kesilmiş ve çöpe atılmıştı. Öyle ya, bir filme attığı her adımı koysalardı; uzun ve sıkıcı olur, neticede fazla para kazanamaz ve yapımcıların da bu duruma fena halde canı sıkılırdı.
Zaten bu durumdan kendisi de şikâyetçi değildi. Sonuçta bir kaç adımlık enerjiden tasarruf etmişti. Arada zaman kaybetmiş veya kazanmış olduğunu da inanmıyordu. “Geçmişi hatırlayıp üzülüyoruz, geleceği planlayıp mutlu oluyoruz -ya da bazen tam tersi-, yani sonuçta sadece planlıyor veya hatırlıyoruz, o sadece beynimizdeki birkaç elektrik atlamasından ibaret, sonuçta gerçekten var olmayan bir şeyi kazanıp kaybedemeyiz” diye düşündü. Bunu düşünmeye başladığında bir tik sesi duymuştu, ama bitirdiğinde hala bir tak sesi gelmemişti. Belki de böylesi daha iyiydi, hayatının önemli sahnelerinde çekim için çağrılsa ve gereksiz sahneleri oynamak zorunda kalmasa, hem kendisi çok fazla yorulmaz hem de yapımcı daha az para harcamış olurdu. “Sonuçta hatırladığımız veya planladığımız sadece bu sahnelerden ibaret…” diye aklından geçirip omuzlarını silkti.
Portmanto tam karşısında duruyordu. Üzerinde bir sürü kalın giyecek asılı -yazın en sıcak günleri olmasına rağmen- olmalıydı ancak hiçbiri yerinde değildi. Askıların altındaki geniş aynayı, asılı giyeceklerle perdelenmediği için, ilk kez tam olarak görüyordu. Bir aynanın karşısına geçen her insanın yapacağı şeyi yaptı, ona baktı.
Kendi yansıması karşısında duruyordu. Yüzü, gözlerinin içi, hatta uzun ve sağlıklı saçları bile gülümsüyordu. Son derece keyfi yerindeydi. Hoplayıp zıplıyor, davetkâr el hareketleriyle güzel dünyasına çağırıyordu. Yitişler ve gelişlerden, kaygılar ve umutlardan, planlar ve sebeplerden, baskılar ve özgürlükten, gerçek öz kişiliğini perdeleyen her şeyden uzaktı. Ayna hepsini geri yansıtıyordu. Sadece o vardı, bir de pastel renklere sahip ve zamandan bağımsız bahçesi. Gel dedi sessizce, gel beraber yaşayalım. O karanlık yerde yolunu bulmaya uğraşmana gerek yok. Sadece bir adım daha ve sonra sadece sen varsın. Hiç kimse seni hatırlamaz, hiç kimse seni özlemez. Hadi gel!
Bir önceki tik sesinin ardından oldukça geç kalan tak sesi sonunda duyulduğunda alnı aynaya neredeyse dokunmak üzereydi. Olduğu yerde durdu. Yansıma, bir anlığına suratını asmış gibi gözükmüştü, ancak hemen sonra gülümsemeye devam etti. Öteki kendisinin yanına gelmek için biraz daha düşünmeye ihtiyacı olduğunu anladı ve arkasını dönüp pastel renkli bahçesinin uzaklarında gözden kayboldu. Güzel, parıl parıl parlayan, mor bir çiçeği oldukça uzun bir süre inceleyecekti.
Gülümseyen yansımanın yerinde artık kendi görüntüsü vardı. Yüzü biraz daha kırışık, gözleri biraz daha kanlı, saçları biraz daha sağlıksızdı. En büyük fark yüzünün neredeyse hiç gülümsemiyor oluşuydu. Saçlarını açıp tekrar düzgünce topladı. Aynadan uzaklaşmak şimdilik iyi bir fikirdi, belki daha sonra düşünmek ve karar vermek için tekrar gelebilirdi. Bir tik, bir tik daha ve ardından iki kısa tak duyuldu. Banyoya olan uzun yolculuğuna devam etmek için yola koyuldu. Yüzünü yıkamak bir yana tuvaleti de kullansa iyi olacaktı. Saat iyice geç olmuş olmalıydı, uyumak için pek az vakti kalacak olmasına canı iyiden iyiye sıkıldı.
* * *
Yürümek için adımını atar atmaz kendini yedi adım ileride buldu. Şimdi başka bir önemli sahnede, koridorun bitip sağa doğru devam ettiği yerdeydi. Bu şekilde seyahat etmeye alışmaya başlıyordu. Karşısına mühim bir şeyin çıkması gerektiğini düşündü.
Öyle de oldu. Aslında emin değildi. Tam karşısında, dönemecin orta yerinde bir palto askısı dikiliyordu. Kahverengi cilalı ahşaptan ince uzun bir kaidesi ve tepesinden çeşitli yönlere uzanan -uçlarında küçük pirinçten toplar olan- çıkıntıları vardı. Sokak kapısının yanındaki yerinden çok uzaklara gelmişti. Portmantodaki kıyafetlerin hepsini onun almış olduğu da apaçık ortadaydı. “Senin burada ne işin var!” diye düşündü, ancak yine sesli düşünmüş olduğunu palto askısı konuştuğunda fark etti. Sesi iyi niyetli ve naif geliyordu.
“Ben bir tabela tutacağıyım, bir yol göstericiyim, nerede durmamı bekliyordun?” dedi üzülerek
Canı oldukça sıkıldığı için kibarlığından eser kalmamıştı, ancak sarf ettiği kaba sözcükler bu yumuşak kalpli askıyı kırıyordu.
“Hayır, sen basbayağı bir palto askısısın, üzerindekiler de tabela değil palto. Kimseye yol gösterdiğin falan da yok. Hem insan evin içinde yolunu nasıl kaybedebilir ki?”
“Ah, insan oturduğu koltukta bile yolunu kaybedebilir… Kendini bir anda sağa doğru oturmuş bulursun ve nerede olduğunu anlamazsın, tekrar sola doğru oturana kadar bütün yolu geri gitmen gerekir. Ayrıca ben kesinlikle bir tabela tutacağıyım. Ne olduğumu, senin ne olduğunu bildiğinden, çok daha iyi biliyorum”
“O halde söyle bakalım, hangi yol nereye gidiyor?”
Askı, bu soruyu duyduğuna çok sevinmişti. Konuşurken uzun bedeni mutluluktan kıvrılıp durdu. -palto askıları mutluluklarını bu şekilde belli ederler-
“Ah, bir düşünelim… Serin bir yere mi gitmek istersin sıcak bir yere mi?”
“Ne fark eder ki?”
“Çok fark eder! Şu kalın paltonun asılı olduğu tarafa gidersen…” Kalın bir paltonun asılı olduğu kolunu hafifçe salladı. “…sıcak bir yere, şu ince gömleğin asılı olduğu tarafa gidersen de serin bir yere gidersin”
“Tam tersi olması gerekmez miydi?”
“Hayır, kesinlikle böyle olmalı. Serin bir yerden gelirsen, paltonu gideceğin tarafa asarsın. Ve bildiğin üzere, serin bir yerden gelen herkes sıcak bir yere gider. Kesinlikle haklıyım”
“Pek mantıklı gelmedi ama; açıkçası ben ikisine de gitmek istemiyorum”
“O halde… Bir düşünelim… Şu halıdaki ok işaretini görüyor musun?”
“Yerde bir halı bile yok!” Gerçekten de yerde halı falan yoktu
“Biraz hayal gücünü kullansana! Tekrar soruyorum, şu halıdaki ok işaretini görüyor musun, sağ arka çaprazını gösteriyor, dikkatli bak.”
Elbette görmüyordu, ne kadar bakarsa baksın görmeyecekti, ancak evet demekten zarar gelmeyeceğini düşündüğünden:
“Evet görüyorum ne olmuş ona?”
“İşte oradan gidebilirsin” bunu her cümlesinden daha mutlu bir şekilde dile getirdi.
“Peki ya nereye gidiyor”
“Hiçbir yere! İki adım sonra duvara varıyor.”
“Hiçbir yere gitmiyorsa neden oradan gideyim ki!” Bu saçma sapan sohbetten gerçekten sıkılmaya başlamıştı.
“Ah, hiçbir yere gitmek önemlidir! Hiçbir yere gitmediğini anlar ve geri dönersin, bunu kendin görmen ise asıl önemli olan şey. Sonra yine konuşuruz, hadi hadi bekliyorum, çok uzun sürmez” Tüm uzantılarını heyecanlı bir şekilde okun gösterdiğini iddia ettiği yöne doğru salladı. Paltolardan birkaçı neredeyse düşmek üzereydi.
Bunu neden yaptığını bilmiyordu, gerçekten çok saçmaydı, ama dört adım atmanın bir sakıncası olmadığına karar verip askının dediğini yaptı. Koridorun duvarına kadar gitti ve geri döndü.
“Güzeeel, şimdi her şeyi daha iyi anlıyor olmalısın! Sor bakalım, nereye gitmek istiyorsun” dedi askı
Aslında hiçbir şey anlamamıştı ama anlamışçasına kafasını salladı. Daha fazla uzatmak istemiyordu, tam karşısını gösterdi ve:
“Şu yöne gitmek istiyorum, ne var orada” diye sordu
“Ah, bunu hiçbirimiz bilmiyoruz, ama çok iyi bir seçim!”
“Nereye gittiğini bilmiyorsak nasıl iyi bir seçim olabilir?!” Artık iyiden iyiye kızmıştı
“Bilmediğin yere gitmek en iyi seçimdir öyle değil mi? Belki bir hata bile yapabilirsin, ah ne muazzam olur!”
“Sen gerçekten delisin! Hata yapmanın nesi iyi? Başıma kötü bir şey gelebilir!”
“Hata yapmanın nesi mi iyi!” Artık askı da kızgın gözüküyordu. “Hata yapmadan nasıl gidecek iyi bir yer bulabilirsin! Bütün güzel şeyler hatalar sonucunda başa gelir, siz insanlar hiç iyilikten anlamıyorsunuz! Nereye gidersen git ben karışmıyorum!” dedi ve söylene söylene giriş kapısındaki esas yerine doğru küçük zıplayışlarla ilerlemeye başladı.
“Bari neresi olduğu bilinmeyen şu yere doğru gideyim.” diye düşündü. Belki de askı haklıydı. Zaten yeterince vakit kaybetmişti, biraz daha kaybetmenin ziyanı yoktu. Yüzünü yıkama planı biraz daha bekleyebilirdi.
Bu sefer adımını atarken daha dikkatli davrandı, çünkü attığı anda gitmesi gereken yerde olacağını biliyordu. Öyle de oldu. Bir anda karşısında beyaz bir kapı belirdi. Üzerindeki bir tabelada, yuvarlak hatlı harflerle “Büyükanne” yazılıydı. Artık karşısına çıkacak tuhaf şeyleri merakla bekler olmuştu. Arada sinirleniyor olsa da, aslında eğlendiği bile söylenebilirdi. Kapının kolunu kavradı, yavaşça çevirdi. Kapıyı araladı. İçerisi oldukça aydınlık gözüküyordu. Girmek üzere, hiç çekinmeden, ilerledi.
Devam edecek…
Selamlar,
Öykünüz gerçekten etkileyici,olabildiğine derin düşünmüşsünüz.Tasvirleri kullanışınız,işleyişiniz,kurgulayışınız gerçekten çok başarılı.Uzunlukları yazıyı boğmak yerine yazının bir parçası haline getiriyor bizleri ve o kadar netlerki bir fotoğraf karesinin canlanması misali.En beğendiğim nokta kişileştirmelerin bu denli muazzam olması.Öykünüz bir deniz gibi nereye sürüklendiğini bilmeden dalıyorsunuz.Tebrik ederim sizi,devamını sabırsızlıkla bekliyorum.
Merhabalar;
Vakit ayırıp okuduğunuz ve yorum yaptığınız için öncelikle çok teşekkür ediyorum. Beğenmenize gerçekten çok sevindim.
Aslında uzun zamandır aklımda olan şeylerdi, parçalar bir anda birleştiğinde yazmaya karar verdim bu öyküyü. Açıkçası başlarda denemeye çekindim, tuhaf karşılanacağını düşündüm. Fakat şimdi yorumunuzu okuyunca endişelerimin biraz yersiz olduğunu anlıyorum.
Tekrardan teşekkür ediyorum 🙂
Ellerinize sağlık! Deniz’in de belirttiği gibi çok etkileyici bir öykü yazmışsınız. Uzun sayılabilecek bir öykü olmasına rağmen hiç sıkılmadan, küçük ayrıntılara keyifle gülümseyerek okudum. Anlatışınız, tasvirleriniz, oluşturduğunuz karakterler çok güzeldi. En çok palto askısını ve fesleğeni sevdim.
Tüm ortam tasvirlerinin yanında ana karakterin görünüşü hakkında pek bilgi olmaması istenilen şekilde hayal etmek için çok müsait ve güzel fakat karakterin kız mı erkek mi olduğunu bilmek hayal etmeyi kolaylaştırırdı sanki. En azından aynaya bakıncaya kadar ben erkek olarak hayal etmiştim fakat -tam emin değilim hala ama- uzun saçlı bir kız çıktı galiba?
Devamını bekliyorum, tekrardan ellerinize sağlık.
Selamlar;
Çok teşekkür ediyorum! Öykünün kısa olmasını istemiştim kafamda ilk kurduğum zaman, ondan sonra yine tutamadım kendimi, bir bakmışım iki kısım dolduracak kadar uzun olmuş.
Palto askısını henüz bir fikirden ibaretken bile çok keyif almıştım, kendisi öykünün yıldızı olma yolunda ilerliyor 🙂
Ana karakterin kız mı erkek mi olduğu konusunda, hatta ismi ve benzeri konularda da elimden geldiğince bilgi vermemeyi amaçladım. Okur onun yerine geçsin veya karakter değil karşılaştıkları önemli olsun gibi bir planım vardı. Ne kadar başardım bilemiyorum, arada bir kaç bilgi parçası istemeden kaçırmış olabilirim. Öykünün revize edilmesi gereken bir durum olduğunda tekrardan bakar düzeltirim artık 🙂
Okuduğunuz ve yorumladığınız için tekrar çok teşekkür ediyorum, öykünün bitiminde görüşmek dileğiyle!
Selamlar;
Öncelikle farklı tarzda bir öyküyle katıldığınızı görmek güzel. Ara sıra sularının dışına çıkmak, farklı alanlarda kalem oynatmak keyifli olabiliyor cidden. Sizin hikayeniz de işin ‘keyif’ kısmına odaklanmış zaten. Hikayenin adını okur okumaz aklıma ilk gelen Carroll’ın ‘Aynadan İçeri’ isimli romanı oldu. Sizin de aynı kitaba gönderme yapmanız ve öykünüzün hafif de olsa paralellikler göstermesi hoş bir sürpriz oldu benim için.
Ne gariptir ki benim en çok sevdiğim karakter de palto askısı oldu 🙂 Özellikle de hiçbir yer ile ilgili yorumu harikaydı. Karakteri ise bariz bir şekilde siz olarak hayal ettim. Uzun saçlar falan… Belki de yanıldım, kim bilir?
Eleştirmem gereken kısımları da yok değil elbette. Kahramanımızın giriş kısmındaki sigara içme
operasyonunun bir kısa hikaye için gereğinden fazla uzun ve ayrıntılı anlatıldığı kanaatindeyim. Bir de bu yazınızda çok fazla virgül kullanmışsınız. Alelade bir cümle seçmem gerekirse:
Bitirdiğinde, birkaç dakika öncesine göre, çok daha rahatlamış bir insan haline gelivermişti.
Bu cümleyi rahatlıkla “Bitirdiğinde birkaç dakika öncesine göre çok daha rahatlamış bir insan haline gelivermişti.” şeklinde yani sıfır virgülle de yazabiliriz. Böylesi çok daha akıcı oluyor bence.
Umarım eleştirilerimi mazur görürsünüz. Devamını merakla bekliyorum. Kaleminize sağlık…
Merhabalar sevgili MİT;
Bu sefer bir değişiklik olsun dedim ve aklımda olan başka bir öyküyü yazmak istedim. Benim için de iyi oldu, değişiklikte fayda var 🙂 Aramızda kalsın ben de çok seviyorum palto askısını, yazar karakter kayırmaz ama, bir parça önde kendisi 🙂
O virgüllere gelince, inanın farkındayım, bazen o kadar çok saçılıyorlar ki etrafa toplayamıyorum hepsini! Genelde yazdıklarımı sesli okurum hikaye anlatır gibi. Okuyucu benim okumamdaki vurguları yapmak zorundaymış gibi davranabiliyorum, o yüzden oluyor tüm bunlar. Durumun bilincindeyim, aşmaya çalışıyorum, teşekkür ederim. 🙂
İlk kısmın uzunluğuna gelince, olayı en ince ayrıntısına kadar anlatmak istedim. Kimi okuyucuyu sıkacağını biliyorum, ancak kimi okuyucu da o bölümden çok keyif alabilir diye düşündüm. Bir de fantastik ögelerden uzak bir hikaye olduğuna inandırıp ardından şaşırtmak amacıyla biraz uzun tutmuştum.
Eleştirilerinizi mazur görmüyorum! Onları seve seve okuyor ve onlar için size sonsuz teşekkür ediyorum. Eleştirilere hepimizin ihtiyacı var.
Her şey için teşekkür ederim, sağlıcakla kalın 🙂
bu çok hoş bir öykü olmuş, kişileştirmeler, havanın sıcaklığının tasviri ve öykünün mekanı hakikaten yüzümü gülümsetti. okuduğum ilk öykünüz, yazılarınızın tamamını büyük bir keyifle okuyacağımı sanıyorum 🙂
Çok teşekkür ederim sevgili Fural!
Uzun zamandır ilgilenemedim Rıhtım’la, yorumunuzu da geç görmüşüm özür diliyorum. Cümlelerim keyif vermiş ve yüzünüzü gülümsetebilmişse ne mutlu bana! Umarım dediğiniz gibi diğer öykülerimi de keyifle okursunuz.
Tekrardan teşekkürler ve daima güzel okumalar!