Yaz aylarından nefret ediyordu Sait, çünkü beton ormanda yaşayan modern şehir insanı dolduruyordu doğup büyüdüğü köyü. Varsın olsun beş yüz kişiydi toplamda köyün nüfusu, fakat yaz aylarında bu rakam dört hanelere ulaşıyordu. Ölesiye nefret etse de bu durumdan, elinden bir şey gelmiyordu Sait’in. Tam emin olamamakla birlikte yalnızlığı seviyordu, daha doğrusu çaresizlikten ötürü alışmıştı ona ve geçen zamanla birlikte kontrolünde olmayan bir sevgi beslemişti yalnızlığa karşı. Köyün dışında, dağın eteğine çok yakın bir evi vardı. İki katlı bir ev, mübadelede Türkiye’ye gelen dedesinin elleriyle yaptığı ve ondan Sait’e kalan eski, fakat zamana direnebilecek güçte bir ev.
Sabahları Ege Denizi’nden gelerek dağın eteklerindeki bağları yalayan ve içeriyi taze üzüm kokusuyla dolduran rüzgarla uyanırdı. Çay tabağına zeytin yağı döker, üzerine kekik kırar, kıçını kopardığı ekmeği yağa bandıra bandıra yerdi. Sonrasında bir elinde su dolu küçük bir kova, diğer elinde bez, bahçeye çıkar ve ağaçlarla çiçeklerin yapraklarını silerdi itinayla, gün boyunca tozlanan yapraklar nefes alsın derdi kendi kendine. Sulamak gibi bir görev değildi bu, onun için tabiatla ilgili hiçbir şey görev olmamıştı zaten, bir nevî terapiydi çünkü, ekin aldığı bitkiler olarak görmezdi bağı ve bahçesindekileri, arkadaşı olarak görürdü onları, uzun uzun konuşurdu. Köy halkından birkaç kişi görmüştü Sait’i bu şekilde bağda, ailelerinden kalan dedikodu mirasıyla birlikte Sait’e yaftayı yapıştırmakta gecikmediler hiç, bunak dedi kimisi, kimisi de huysuz ihtiyar. Çocuklarsa daha mütevazı davranıp deli diyorlardı ona sadece. Hiç umrunda değildi Sait’in oysa ki, köy halkıyla bir işi yoktu ne de olsa.
Rüya içinde rüya görmüştü gece, kızı olduğunu düşündüğü kadın mutfakta çay demlerken, torunu olduğunu düşündüğü çocuksa onun kucağında gülüyordu. Yüzleri yoktu ama hiçbirinin, Sait uyandı fakat uyandıktan sonra bir dakika boyunca kıpırdamadı, gözleri açık bir şekilde düşündü; acaba dedi, gerçek miydi bu, yoksa rüya mıydı? Ayırt edemiyordu uzun bir süredir. Tekrardan uyumak istedi, başaramadı, odadaki ahşap dolaptan çıkan sesler, rüzgarın hışırtısı, ziyadesiyle dikkatini çekmeye başladı her ses, sonrasında pantolonunu giyip çizmelerini ayağına geçirdi, bağa gidecekti, arkadaşlarına anlatacaktı gördüklerini. Bir tek onlar dinlerdi Sait’i çünkü, bir tek onlar yabancıymış gibi davranmazdı ona.
Evinden yüz metreye yakın bir uzaklıktaydı bağı ve tıpkı evi gibi dedesinden babasına, babasından da ona kalmıştı. Güneş, ağaçları ve destek direklerini sarıp sarmalayan üzüm yaprakları arasından süzülür ve toprakta küçük ve açık renkte lekeler bırakırdı sabah vakti. Öyle aman aman büyüklükte değildi bağı, hasat ettiği üzümün büyük bir çoğunluğunu şarap üreticilerine satar, bir kısmını da sofralık tüketim için kendine ayırırdı. Üretildikten sonra ambalajlanıp satışa sunulan plastik mutluluklardan uzak bir hayat yaşıyordu. Aydınlıkta bağ bahçeyle uğraşır, hava kararmaya yüz tutunca da eve döner, karnını doyurur, sigarasını yakıp kitaplarına dalardı. Sahip olduğu kütüphaneden ötürü dedesine ve babasına sonsuz bir minnet duyuyordu.
Güneş yeni yeni kendini gösteriyordu tepelerin ardından fakat bu kadarı bile karanlığı yırtmaya yetmişti. Sait bağa ulaştığında bir şeylerin ters gittiğini anladı, en son bıraktığı gibi değildi çünkü, somut bir farklılık görmese de hissedebiliyordu bir şeyleri ki bazen insanın hissetmesi, görmesinden veya duymasından daha büyük bir kanıt değil miydi? Yaşı yetmişe merdiven dayamış olmasına rağmen atikti hâlâ, yer yer dayanılmaz baş ağrıları olsa da zamanla geçiyordu. Pek sorun etmiyordu bu ağrıları, çünkü alışmıştı artık. Ağrı en vurucu hâliyle başının ön kısmına saplanıyor, geçen her saniyeyle birlikte etkisini yavaş yavaş yitiriyordu. Ara ara yükseliş gösterse de hiçbir zaman ilk andaki kadar canını acıtamıyordu.
Koşar adım eve döndü ve duvara sabitlenmiş tüfeği alıp omzuna astı, evle birlikte o da dedesinden kalmıştı, iki dünya savaşının birincisinde aktif olarak görevde bulunmuştu bu tüfek ve şimdi Sait’in ellerinde, yabanî hayvanları def etme görevinde kullanılıyordu. Mühimmat dedi kendi kendine, mühimmat da gerekli, ne olur ne olmaz. Fena bir nişancı olmasa da işini şansa bırakmayacaktı. Vitrinin üzerine koyduğu fişekleri almak için bir sandalye çekerek üzerine çıktı, fişekleri avuçlayıp cebine doldurdu, bir tanesi elinden düştü ve yuvarlanarak koltuğun altına kaçtı. Sait geldiğinden daha hızlı bir şekilde bağa döndü, vücudu kızışmış, göz bebekleri büyümüş bir şekilde bağın kapısını araladı sessizce ve içeri girdi.
Tüfeği omuz boşluğuna yerleştirmeden sakin adımlarla bağda dolaşmaya başladı, denizden gelen rüzgar kızışan vücudunu serinletiyordu. Fazla uzak sayılamayacak bir mesafeden hışırtılar duydu, tüfeğin gövdesini iyice kavradı, dipçiği omuz boşluğuna sabitledi. Tüfekle bir bütün olmuş şekilde ilerlemeye devam etti, hışırtının geldiği yerde bir şey vardı, emindi artık. Hafifçe tetiği ezdi, bir adımını öne alıp dengesini güçlendirdi, tetiği biraz daha ezdi ve bu esnada asma yapraklarının arkasından öteye doğru koşan bir şey gördü.
“Dur!” diye bağırdı Sait, “kıpırdama!”
Bir hayvan değildi bu koşan ve Sait’in uyarısına kulak asmadığı belliydi. “Hırsız!” diye bağırdı öfkeli bir şekilde ve adamın koştuğu istikamete çevirdi tüfeğini, nişangahla takibe aldı hedefini, nefesini tuttu, tek gözünü kapatıp nişan aldı ve koşu yoluna sıktı. Çuval gibi yığıldı hırsız yere. Elini tetikten çekmedi Sait, pozisyonunu bozmadan kafasını nişangahtan kaldırdı ve hırsızın düştüğü yere baktı, hızlıca ilerlemeye başladı o tarafa doğru. Karşılaştığı manzara karşısında şaşkınlığını gizleyemedi.
* * *
“Şimdi nasılsın?” diye sordu Sait, “bir bardak daha ister misin?” diye ekledi.
“Hayır efendim, teşekkürler. Yanlış anlamayın ama öylesine attım kendimi yere, yoksa vurmadınız beni. Gördüğünüz üzere yürüyebiliyorum hâlâ.” dedi.
Sait, bağda karşılaşıp evine getirdiği bu canlının ne olduğu hakkında en ufak bir fikre sahip değildi. Yoksa hâlâ rüya mı görüyordu? Gözlerini ovuşturdu ve karşısındakine baktı tekrardan, ivedi bir şekilde kalkıp yüzünü yıkamaya gitti. Buz gibi suyu birleştiği ellerinin oluşturduğu koca avuca doldurup yüzüne çarptı ve kurulanmadan arkasına döndü, hayır, rüyada değildi, yüzünden boynuna akan sulardan gördüğü şeye kadar her şey gerçekti.
“Nesin sen? Cin misin?” diye sordu. İkinci sorunun ne kadar saçma olduğunu cümle ağzından çıktıktan sonra anlayabildi.
“Cin mi? Ne münasebet efendim? Satirim ben, İsmim Arkadiy, ya sizin?”
“Sait ben, Sait. Memnun oldum Arkadiy.” dedi, kalakalmıştı adeta. İnsanların inanmakta güçlük yaşayacağı şeyler yaşıyordu ergenliğinden beri ve yalnızlığı bu yüzdendi çoğunlukla, önceleri çok insan tutmazken çevresinde, sonrasında hiç insan tutmamaya başladı, belirli bir noktadan sonra da istese de insanlarla iletişim kuramayacak hâle geldi Sait, ama bu biraz fazlaydı. Çocukken dedesinin anlattığı hikâyeler geldi aklına, kıkırdadı olduğu yerde, epey uzun süredir de kıkırdamadığını fark etti sonrasında, hoşuna gitmişti verdiği hissiyat, iyi hissettirmişti içinde bulunduğu durumun garipliğine rağmen.
Olduğu yerde Arkadiy’i süzdü ona çok belli etmeden, Arkadiy ise o esnada meraklı gözlerle sağa sola bakınıyordu. Sait kadar şaşkın olmasa da bulunduğu atmosferde muazzam bir yabancılık çektiği aşikârdı. Kalın ve güçlü kolları, uzunca bir keçi sakalı, yay gibi de kaşları vardı ve kaşlarının hemen üstünden boynuzları başlıyor, kafasının arkasına kadar kıvrılarak gidiyordu. Sait’in en çok ilgisini çeken bacakları ve ayaklarıydı, daha doğrusu toynakları.
“Vay be,” dedi kendi kendine, “Demek ki ihtiyar haklıymış.” diye ekledi büyülenmişçesine karşısındaki canlıya bakarken.
“Kimse inanmayacak seni gördüğüme Arkadiy.” dedi cılız bir sesle, bakışları donuktu.
“Demir püskürten bir flütle sizin tarafından kovalandığıma da benim arkadaşlarım inanmayacaklar, merak etmeyin efendim, pek farklı durumda değiliz ikimiz de. En azından siz evinizdesiniz.”
Güldü Sait, sonra gözü Arkadiy’in çantasına takıldı, çapraz bir şekilde gövdesine asılıydı.
“Çantada ne var?” diye sordu Sait.
“Bağınızdan aldığım üzümler, iki adet şarap şişesi ve flüdüm var efendim.” diye cevapladı Arkadiy.
“Aldığın? Çaldığın demek istedin sanırım?” diye düzeltti Sait.
“Çaldığım mı? Hayatta kalmak için ihtiyaç duyduklarını doğadan alarak meyve veren bir üzüm üzerinde nasıl aidiyet iddia edebiliyorsunuz efendim? Acıkmıştım ve bir salkım üzüm aldım, hepsi bu.”
Sait hiç bu açıdan düşünmemişti, bir şey diyemedi.
“Ee,” dedi Sait, “burada ne işin var peki?”
“Kayboldum efendim, eve dönüş yolunu arıyordum.”
“Kayıp mı oldun? Nasıl?” diye sordu Sait şaşkınlık içerisinde, kaşları havaya dikmiş bir şekilde.
“Ormanda şarap içiyordum efendim, inanır mısınız bu kadar güzel bir şarap içmemiştim hiç hayatımda. Bir kadeh dedim, sonra iki oldu, sonra üç, dedim dörtten ne zarar gelebilir ki, böyle böyle derken sızmışım, yani sanıyorum ki öyle oldu. Gözümü açtığımda da sizinle tanışma şerefine nâil olduğum bağa yakın bir yerdeydim. Karnım öyle açtı ki, midem kazınıyordu resmen, o yüzden etrafı keşfe çıktım. Sonrasını bildiğiniz gibi zaten.”
“Hmm…” dedi Sait, yaşadıklarına inanmakta hâlâ güçlük çekmekteydi.
“Bağınız güzelmiş bu arada, daha güzel olabilir tabi ama, yine de fena değildi.”
“Nasıl yani? Nesini beğenmedin ki bağın? Çocukluğumdan beri orayla ilgileniyorum ben! Tek tek yapraklarını siliyor, yabanıl otları temizliyorum. Nesi eksik oranın?!” diyerek köpürdü Sait, şaşkınlığı yerini öfkeye bırakmıştı.
“Sakin olun efendim, öfkelenmenizi gerektirecek bir şey söylemedim.”
Gereksiz yere sinirlendiğinin farkına vardı Sait, “kusra bakma,” dedi, “haklısın, uzun süredir biriyle konuşmamıştım, bi’ de pek alışık olduğum bir şey değilsin… hani… yanlış anlama ama, anladın değil mi demek istediğimi?”
“Yok efendim, neden yanlış anlayayım ki? Pekâlâ siz de benim pek alışık olduğum bir ‘şey’ değilsiniz. Geldiğim yerde bir salkım üzüm için üzerinize ateş açılmıyor en basitinden.” dedi Arkadiy, sonra da gözlerini kaçırarak gülümsedi.
“Nereden geliyorsun ki?” dedi Sait, kendisine yapılan bu imâlı şakayı anlamamıştı dahi, yaşlı gözleri bir çocuğun merakının masumiyetiyle ışıldadı.
“Ormandan efendim, anlattım ya size, ormandan. Bir anlaşma yapalım mı sizinle? Ben sizin bağınızı ihya edeyim, siz de beni denize götürün. Ondan sonra herkes kendi yoluna. Ne diyorsunuz? Kabul mü?”
Önce bir duraksadı Sait, alt dudağını ısırdı, gözlerini yuvarladı, sağa sola bakındı, düşünecek pek bir şey yoktu bu teklif üzerine aslında fakat hemen kabul etmiş gibi görünmek istemedi. Sonrasında “peki” dedi, “kabul ediyorum”.
İkili evden çıkarken Sait’in elinde hâlâ tüfek vardı, Arkadiy dostane bir şekilde “Lütfen onu bırakın efendim, silaha ihtiyacınız olmayacak, size zarar verecek değilim. Bu sebepten ötürü ihtiyacınız olmayan şey size sadece gereksiz bir yük olur.” dedi ve sonrasında çantasından bir şişe şarap çıkartıp kapının kenarına koydu. “Buyrun” dedi, “iyi niyetimin bir göstergesi olarak bunu sizlere hediye ediyorum, içtikçe beni hatırlarsınız.”
Yavaş yavaş tanıştıkları bağa ilerlerken Sait’in aklında bambaşka şeyler vardı. Keşke diyordu, keşke köy ahalisinden biri görse şu an beni de ne kadar ahmak olduklarını anlasalar bunca yıldır, Sait haklıymış deseler diyordu içinden ama gelen giden yoktu, belli ki köy hâlâ uykudaydı. Sait’e göre hava saatler önce aydınlanmıştı fakat güneş hâlâ tepelerin ardındaydı.
Bağa vardıklarında kollarını birbirine kavuşturdu Sait, “hadi bakalım,” dedi, “konuştur sanatını, izliyorum.”
Arkadiy kambur bir şekilde yürüyüp yaprakları incelemeye başladı, bir yandan kokluyor, bir yandan da baş parmağını yaprakların üzerinde gezdiriyordu. Sonrasında bir asma yaprağını kopartıp çiğnemeye başladı, yüzünü buruşturdu ve tükürüp attı. “Efendim” dedi, “Yanlış anlamayın fakat bu üzümden olsa olsa zehir olur.” diye ekledi.
“Nedenmiş o?” dedi Sait, öncesinin aksine sinirlenmemişti, hatta öfkenin en ufak bir parçası dahi yoktu bedeninde şu an. Çizgili yüzü, katılaşmış parmakları gitmişti, bir çocuktu şu an, sapsarı saçları, yumuşacık teni, inci gibi dişleri vardı, bütün dikkatini ustalığını konuşturacak olan bu satire vermişti.
“Şeker yok bunlarda efendim, şeker! Şekersiz üzüm nasıl olur?”
“Bilmem, nasıl olur?” diye sordu Sait, esen rüzgar saçlarını okşuyordu.
“Nefessiz bir flüt, şarapsız bir beden, aşksız bir hayat gibi olur!” dedi ve çantasından bir testi çıkardı. İçindeki açık yeşil azar azar eline döküp yapraklara sürmeye başladı. Bu esnada kendi kendine mırıldanıyordu, Sait ne söylediğini anlamasa da ezgisine kaptırmıştı kendini Arkadiy’in söylediği şarkının, ne söylediğini sorarak bozmak da istemedi, muhtemelen geldiği yerlere ait bir şarkıdır dedi kendi kendine. Bağ küçük olduğu için Arkadiy’in işi çabucak bitmişti ki kestirmesi zor bir süredir bunu yapmaktaydı.
“Aklınızda bulunsun efendim, eğer ki şarap yapacaksanız üzümün şekerinin yüksek olmasına dikkat etmeniz gerekir. Şekersiz üzümün ne şarabı olur, ne tadı. Üzüm iyi değilse istersen yıllarca beklet şarabı, hiçbir şeye benzemez, tatsız bir şey olur. Bir şeyin tadı yoksa zaten at gitsin, işe yaramaz.”
“Teşekkürler Arkadiy, daha dikkatli olacağım. Ama merak ettim, ne sürdün yapraklara?” diye sordu Sait.
“Zamanın ötesinden bir şey efendim, söylesem de anlamazsınız, ama üzümleriniz artık çok daha tatlı olacak, bundan emin olabilirsiniz. Sadece onlara biraz zaman verin.” diye cevapladı Arkadiy.
Kafasını sallamakta yetinebildi Sait, rüzgar ensesine vuruyordu. Sessizlik kendisi tarafından kırılmayınca Arkadiy çekingen bir şekilde “Sıra sizde efendim, haksız mıyım?” dedi.
“Sıra mı? Bir de ben mi süreceğim ondan yapraklara?” diye sordu Sait.
Avcuyla alnını sıvazladı Arkadiy, “hayır efendim,” dedi, “Beni denize götürecektiniz ya hani, hatırladınız mı? Eve dönmem gerekiyor artık, iyice sıkıldım buradan.” dedi Arkadiy, haksız da değildi. Kendisi gibi bir canlı için doğru bir zaman değildi bulunduğu zaman.
İkili denize doğru yürürken güneş hâlâ aynı yerdeydi ama bu sefer Sait’in dikkatini çekmedi. Yol boyunca şarap şişesini kafasına dikti Arkadiy. Denize geldiklerinde de sevinçten zıplamaya başladı.
“Sonunda be! Sonunda!” diye haykırdı Arkadiy, “efendim, misafirperverliğiniz için çok teşekkür ederim fakat, siz de takdir edersiniz ki artık gitmem gerekiyor.” dedi Sait’e.
Buruk hissediyordu Sait, kısa bir sürede samimi olmuştu bu satirle, bir yandan ona ateş ettiği için üzgün hissediyor, bir yandan da gitmesini istemiyordu.
“Tekrar gelir misin peki Arkadiy?” diye sordu Sait zar zor ağzından çıkan sözcüklerle, gözleri dolmuştu, boğazına dizilmişti lâflar.
“Belki de…” dedi Arkadiy.
“Yaşlı ve yalnız bir adamım ben Arkadiy, fark etmişsindir. Ama inan ki seninle geçirdiğim şu birkaç saatten çok büyük haz aldım, çok teşekkür ederim.” dedi Sait, gözleri dolmuştu. Bütün bunları söyleyecek cesareti nereden bulduğu aklına dahi gelmemişti, bir anda çıkıvermişti işte ağzından öyle.
“Bakın ne diyeceğim” dedi Arkadiy Sait’e dönerek, “biraz gezmek ister misiniz? Sizi tekrardan buraya bırakacağım, söz veriyorum size.”
Hiç düşünmeden evet dedi Sait, evet, isterim. Başına gelecekler konusunda hiçbir fikri yoktu, olsa da pek umrunda olmazdı zaten. Arkadiy çantasından flüdünü çıkardı ve çalmaya başladı, Sait’in hayatı boyunca duyduğu en güzel müzik bu olmalıydı, öylesine güzel bir melodiydi ki rüzgar ve dalgalar dahi eşlik ediyordu bu ezgiye. Gözlerini kapadı, kulakları artık sadece flüdü, dalgaları ve rüzgarı algılıyordu, dalgaların ve rüzgarın sesi gittikçe arttı, sonrasında flüt sesi yerini tamamıyla su sesine ve rüzgara bıraktı. Ege’nin masmavi suları yavaşça oldukları yere kadar geldi yükselerek, ayaklarından başlayarak önce Arkadiy’i, sonra Sait’i sardı ama içine alıp yutmadı, sonrasında Ege’nin iç taraflarına sürükledi onları, nice savaşçıyı yutmuş olan, Poseidon’un hüküm sürdüğü iç taraflara. Sait gözlerini açtığında gördüğü şeye inanamadı, heyecandan kâlbi küt küt atıyordu ama korkmuyordu, ağzı kulaklarında bir çocuk gibi kahkaha atıyordu. Ellerine baktı, geçmişin hiçbir izi yoktu ellerinde. Dalgalar ayaklarından baldırlarına yükseldi ve daha da yükseğe taşıdı Sait’i, son sürat gidiyordu Ege’nin sularının üzerinde, mutluluktan ağlamaya başladı, yüzünü yalayan rüzgar göz yaşlarını geldiği istikamete fırlattı, arkasına, geçmişine. Arkadiy belirdi yanında:
“Her şey için çok teşekkürler efendim, sizi hiç unutmayacağım. Artık gitmeliyim, görüşmek üzere!” dedi ve sular tarafından sarmal bir şekilde yutuldu. Sait bir yandan kahkaha atarken öbür yandan ağlıyordu. Hiç bu kadar dolu dolu gülmemişti hayatında, öyle ki ağızda ince bir tat bırakan vişne şarabı gibiydi şu an hissettiği, sevinci ve mutluluğu somut bir şekilde tadabiliyordu. Gözlerini kapattı, kollarını iki yana açtı ve arkasına yaslandı, bütünüyle kendini denize bırakmıştı.
Gözlerini açtığında Arkadiy yoktu, çevresine bakındı, Ege Denizi tarafından çekilmeden önce bulunduğu yerdeydi tek başına, güneşse tepelerin ardından yükselmiş, keskin bir şekilde yüzüne vurmaktaydı, yakmıyordu, sadece hafif bir sıcaklık bırakıyordu çehresinde. Gülümsedi, derin bir nefes aldı burnundan. Denize doğru döndü ve el salladıktan sonra bağın yolunu tuttu. Sait mutluydu.
Merhaba,
Evvela seçkiye hoş geldiniz. Öykünüz çok hoştu. Temayı pek sevemesem de sizin öyküde temayı kullanış şekliniz hoşuma gitti. İki karakteri de güzel çizmişsiniz. Konu ve öykünün geçtiği atmosfer güzeldi. Diyaloglar da keza öyle.
Arkadiy, arkadaşı çağrıştırdı; bilmiyorum kelime oyunu olarak kullandınız belki. Öyleyse güzel olmuş. Herkesin deli gözüyle baktığı Sait’e bir arkadaş olmuş satir.
Temanın çoğu öyküsünü okudum yorum yazamasam da. Okuduklarım içinde en iyisiydi öykünüz.
Kaleminize kuvvet.
Merhabalar,
Öncelikle hoş buldum, buna ek olarak okuduğunuz ve yorum yaptığınız için de çok teşekkür ederim. Açık konuşmak gerekirse tema çok hâkim bir alana âit değil ve normalde yazdığım şeylere kıyasla fazla fantastik kaçıyor lâkin yine de yüzeysel de olsa biraz bilgim bulunuyordu ve ortaya böyle bir şey çıktı hayâl gücü ve kurguyla birleşince. Atmosferi ve diyalogları beğenmeniz de beni mest etti, çok teşekkürler.
Satir için Arkadiy ismini seçerken söylediğiniz açıdan bakmamıştım açıkçası, ama evet, Sait’e arkadaşı olması açısından son derece mantıklı. Arkadiy, pekâlâ Kiril gibi Rusça’da sıkça kullanılan ve Yunan kökenli olan bir isim. Köken olarak Arkas – Arkadios – Arkadia izini takip ediyor, anlamı da “Arkadya’nın yerlisi, Arkadya’da yaşayan” demek. Arkadya da Yunan Adası’nda bulunan, gerçeklikten uzakta, mutlu insanların yaşadığı yer, bütün bunlara ek olarak da Pan’ın memleketi. İsim açısından olmasa da kurgu açısından dediğiniz gibi düşündüm, zira Sait, takdir edeceğiniz üzere ziyadesiyle yalnız ve kimse onunla herhangi bir şekilde iletişim kurmak istemiyor.
Güzel sözleriniz ve yorumunuz için tekrardan çok teşekkür ederim size, umuyorum ki veba temalı seçkide görüşürüz, esen kalın ^^
başarılı baya başarılı , ilk paragraftan sonuna kadar tüyleri diken diken eden bir tema var
Çok teşekkür ederim yorumunuz için generalfeldmareşal 😛
Masal tadında bir öykü olduğunu söyleyebilirim. Belki de bana öyle bir his vermiştir. Tatlı tatlı esen rüzgar gibiydi. Bazı devrik cümleler okunuşta biraz problem yaratmış en başlarda fakat ilerleyen paragraflarda bu etki hiç yoktu. Bu da bana sanki iki farklı günde yazılmış havası verdi, nedendir bilmem. Öykü sonunu daha çarpıcı beklemiştim aslında. Sanki çok soft kalmış gibi. Genele baktığımda ise başarılı bir öykü olduğunu söyleyebilirim. Temaya bakış açısı ve hayal gücünüzü beğendim diyebilirim. Bazı detaylar çok hoşuma gitti. Söyleyeceklerim bu kadar, kendinize iyi bakınız.
Okuduğunuz ve yorumladığınız için çok teşekkür ederim.
Öyküyü tek oturuşta yazsam da düzeltme işine yanlış hatırlamıyorsam belirli bir süre sonra girmiştim ki çok yerinde bir eleştiri devrim cümle hususu, şöyle hızlı bir göz gezdirmede dahi gözüme çarptı, daha dikkatli olacağım bundan sonra.
Öykünün sonu ilk yazımdaki hâliyle biraz daha farklıydı aslında, daha dramatik diyebilirim. Lâkin öykünün sahip olduğu genel çizgiye biraz aykırı olması hasebiyle değiştirdim.
Tekrardan teşekkür ediyorum okuduğunuz, yorum yaptığınız ve sarf ettiğiniz güzel sözler için. Tekrardan görüşmek umuduyla.
Veba temasındaki başarılı öykünüz sonrası geldim buraya. Bu öykünüz de gayet keyifliymiş, nasıl gözümden kaçmış anlayamadım.
Kaleminize kuvvet, takipteyiz.
Bir blog adresiniz var mı yazdıklarınızı takip edebileceğimiz?