Öykü

Post Bozkurtlar

Diz çökerek yere eğildi, kuru ve artık verimsizleşen topraktan eline bir avuç alarak baktı. Eskiden Hatay olarak bilinen bu yerde soydaşlarının yaşadığını düşünerek yine hüzünlendi. Üzünç her yerini kaplarken parmaklarını aralayarak toprağın elinden kayıp gitmesini seyretti. Toprağının tamamen düştüğüne emin olunca yerinden doğrulmadan, sırtındaki kopuzu da yoklayarak, çantasını omzundan alıp içinden bir kavanoz çıkardı. Çantaya tekrar elini attığında bu sefer eli önce su şişesine çarptı. Son kalan suyuydu. Biliyordu. Onu es geçerek arayışına devam etti ve sonunda buldu küreğini. Küreği ustaca bir devinimle çantadan çıkarıp toprağa daldırarak bolca bir parça toprak alıp kavanozuna döktü. Çantasından mavi mürekkepli kalemini çıkarıp önceden kavanoza yapıştırdığı kâğıda büyükçe harflerle “Hatay-Yayladağ” diye yazdı. Kendisine birkaç saatmiş gibi gelen saniyeler boyunca kavanoza baktıktan sonra kalemle birlikte çantasına yerleştirdi. Orada pek çok kavanoz vardı, nereler yoktu ki: Batı Türkistan, Azerbaycan, Türkmeneli, Doğu Türkistan, Kazakistan, Kırgızistan, Yakutistan, Halaç Türkleri ve daha pek çok yer. Bu ölmüş ve artık daha önce değerli olan hiçbir şeyin bir öneminin kalmadığı dünyada tanıdık topraklardan parçaları yanında duyumsamak ve her şey onun için sona erdiğinde altında kendisinin yatacağı, üstünde çiçeklerin, ağaçların boy vereceği-verimsiz Dünya buna izin verirse- toprağın da işte bu parçalardan oluşmasını istiyordu. Birkaç yıldır oradan oraya geziyor, avlanıyor, toprak topluyordu. Bir sonraki durağı eskiden İstanbul diye bilinen o efsanevi şehirdi. Daha sonra da Batı Türkistan’a giderek bu yolculuğa son verip ömrü yeterse doğduğu topraklara, Türkistan’a geri dönecekti.

“Küçük Kıyamet” denilen felaketten sonra Yayladağ civarında kalmış tek tük Türklerin toplandığı ve felaketin ilk zamanlarında Asya’nın ötesinde inşa edilerek buraya getirilen “kubbe” tek korunaklı yerdi. Dışarıya da ancak koruyucu kıyafetlerle çıkılabiliyordu. Gittiği pek çok yerde bu durumdaydı. Korkut bu yüzden toprağı hiç hissetmiyordu, sadece kuru ve verimsiz olduğunu biliyordu. Toprağı en son hissettiğinde 5-6 yaşlarındaydı. O zamanlarda toprağa ne ekersen sana onu verebilirdi, ıslaktı ve verimliydi. Toprağın avuçlarında bıraktığı ıslaklık hissini ve kiri seviyordu. Çocukken annesinden ne kadar azar yese de şimdi o kiri özlemişti. Annesi hayatta olsaydı muhtemelen o da toprağın bıraktığı kiri özlerdi. Korkut, maskesinin ardında derin bir nefes alıp verdi. Ayağa kalkıp kubbeye doğru yola koyuldu. Aslında kopuzu orada bırakmasını istediler ama daha önce Kazakistan’da yer alan dostları koruyucu kıyafetlerde kullanılan maddelerden yaptıkları kılıfı kullanacağını söyleyince onu almasına izin verdiler. Aksi takdirde kopuz ciddi zarar görebilirdi. Kubbe olduğu yere 15 dakika kadar uzaktaydı. Zaten oraya kadar da önünde hiçbir şey olmadığından boş arazinin üstünde yükselen beyaz bina kolayca görülebiliyordu. Korkut ağır adımlarla kubbeye doğru yürüdü. Bu gece onun veda gecesiydi. Kopuz çalıp arkadaşlarına bir hikâye anlatacaktı. Küçük kıyametten önce küreselleşme ile neredeyse yok olmaya yüz tutmuş millet bilinci tüm Dünya milletlerinde birden tavan yaparak insanları ufak topluluklara bölmüştü. Azerbaycan’da bir toplum bilimciden öğrendiğine göre -bu aralar sayıları epey azdı- buna “Milli Aşama” deniyordu. Felaketin ardından insanlar savunmaya ihtiyaç duyarak birkaç yıl boyunca bireysel olarak, “kimseye güvenme” şiarıyla hareket ederek yalnızlaşmıştı. Felaketin psikolojik etkileri ve travmaları bir nebze olsun zayıfladığında insanlar bu kez “biz” psikolojisine girerek, “Bize bizden başka dost yok,” demiş ve milletlerini yeniden hatırlamış, unutanlarsa eskiden kalan dijital, fiziksel verilerden ne olduğunu öğrenmişti. Tahminlerine göre ise bir sonraki aşamada milletler yakınlarındaki diğer milletlerle kaynaşarak “ortak şehir” adı verilen kozmopolit, büyük şehirler kurup hayatta kalma savaşına devam edeceklerdi. Şimdiye kadar aşamalar sorunsuz bir şekilde ilerlemiş, düşündükleri birer birer gerçekleşmişti; Bireysel Aşama, Milli Aşama, Küresel Aşama. Ancak toplum bilimciler de şunu iyi biliyordu ki dış bir tehdit olmadıkça bundan daha büyük bir aşama, yani bütün dünyanın tek millet ya da tek şehir olması, yaşanamayacaktı.

Dünyanın gidişatını düşünürken fark etti ki ana odaya girişinden önce kıyafetlerini çıkarma bölmesine gelmişti. Koruyucu kıyafetini çıkararak sol taraftaki, öteki koruyucu kıyafetlerin yanına asıverdi. Kopuzun kılıfını da çıkarıp kıyafetin yanına astı. Kılıf onundu ama sadece dışarı çıkarken alıyor, içeride kopuzu kılıfta tutmuyordu. Kıyafetlerini çıkardıktan sonra arada kalan, onun deyimiyle “Araf Bölümü” dediği yerde durup üzerine rahatsız etmeyecek bir hızda fışkırtılan dezenfektan buharının tadını çıkardıktan sonra son bir kapıdan geçip ana odaya giriş yaptı.

“Selam!” dedi yüksek sesle içeridekilere. Herkes baştan aşağıya beyaza boyanmış boş odanın ortasında daire olacak şekilde oturmuşlardı. Odanın tavanı gökyüzü hologramıyla aydınlatılarak kubbe sakinlerine dışarıdaymış sanısı veriliyordu. Oradan yıldızların hafif ışıkları bile yansıyordu. Işıklar kapalı olduğundan holografik ışıklar sayesinde oda loş ışığa sahipti. Bu da kimsenin gözünü yormuyordu. Yetersiz beslenmeden ötürü bedensel hiçbir arıza kimsenin sabredeceği türden bir sorun değildi. Odanın sağına masa koyup üzerine de yiyecek kutularını koymuşlardı. Anlatıdan sonra yemek yiyeceklerdi. Dairenin kapıdan yana olan başını Korkut için boş bırakmışlardı. O da gidip sakince oraya bağdaş kurarak oturdu. Başıyla herkese ikinci kez, toplu olarak selam verdikten sonra kopuzunu kucağına aldı. Veda gecesinde anlamsız gürültülerin ya da saçma veda konuşmalarının olmamasını kendisi istemişti. Yılların getirdiği ustalıkla kopuza bakmadan doğrudan daire biçimi almış topluluğa bakarak çalmaya başladı.

“Saltuk Han’ın Boyunun Nasıl Yok Olduğunu anlatır hikâyedir bu.

Han’ım hey,

Türkistan’da Saltuk Beğ diye bir bey vardı. Kılıcından kızıl, atından esinti eksik olmazdı. Yüreğinde de Gök Tanrı’nın korkusundan başkaca korku barınamazdı. Boyu servi, yüreği yayla, gözleri kaşları kara, nice yiğit delikanlılardan bir delikanlıydı o. Babası Tuğra Han’ın varisi, gözünün nuru oğluydu. Oğuzlar babasının etrafında dört dönerse, Tuğra Han da onun etrafında dört dönerdi. Alacası alaca bir gün Saltuk Beğ vardı Tuğra Han’ın otağına, diz vurdu, konuşmak diledi. Tuğra Han izin verdi de Saltuk Beğ söyledi. Dinleyelim kopuzdan, Han’ım ne söylemiş:

“Kılıcından kızılı,

Atından da rüzgârı

Eksik olmayan atam

Yol ver de yoldaşımı,

Otağımın süsünü

Bulup geleyim boy’a”

Tuğra Han bu işe şaştı kaldı. Oğlu karşısına geçmiş, diz vurmuş kısmetini bulmak diler. Ne gelir elden, dilden, büyüğe de onun kısmetini bulmasına, muradına varmasına yoldan geçilmek düşer. Dinleyelim kopuzdan, Han’ım hele ne demiş:

“Gözümün şehlası ‘ğul,

Evimin neşesi ‘ğul,

Anasının nuru ‘ğul,

Var git yad ellere de

Sevdiğin biri varsa

Onu al Oğuz’a getir

Anana elini öptür.

Sevdiğin biri yoksa,

Kısmetini ara

Kısmetliysen bulursun elbet

A oğul!

Yolun açık ola

Benden başka nasihat de bekleme”

Saltuk Beğ babasını dinledikten sonra gitti, otağından çıktı. Boz atı Kırağı’ya atladı, Batı’ya, güneşin battığı diyarlara sürdü. Gece gündüz demeden sürdü. Bozkırın ortasında ne bir kişiye denk geldi, ne de hatuna. Perslerin yakınlarına vardığında, İran’a, tam pes edip Türkistan’a geri dönme düşüncesine kapılmıştı ki bir kaleye rast geldi. Kalenin önüne gelip, şehre girdi. Bir baktı ki kaledeki bütün kadınlar evli, barklı. Gözleri kalenin han’ını aradı. Han’ın otağının önüne vardı, durup söyledi. Dinleyelim kopuzdan, Han’ım neler söylemiş:

“Ey, kale Han’ı nicesin, ne’dersin”

Kalene vardım, katunlar barklıdır

Kızın var mıdır, veresin yoldaşım olsun

Otağımın süsü, ban’ katun olsun”

Otağında oturan han bunu duydu. Çıktı da Saltuk Beğ’in gözlerine baktı. Saltuk Beğ gözlerinde anlatılmak isteneni gördü ama Han yine de dedi diyeceğini. Dinleyelim kopuzdan, Han’ım ne söylemiş:

“Ey, kalemin önünde konaklayan

Kızım olup olmadığını soran

Başı ak börklü, ak giysili yiğit

Kızım yok ki senin katunun olsun”

Saltuk Beğ bunun üzerine özürler diledi, bağışlar topladı. Kırağıya atlayıp kaleden çıktı. Yoluna düştü, yine uzun geceler ve gündüzler boyu gitti. Gün geceye kavuştuğunda atından inip ateş yakıyor, avladığı geyiklerin etini pişiriyordu. Gece güne kavuştuğunda da atına atlayıp at sürmeye devam etti. Nihayetinde Hatay diye bilinen bir yere, Yayladağ denen bir ovaya yolu düştü. Vardı orada da birilerini aradı ama kimse yoktu otağı kurmuş olsun.

Kırağı’nı denize sürdü o zaman ki yoldaşı su içsin de biraz rahatlasın. Yol boyunca her gölbaşında Kırağı için durmuştu. O suyunu içerken Saltuk Beğ yere bağdaş kurup düşünüp fikirleşti ki artık geri dönmek gerekir. Göğe bakarak Tanrı’ya yakardı. Dinleyelim kopuzdan, Han’ım ne dedi:

“Yücelerden yücesin, kimse görmez

Kimse yerini bilemez, nicesin?

Kadiri mutlak Tanrı, neredesin?

Zamanı yaşayan Tanrı, n’redesin?”

O, tanrısına yakarırken deniz üstü köpürür misali köpürdü de köpürdü. Kabarcıkların üstünde Köktürk harfleriyle oluşturulmuş bir zodyak belirdi. Harfleri Saltuk Beğ tanıyordu. Zodyağın ortasından bir yaratık yavaş yavaş su üstüne çıktı. Kara kuru bir varlıktı, boynuzları alnının iki yanından çıkıp başının üzerindeki bir yüksekliğe gelinceye dek uzuyordu. Bu görüntüsüyle korkunç bir yaratıktı, başı etten değil de kemikten oluşan bir kafatasıydı ve insanı andırıyordu. Bununla birlikte insan değildi, en azından olmadığını apaçık bir şekilde Saltuk Beğ anlamıştı. Saltuk Beğ gördüğü şeyden ürkerek içgüdüsel olarak bir adım geri gitti ama sonra yaptığından utanarak sırtını dikleştirip yaratığa bakmaya devam etti. Yaratık suyun içinden tamamen çıkıp, üzerinden damlalar akarken suyun üzerinde durdu. Sol elindeki toynak gibi olan tırnakları yukarı doğru bakarken sağ elindeki toynakları ise aşağıya doğru bakıyordu. O da Saltuk Beğ’den gözlerini ayırmadı. Şaşkınlıktan ve korkudan birkaç dakika sessiz geçti, sonra Saltuk Beğ dile geldi, söz söyledi. Dinleyelim kopuzdan, Han’ım ne dedi:

“Aman yaratık affet, kıyma bana!

Bilmezdim suda seni, kıyma bana!

Katun arardım yolda, kıyma bana!

Geldim buraya zar zor, kıyma bana!”

Yaratık bunun üzerine ağzını açmadan söz söyledi. Saltuk Beğ şaştı kaldı bu işe, anlam veremedi. Ama can kulağıyla dinledi. Dinleyelim kopuzdan, Han’ım ne söyledi:

“Ararsın yol bilmezsin, Kişioğlu!

Durmadan at sürersin, Kişioğlu!

Yurdumda ik’ kızım var, Kişioğlu!

Kısmetinse al onu, Kişioğlu!”

Bunun üzerine Erlik Han diye kendini tanıtan yaratık Saltuk Beğ’e bir koruyucu kıyafet verdi. Saltuk Beğ buna da şaştı kaldı, nereden geldiğini anlamadan kıyafeti üzerine geçirdi. Birlikte suya daldılar. Derine doğru, az ve uz gittiler bir de gördüler ki iki tane kız Yayladağı denen bu verimli ovanın altındaki bir mağarada oturmakta. Hem de su altında. Saltuk Beğ yine şaşırıp kaldı ama inci dişli, ay yüzlü, elma yanaklı kızlardan da kendini alamadı. Kızlar tıpkı kendi boyunun kadınları gibi kafalarına börü geçirmiş, ökçelerini ayaklarına almış, uzun elbiseleriyle bağdaş kurup oturmuşlar denizin derinliklerini izliyorlardı. Erlik sözü aldı, sağdakini kızını tanıttı ilk önce. Dinleyelim kopuzdan, Han’ım ne dedi:

“Sağdan kızım, Ölüm adını verdim

Kutunu bilip boyunu boyladım

Soyunu soyladım, şimdi sen dilersen

Toyunu düzenler, sana veririm”

Sonra yine sözü aldı, vakit kaybetmeden soldaki kızını tanıttı. Dinleyelim kopuzdan, Han’ım ne dedi:

“Soldan kızım, Hastalık adını verdim

Kutunu bilip boyunu boyladım

Soyunu soyladım, şimdi sen dilersen

Toyunu düzenler, sana veririm”

Erlik bunun üzerine birini seçmesini istedi. Saltuk Beğ de hemen Hastalık’ı seçti. Erlik dedi:

“Al götür, al yurduna”

Saltuk Beğ ile Erlik el sıkıştı. Beğ kızla birlikte tekrar su üstüne çıkıp Kırağı’ya atladı. Kırağı kızın yükünü üstünde hissedince ilk başta huysuzlandı, sonra yine rüzgâr gibi fırladı Türkistan’a doğru. Gündüzleri gittiler, geceleri ateş yakıp dinlendiler, yemek yediler. Saltuk Beğ yolda kızı iyice tanıdı, kız da Saltuk Beği iyice bildi. Beraberce vardılar bu hâl üzere Türkistan’a. Türkistan’da Saltuk Beğ vardı yoldaş tuttuğu kızla birlikte babasının otağına. Diz vurdu, söz söyledi. Dinleyelim kopuzdan, Han’ım ne dedi:

“Kılıcından kızılı

Atından da rüzgârı

Eksik olmayan atam

Yol verdin yoldaşımı,

Otağımın süsünü

Alıp getirdim boyum’

Toy düzenleyelim de

Senin gelinin olsun

Bana da hatun olsun

Herkes de bunu bilsin”

Bunun üzerine Tuğra Han buyruk verdi, toy kuruldu. Türk töresince nişan yapıldı, kızla oğlan ayrıldı. Görüştürülmediler. Tuğra Han toy’a, düğüne kadar, gün saydırırken tüm boyu bir salgın kapladı. Hastalık başta Tuğra Han’ın kadıncığını vurdu, o hasta yatarken Tuğra Han’da yatağa düştü, elden ayaktan kesildi. Ondan sonra onun otağında görev edinmiş herkes birer birer düştü. Sonunda bütün boy hastalıktan kırgın geçirdi. Şamanlar geldi, hiçbir şey anlayamadan gitti. Ertesi gün işittiler ki onlar da hasta olup, düşmüşler. Herkes hasta olduktan sonra hastalığa yakalanma sıralarına göre Gök Tanrı’ya yürüdüler. Bir Saltuk Beğ ile nişanlısı kalmıştı. Saltuk Beğ nişanlısı Hastalık’a baktı, o da ona baktı. Bir an sonra aynı hastalığa o da yakalandı. Yataklara düştü, nişanlısı başında durdu. Üzüldü, inci gibi gözlerinden gözyaşları döktü ama nafile Saltuk Beğ 7 güne Tanrı’ya kavuştu.

O vakit ki Hastalık, Kırağı’ya atlayıp gece gündüz demeden, uyku bilmeden, yemeden içmeden Hatay’a Yayladağ’a doğru sürdü. Gözünü dahi kırpmadı. Denize vardığında Kırağı’yı orada bıraktı ve koruyucu kıyafeti olmadan suya dalıp Yayladağ’ın su altındaki mağarasına daldı. Erlik ve diğer kardeşi Ölüm orada onu bekliyordu.”

20-21-18-1-14-25-21-11-19-5-12-5-3-5-11

Emrecan Doğan

13 Ağustos 1996’da İstanbul’da doğdum. Halen Medeniyet Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı okuyorum. Daha önce Kayıp Rıhtım forumunda ve Aylık Öykü Seçkisi içerisinde yer aldım. Gölge E-Dergi, Bilimkurgu Kulübü, Genç Yazı ve Pejmürde Dergisi bünyesinde gerçekleştirilen Ortak Hikâye projesi gibi elektronik platformlarda ve basılı olarak da Adı Yok dergisinin 75. sayısında yazılarım yayımlandı. Yaklaşık olarak 12 yaşımdan beri yazıyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Avatar for SJack SJack says:

    Formata uygun, sade ve akıcı, ayrıca fantastik ögeler barındıran güzel bir Dede Korkut öyküsü. Yalnız öykünüzdeki ‘Küçük Kıyameti’ de biraz anlatsaydınız daha güzel olurmuş. Kaleminize sağlık.

  2. Biraz aceleye gelmiş diyebileceğim kadar sade bir öyküydü yine de eksik kalmış değil, en azından duygusal bakımdan. Giriş kısmını pek sevmiştim. Illa bir eleştiri getireceksem hikayenin pek de “üç boyutlu” olmadığından yakınabilirim. Yine de yüreğine sağlık, şu Türk yurtlarından ve Anadolu’dan toplanan toprak fikri çok hoştu.

  3. Sadeliği aslında bilinçliydi, biraz Dede Korkut boylamalarına benzemesi için. Üç boyutluluktan ve gerçeğe yakınlık belki o yüzden eksik kalmış olabilir. Toprak toplama olayını Atatürk’ten esinlendim. Onun da toprağında 81 il+Kıbrıs toprağından parça varmış.

    Seri olacağı düşüncesiyle sonraki sayılara bıraktım. Konuyu sonraki bölümlerde işleyebilirim ya da sırf bunu anlatmak için ayrı bir öykü yazabilirim. Çünkü buraya ekleseydim, baya bir laf kalabalığı etmiş olurdum.

    Okumaya ve yorumlamaya zaman ayırdığınız için ikinize de teşekkür ederim. :slight_smile:

  4. Merhaba Emrecan.
    Özellikle girişi çok sevdim. Bu bölgeye araf denmesi ve kopuzun kılıfın içinde bu bölgeye girememesi fikri incelikliydi. Lakin sonu öyle bir bağlandı ki başlangıçtaki ayrıntılı ritmi bulamadım. Bunun dışında boylamaları çok beğendiğimi söylemeliyim. Ama sen yazmayacaktın da kim yazacaktı zaten. :slight_smile: Tabii ki güzel olacak.
    Sevgiler.

  5. Merhaba,

    Aynı gün yazamadığımdan başta yakaladığım ritmi tekrar yakalayamadım. O yüzden böyle iki ucu farklı oldu. Zaten hep böyle oluyor, öykünün fikri muhteşem oluyor ama işleyiş ve üslup eksik kalıyor.

    Neden ben Eski Türk Dili profesörü müyüm? :smiley: Estağfurullah efendim.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

5 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for merveriii Avatar for Tugrul_Sultanzade Avatar for SJack Avatar for MuratBarisSari Avatar for EmrecanDogan Avatar for SoundOfSilence