Soluk, yıpranmış bir resimde gülümsüyorum. Davetsiz bir misafir olmanın verdiği utanmazlıkla… Yüzüm bana ait değil. En azından her gün aynaya baktığımda karşılaştığım yansımam değil. Ama beni hakir gören bu küçük hanıma verebileceğim en iyi ders… Yumuşacık, damarlı bir el tutuyor torununun mezuniyet resmini ve soruyor ‘’Gaye bu adam da kim?’’ Bakışlar gayet mutaassıp görünen ve inceliğiyle nam salmış kıza dönüyor. Sarmaş dolaş bir resim var ellerinde. Bir adam ve Gaye’nin gülümsediği… Ben o sorulan adamım işte. İstediğim her kareye özgürce giren ve bundan dolayı utanmayan adamım…
Her kişi çocukluğunda bir yeteneğini keşfeder. Kimileri yuvarlak bir cisimle ki ona top diyoruz her istediğini yapabilme özgürlüğü olduğunu. Kimileri her kılığa girip izleyeni inandırabilme kapasitesini ki biz ona oyunculuk diyoruz. Kimileri rakamlarla olan yarenliği sayesinde dünyanın analitik kimliğini bulabilme şansını keşfeder. Uzayıp giden bu liste yani yetenekler geçidi size dünyada olan yerinizi bilme hakkı verir. Benim yeteneğim ise istediğim herhangi bir resme davetsiz ve çabasız girebilme yeteneği idi. Yakalayıp dondurduğunuz o özel ana fütursuzca kast edebiliyordum. İstediğim her surette. Siz benden habersizken ben o resme bakan diğer göze soru sorduran kişi olabiliyordum. Kim bu adam ya da kadın sorusunu…
Küçük bir çocukken keşfettiğim bu yeteneğimi kimselere söylememiştim. Hayır, korktuğum ya da bundan çekindiğim için değil. Farklı olmanın diğer sıradanlara ne yaptığını bildiğimden bahsetmemiştim mucizemden. Ama nasıl diyorsunuz değil mi? Yapmam gereken tek şey gördüğüm herhangi bir yüzü aklımda tutmak oluyordu. Gözlerimi kapatıyor ve kendimi o donan karede hayal ediyordum. İşte oradaydım. Hem de istediğim her yüzün şeklinde. İnsanlar gördüklerini inkâr etmezlerdi. Ve resimler kanıttı. Çaresizce inkâr ettiğiniz halde kurtulamazdınız. Kulağa tuhaf geliyor, biliyorum. Bu özelliğin kime ne faydası var sorunuzu duyar gibiyim. Bu benim kendini beyaz göstermeye çalışan ve bu yüzden acımadan önüne geleni ezip geçen, görmeyen, görmek istemeyenlere sunduğum intikamımdı. Herkes bir yerlerde hesap vermeliydi. Onlarda bu şekilde hesap veriyorlardı. Bu hediyem sayesinde kimini kurtarıyor kimini ise içinden çıkamayacağı durumlara düşürebiliyordum. Mesela öğrencisine sarkıntılık eden bir öğretmeni kendi yarattığım o kareyle yakalatmıştım. İnkâr edememişti. Kanıttı bu çünkü. O çocuk en azından onun hak ettiği cezayı çektiğini görebilmişti. Ama nasıl olduğunu asla bilememişti.
Ayrıca ben oyun oynamayı severdim. Çocukken kurduğum dünyayı büyüyen bedenime de taşıyabilmiştim bu sayede. Bu benim gücümdü. Hazzını yaşıyordum. Güce bir şekilde sahip olduğumu bilmenin verdiği doyumu… Kahraman değildim çoğu zaman. Sokaklara dökülüp kötülerin elinden iyileri kurtarmıyordum. Sadece bazen…
Böyle zamana müdahil yaşarken tamirhaneye geldiğinde gördüğüm bir kadın tüm bu akışı değiştirdi. O günü hatırlıyorum. Kırklı yaşlarının başında kızıl saçları omuzlarına dökülen, uzun boylu, dolgun dudaklı, yeşil gözlü o kadın. Giydiği kıyafetle hepimizi satın alabilecek güce sahipti. Arabası bakıma gelmişti sözüm ona ama biz öncesinde gözlerimizi ayırmadan bakmakla yetinmiş ustanın, ‘’Sallanmayın hanımefendinin sizin yağ kokunuzu çekecek zamanı yok!’’ sözleriyle sarsılmış ve ne olduğumuzu, nerede durduğumuzu tam olarak anlayabilmiştik. Kadın alaycı gülüşünü bozmadan gözlerime bakarak ilerlemişti. Yürüyüşü, hayır süzülüşü tarifle yemeyeceğim hisler bırakmıştı yağ kokumun üstünde. Tam önümde durup yeşil nehrini üzerime döküvermişti. Yıkanmak güzel bir histi. Hele de o gözlerle. Kırmızı ojeli tırnaklarında sallandırdığı anahtarı bana uzatıp’’ Al bakalım.’’ demişti. ‘’Sana emanet.’’ Çantasına eğilip çiçek kokan parfümü ile beni yağmaladıktan sonra yetmiyormuş gibi saçlarıyla ölümümü garantileyip konuşmasına devam etmişti. ‘’Bittiğinde beni bu numaradan ara. Gelip alacağım.’’ Başımı sallamakla yetinmiştim. Onayladığım şeyse gelip arabayı alması değildi. Gelip beni almasıydı. Arkasını dönüp koluna geçirdiği deri çantayı umarsızca sallayarak çekip gitmişti. Tüm tamirhane özellikle de ben selam durmuştuk bu gidişe. Ben elimde cipinin anahtarı giden bu çağlayan nehre bakıp iç geçirirken arkadaşlarım hadi gene iyisin kabilinde sözler etmekteydiler. İyiydim. Bir erkek için fazlasıyla güzeldim. Ve en azından çalışmakta olduğum bu güruhtan farklı olarak okumayı biliyordum. Daha doğrusu okumanın zorunlu haller dışında yapılabilecek bir faaliyet olduğunu. Devam eden ve maksadını aşan şakalaşmalara aldırmadan arabaya doğru yürümüş ve aç kalmamak için başladığım işime devam etmiştim gün boyu. Aklımda olan tek şeyse o kadındı. Bir ara tulumuma sıkıştırdığım kartı çıkarıp neden sonra bakmaya da cesaret edebilmiştim. Adını öğrenmek bile içimi titretirken ona adımı öğretmenin, harf harf nasıl bir his olduğunu hayal etmeye çalışıyorum.
Kartı çevirip gözlerimi kapamıştım önce. Göz kapaklarım yavaşça aralanırken onun yeşil yaşları gözümde adını okumuştum. Seza…
Arabanın sürücü koltuğunda öylece dilim terennüm etti bu ismi. Defalarca kez, hızla Seza… Bu sırada ustamın o sinir bozucu ses tonu ile uyanıp çiçek bahçelerinden cehenneme düşmüştüm tekrar.’’ Zeval, sen o arabanın içinde ne halt ediyorsun?’’ Başımı direksiyon simidinin arasından onu görebilecek şekilde kaldırmış ve’’ Hiç usta bitti demiştim.’’ Kartı cebime tıkıp arabanın dokunduğum yerlerini sildim leş gibi ter kokan adam yanıma gelip de afilli bir küfür savurduğunda. Ona ne zaman baksam aklıma gelen tek şey olurdu. Kanalizasyon deliği…
Ama Sıddık usta bakışlarıma alışkın olduğundan aldırmamıştı bu ince yergime. Zaten anlamamıştı da.’’ Kaputu aç!’’ diye emir buyurdu. Açtım. Baktı. Başını kaldırıp’’ Tamam, ara bakalım şu boya küpünü gelip alsın arabasını.’’ Kötü kahkahasını da tüm atmosfere yaydıktan sonra dönüp hepimize seslendi. ‘’Bana bakın be! Kadın geldiğinde bir zahmet yiyecekmiş gibi bakmayın olur mu? Sakın müşterimi kaçırmayın bozuşuruz.’’
Başım önde sanki içinden geçen çamuru görmediğimi farz ederek telefona yöneldim. Numaraları tuşlarken ilk kez elimin titrediğini hissettim. Çalma sesi beni konuşmama hazırlıyordu. Aklımdan birkaç nazik söz bellemeye çalışırken telefon açıldı.’’ Efendim?’’ Sesi de öyle idi işte. Çağlayan, yeşilliklerin içinde duraksızca akan bir nehir… Bu aşk değildi. Lakin tutkunun son raddesiydi. Dirilişti bu. Uyanış…
‘’Merhaba hanım efendi ben Sıddık ustanın yerinden arıyorum. Arabanız hazır.’’ Ses bir an durduktan sonra sordu.’’ Sen anahtarı verdiğim genç olmalısın, değil mi?’’ Sesimin titremesine engel olmaya çalışarak ‘Evet hanımefendi’’ dedim. Ses ince bir kahkaha attı. ‘’Adın ne?’’ boğazımı temizleyip adımı söyledim. ‘’Zeval!’’
Telefonda oluşan bir anlık sessizlikten fırsat kafamı tamirhaneye çevirdiğimde yemeğini bekleyen aç kurtlar gördüm. Hepsi benim konuşmama kulak kesilmişti. Başımı tekrar ahizeye çevirip beklemeye başladım. Sonunda Seza konuştu. ‘’Bak ne diyeceğim Zeval, benim için yoğun bir gün sana adresi versem arabamı getirebilir misin? Ödemeyi şirkette yaparım.’’ Bir anlık duraksamanın ardından karnımdan ve daha aşağıdan geçen kelebek sürüsünü görmezden gelip’’ Tabi Seza Hanım.’’ dedim. Telefonu kapatıp derin bir nefes verdim.
Ne olmuştu sanki yalnızca arabayı götürüp gelecektim. Hele verdiği adresten vesait bulup da geri dönmek tam bir işkence olacaktı. Ama ne demişti saygıdeğer ustamız müşteriyi kaçırmayın. Sanki koyun sürüsü kovalıyor gibi hissederdim hep bu sözü duydukça. Ustanın kapı pervazına yaslanan silueti gözüme çarpınca kendimi toparlayıp usta, ‘’Seza hanım arabasını getirmemi istiyor. Meşgulmüş, gelemiyor.’’ dedim. Tepkisi ağzının bir kıyısını kulağına taşımak suretiyle oldu. ‘’Götür. Geri gelmene gerek yok bu arada zaten geç oldu.’’ Yanından geçerken göz teması kurmaktan özenle kaçınıp yazdığı faturayı elinden kazırcasına aldım. Arkama bile bakmadan odaya gidip giyindim. Aynaya baktım. Yüzüm, ellerim temizdi. Mavi kot gömleğim ve kadife lacivert pantolonumda fena sayılmazdı. Yağ kokusundan sıyrılmak için taklit parfümümü sıkıp son kez kendime baktım. Söz dinlemeyen kara, kıvırcık saçlarımı düzeltip arkamdan topladım. Anahtarları alıp ustama ‘’Ben gidiyorum.’’ dedim. Bu gece onun cebinden çıkacak resmi hayal ediyordum ona hoşça kal derken. Ucuz kırmızı kıyafetli ve ne olduğu gayet belli bir kadınla kadehlerin yanaklara eşlik edeceği resmi… Hatunu bu kez onu affedemeyecekti. Bu kez sondu. İçimden gülümseyip cipe bindim, kontağı çalıştırdım.
Yolda birkaç kez durup adres sormam gerekti. Aklımın meltemine takılanlar yol akıp giderken bana onun parfümünü taşıyordu. Orijinal ve pahalı… Ben buradayım diye haykıran o koku onun geldiği andan itibaren dört bir yandan kuşatmıştı beni. Şirketin otopark girişinde güvenlikle karşılandım. Ona Seza hanım’ın arabasını getirdiğimi söylediğimde demir kapılar önümde boylu boyunca açıldı. Bazı isimler kapıları açabilirdi. Büyüklüğü ya da neden yapıldığı önemli değildi. Bazı isimler kapıları açardı. Tek yapmanız gereken doğru ismi telaffuz etmekti. Şirketten içeri girdiğimde ikinci bir güvenliğin sorusuyla karşılaştım. Kapı da tekrar ettiğim sözler istemsizce döküldü. Heyecanım giderek artıyordu. Peynirini labirentte arayan fare gibiydim. Her beden bana onun kokusunu yaklaştırıyordu.
Seza’nın odasının yer aldığı kata çıktığımda ki kartal yuvaları hep yüksekte oluyordu geniş bir holden büyükçe bir odaya vardım. Ahşap ve gayet kaliteli olduğu belli olan bir masanın başında hoş ve şık giyimli bir genç bayan oturuyordu. Oda kırmızı tonlarının hakim olduğu mobilyalarla döşenmişti. Şeytan kadınsa bu giriş cehennemeydi!
Masanın üzerine yan oturmuş kadın, telefonda muhtemelen bir erkekten gelen, sonu belli olan kıvılcımları alıp tutuşturmakla meşguldü. Dar ve üzerine yapışan siyah bir pantolon, beyaz saten bir gömlek ve kırmızı topuklu ayakkabılar giymişti. Tek kelimeyle şehvaniydi. Fakat öyle doğanlardan değildi. Olmaya çalışanlardandı yalnızca. Beni gördüğünde yüzünde konuşmasının bölünmesinin verdiği sıkkınlık ifadesiyle telefona fısıldayıp ayağa kalktı.
Boydan boya süzdükten sonra beni gören her kadın gibi yaklaşmaya başladı.’’ Buyurun size nasıl yardımcı olabilirim?’’ Aslında durum itibariyle yardımcı olamazdı.’’ İyi günler!’’ derken ben masanın kaliteli ahşabını okşuyordum. O ise kahve yanık tenimi ve kıvırcık siyah saçlarımı… Gözlerin size verdiği okşama hissini bilir misiniz? Ben biliyordum.
‘’Tamirhaneden geliyorum. Seza hanım’ın arabasını getirdim.’’ Tamirci olduğumu öğrendiğinde yaşadığı hayal kırıklığı beni eğlendirmişti. Hep yaşarlardı. Önemliydi isminiz gibi nereden geldiğiniz de. Koltuğuna doğru yürüyüp ki bu benim tipim değilsin ifadesiydi telefona sarıldı. En nazik sesiyle geldiğimi bildirdi patronuna. Sonra kafasını kaldırmadan ‘’Buyurun dedi sizi bekliyor Seza Hanım.’’
Kapıya yönelip kapı koluna elimi götürdüm. Sonra omzumun gerisinden masaya bakıp’’ Sizin beklediğiniz de gelir bir gün!’’ dedim. O daha ne dediğimi anlayamadan ben kapıyı çalıp içeri girmiştim. Beyazlarla bezeli hafif, ferah bir ofisti bu. Masa ahşap ayaklı ve camdandı. Şeffaflık kendi bedenine hâkim olduğu gibi ofisine de hâkimdi. Seza beni anlamlı bir gülümsemeyle selamladı. ‘’Merhaba Zeval hoş geldin.’’ Önümde durdu. Bakımlı eli havada benim elini sıkmamı bekliyordu. Bende gelen daveti geri çevirmedim. Gözlerinin içine bakarak’’ Merhaba Seza Hanım.’’ dedim. Sarı mini eteği ve siyah yuvarlak kesim ceketiyle muhteşem görünüyordu. Ya o kızıl saçları. Evet, bu tutkunun zuhur etmesiydi. Aşk kadar saf değildi. Aklımda tek şey belirmişti. O eteği çıkarmak. Düşüncelerimi beynimin derin, kullanılmayan koridorlarına itip’’ Buyurun.’’ dedim. ‘’Cipinizin anahtarı. Bunlarda verilen bakımın ayrıntıları ve fatura.’’ Sonra derin bir nefes alıp’’ Ben sizi daha fazla rahatsız etmeyeyim.’’ dedim. Kapıya yönelmişken o ses buyurdu. ‘’Nereye gidiyorsun Zeval acelen ne? ‘’
Arkamı döndüm. Yüzüne baktım. Ne istediğini biliyordum. O da benim ne istediğimi. Neden olmasındı!
Kapıya yakın bir şekilde kımıldamadan durdum. Yaklaşmasını bekledim. Avına gel dedim içimden. Durduğu anda o kadar yakındaydı ki beline sarılıp kendime çekmemek için mücadele veriyordum. Yüzüme bakıp derin bir nefes aldı.’’ Çok güzel bir yüzün var.’’ dedi. ‘’Bir erkeğin böyle bir yüze sahip olması bize haksızlık değil mi?’’ Gözlerinin yeşiline bakıp ‘’Asıl haksızlık bu gözlerin sizde olması ve onlara sahip olamayacağımı bilmek bence!’’ dedim. Sadece zamandan çalıyorum. Kahkahası zil sesi misali ofisin dört bir yanına yayılıp kulaklarıma geri döndü.’’ Aç mısın Zeval?’’ ‘’Evet!’’ O an bir savaşın içindeydik ve galip olmayacaktı.
Birlikte yemek yedik. Keyifliydi. Bana neden bu işi yaptığımı sordu bir ara. Gözleri gözlerime kilitliydi. ‘’Paraya ihtiyacım var.’’ diye başladım söze.’’ Master yapıyorum. Makine mühendisliğinden mezunum.’’ O an gülümsedi.’’ Sen oraya ait değilsin!’’ diyordu. Eli elimi okşarken ‘’Nereye ait olduğumu bilmiyorum.’’ dedim.’’ Etrafımdaki insanlar okumanın sadece yol tabelalarından ibaret olduklarını sanıyorlar. Yapmak zorundayım. Onlara aslında ne olduğumu söylersem içlerinde barınamam Seza.’’ Bir anda senli benli olmuştuk. Başını salladı. Dudağından keskin bir gülümseme geçti. Bıçak misali. Anlıyordu beni. Masanın üzerinden bana doğru eğilip loş ışıklarla aydınlatılmış restoran da elini yanağıma götürdü.’’ Çok güzelsin!’’ dedi fısıltıyla.’’ Yüzün, dudakların, saçların… Her kadın senin gibi bir adamı hayal eder.’’ İç çektim bu sözlere. Kadın şeytan için yaratılmış olandı. Dünyayı yönetmek kaderi erkek cinsine nasip edilmişti lakin kadın onun en zayıf tarafıydı. Ve aslında yöneteni yönetirdi. O bu silahın nasıl kullanılacağını biliyordu. Şu an kafama çevrili olan namlunun ucunda olmak bana yazılmıştı. Ve ben mutluydum. Lakin açtım.
‘’Bir gün dedim belki her kadın beni isteyecek ama bugün değil!’’ Elini elimden çekip sandalyesine kuruldu. Sonra ‘’Gidelim mi?’’ dedi. Başımı salladım. Hesap ödemeyen bu kadın sadece kartını bırakarak arkasına bakmadan elimi tutup devam etti. İsmi her türlü borcu kapatabiliyordu. Cipe bindiğimizde konuşmadık. Eli bacağımdan daha yukarılara kaydı. Arabayı kullanmaya konsantre olmam gerekiyordu. Lakin bir dokunuş ölüme bedeldi. Evinin önünde durduğumuzda kontağı kapatıp gece lambasının sokağı aydınlattığı yere diktim gözlerimi. Bana baktığını biliyordum. Oyunun sonunu biliyordum. Çantasını alıp’’ Yukarıya gel!’’ dedi en nihayetinde.’’ Kahve içelim!’’ Yarım ağız gülümsedim. ‘’Kahve kadar kıvrak bir içecek var mı?’’ dedim.
Kahkahası yine kulaklarımı okşadı. Kapıyı açıp beni içeri aldı. Topuklu ayakkabılarını çıkarıp ‘’Rahatına bak. Ben birazdan dönerim.’’ Elimi pantolonumun cebinden çıkarıp onu kendime doğru çektim hızla. ‘’Ben rahatım.’’ dedim. Nefes alış verişlerini en derinden duydum. Gözleri gözlerimdeydi. Dudakları aralık bekliyordu. Önce ben davet etmeliydim. Kural buydu. Şehvet aniden olanı severdi. Sert olanı… Masumiyeti, duygusu olamayanı…
Bizde birbirimize böyle saldırdık işte. Dudaklarımızı yağmaladık. Yaktık. Bulabildiğimiz tüm ganimeti kendimize istedik. Gemi batabilirdi. Nefes alamadığımı hissettim dudaklarımı boynunun dehlizine gömdüğümde. Kokusunu içtim. Sıcacık bir kahveydi. Karışımdı. Zehirdi. Fısıltılarını duyuyordum. Saçımı avuçlarının içine alıp çekişlerini… Sonra o sözleri tüm büyüyü bozdu.’’ Çabuk ol kocam gelmeden benden ne alabilirsen al çocuk! Ben seni tamamen istiyorum.’’
Dudaklarım boynunda kaldı. Elim koynundaki güzellikte. Aramıza bir fırtınayı soktu bu sözler. Beni bu doyumdan etti. Onu kendimden uzaklaştırıp ‘’Evli misin?’’ diyebildim kekeleyerek. Gözleri tutkuyla koyulaşan kadın konuştu. ‘’Ne sanıyordun. Tüm bunlara kendi başıma sahip olduğumu mu?’’ Hem ne önemi var demeye yeltendi. Eli göğsümü boydan boya yırtarken. Elini çekip yüzüne baktım. ‘’Önemi var!’’ dedim.’’ Ben başkasının kadınına dokunmam!’’ Kapıya yönelip açtım. Arkamda ki dilberin çirkinliği o an ortaya döküldü. Kapıyı kapadığımda bana ne olduğumu en ağır sözlerle fırlattı tıpkı diğerleri gibi.
Gece boyu düşündüm. Ne yapabileceğimi. Nasıl kör olduğumu… Sabah kalktığımda hayatıma dönmek zor geldi. Önce okula gidip tezimi verdim. Sonra ayaklarıma rağmen çöplüğüme gittim. Ama ben varmadan iftira oraya uğramıştı bu kez. Sıddık ustayı kapı da beni bekler bulduğumda bir şeylerin ters gittiğini anladım. Yanına yaklaşıp hayırdır usta dememe kalmadan o hantal adamın yumruğuyla yere devrildim. Bağırıyordu. ‘’Hırsız, p… kurusu… Sen kim olduğunu sanıyorsun da hem kadının yüzüğünü çalıp bir de üstüne ona saldırmaya yelteniyorsun.’’ Sözler aldığım darbeden daha sertti. ‘’Hayır!’’ dedim. Ben yap… Diyemedim. Olmadı. Polis geldi. Beni aldı. Sorguladı. Onun yüzüğünü çalmıştım. Seza Güncan’ın. Arabasında ona saldırmaya kalkmıştım. Başım önde sessizce dinledim. İtiraz etmem daha çok hakarete neden oluyordu. Yeterli kanıt bulunamadı sözü beni kurtaran sebep olmuştu. O sabah karakoldan çıktığımda kararımı vermiştim. Kocası tüm gerçeği öğrenecekti. Bu kez yeterli delil eşliğinde… Karakolun merdivenine oturup gözlerimi kapadım. En ateşli anı seçtim fotoğraf karesi için. Yüzümü koymaktan son anda vazgeçip şirketin yakışıklı, sarışın güvenlik görevlisini seçtim. Seza’nın da dediği gibi ne fark ederdi ki! Gözlerimi açtığımda resim Seza’nın sahibinin elindeydi. Ceza kesilmişti. Eve döndüm. Artık işim yoktu. Aynaya geçip yüzümdeki şişliğe baktım. Morluklara… Ezilmekten yorulan ruhum suskundu. Ama devam etmeliydim. Çok az kalmıştı okulu bitirip, gerçek beni göstermeye. İşte o zaman kendi işimi yapacaktım. Makinelerimle onların efendisi olarak oynayacaktım.’’ Sabret!’’ dedi bana ait olmayan bir fısıltı. Sabret…
Birkaç girişimden sonra bir kafede garsonluk yapmaya başladım. Küçük şirin bir yerdi. Sahibi kulakları duvar kadar sağır olan tonton bir kadındı. Mahide teyze… Ona ilk kez teyze dediğimde’’ Bana bak, zevzek ben senin teyzen değilim. Abla de bakayım.’’ Abla deyip başımı eğmiştim. Hemen işime dönmek suretiyle… Aksiydi ama iyiydi. Hakaret yoktu en azından. Torunu liseye gidiyordu. Eylem okul çıkışları gelip yardım ediyordu bana. Bir de Latife abla. Kek, pasta aklınıza ne gelirse o yapardı. Oraya başlamamdan üç gün sonra polis kafeye geldi. Benim içindi. Onları gördüğüm anda anladım. Mahide beni gösterip yanıma yaklaştı. ‘’Onlarla git.’’ dedi. Gittim. Seza benim olayımdan iki gün sonra kaybolmuştu. Onu dün gece evinin çok uzağında ıssız bir yerde ölü olarak bulmuşlardı. Dövülmüş ve tecavüze uğramıştı. Dondum. Hayat dondu. Her ayrıntı havada asılı kaldı. Yüzlerine bakıp hiç bir şey diyemedim. Olayın olduğu gece evdeydim demem dakikalarımı aldı. Neyse ki şahitlerim vardı. O gece birlikte eğlendiğim arkadaşlarım. Karakoldan son kez Seza yüzünden çıktığımda elimi başımın arasına alıp benim yüzümden olabilir mi diye düşündüm. Ama olamazdı.
Kafeye döndüğümde kovulmayı bekledim. Onun yerine Mahide’nin ‘’Gel bakayım genç adam!’’ diyen sesi vurdu kulaklarıma, gel de bana her bir şeyi anlat patron emri.’’ Gülümseyip acımı unuttum anlattım başıma geleni. Özel yeteneğim kısmını es geçerek. Dinledi. Dinlemenin nasıl bir erdem olduğunu susarak anlattı. Elimi tutup’’ Hayatına devam et Zeval’’ dedi. Ettim.
Kafeden yorgun argın çıkığım bir gün yürüyüş yapmak için yakındaki parka gittim. Koşan, konuşan, dokunan insanları seyretmek hoşuma gidiyordu. Köşede ki banka oturup termosumdaki kahvemi yudumlamaya giriştim. O sırada karşımdaki bankta oturmuş ağlayan kız dikkatimi çekti. Gözyaşları sessizce süzülüyordu gözlerinden. Damlalar toprağa karışıyordu usulca. Hemen altındaki çimenlere hayat veriyordu o damlalar lakin bir kaybın arkasından dökülüyorlardı, hissediyordum. Elimi cebime atıp mendilimin olup olmadığını yokladım. Vardı. Ayağa kalkıp onun tam karşısında durdum. Önce hiç tepki vermedi. Sonra başını yavaşça kaldırıp kocaman gözleriyle bana baktı. Hiç ses etmeden mendili ona uzattım. Tereddüt etti, elini bir uzatıp bir çekti bu teklif karşısında. Direncinin kırılması ne kadar sürdü bilemedim. Mendile uzanan narin parmaklara baktım. Onu alıp gözlerini silmesini seyrettim. Tekrar başını kaldırıp sağ olun deyişini belli belirsiz. Ellerini kucağında birleştirmesine baktım. ‘’Oturmaz mıydınız?’’ dedi. Sesi titriyordu. ‘’Özür dilerim.’’ dedim. ‘’Ben ağladığınızı görünce…’’
Devamı yoktu sözlerimin. Gülümsedi. Ben… Derin bir nefes aldı. İnip kalkan göğsünü izledim. ‘’Ablamı kaybettim!’’ Ölüm, iki heceli bir kelime… Beş harften oluşuyor. Matematiksel olarak bir düzlemi ifade ediyor. Doğum denen noktanın başlattığı bir düzlem. Ama niye o kelimeyi duyunca üzerine söylenecek başka söz bulunamıyor? İşte bunlar ağzımdan bir anda çıkmıştı. O, başı hafif eğik beni dinliyordu. Kâkülleri yüzünü örtüyordu nispeten. Burnunu çekip ‘’Çünkü’’ dedi.’’ O, bir insan için söylenebilecek son kelime!’’
Bir süre sessizce oturduk. İçinde bulunduğumuz parkın bizim yerimize söylediklerini dinledik. Rüzgârın, kuşların, kedilerin, yürüyen, koşan insanların söylediklerini… Sessizliği ben bozmuştum. ‘’Adım Zeval.’’ dedim. Elimi uzattım çekinerek. Elimi tutup’’ Adım Havva’’ dedi. Âdem’in Havva’sı…
Yan yana oturduk. Gizlice süzdük birbirimizi. Konuşmaya başladık. Anlatmaya. Ben ona okulumu anlattım. Çalıştığım yeri, hayallerimi. Bir resmin içine girebileceğimi anlatamadım. Saklanıp oradan bakan gözü korkutabileceğimi… Anlatamadım.
Yaşadığım kötü günlerin ardından güneş yüzünü göstermeye başlamıştı. Artık işim vardı. Bir diplomam ve Havva… Aşk… Gülümsemem hiç değişmemişti. Onu her gördüğümde aynı haliyle doğuyordu gün. Onu ilk gördüğüm haliyle. Kendime ait resimlerim vardı artık. Kendi yüzümün yanında onun yüzü duruyordu. Kafede doğum gününü kutladığımız da çektirmiştik ilkini. Elimi beline sardığım anda. Gözlerimde hiç böyle parlak bir ışık görmemiştim. Ama bir derdi de vardı sanki. Arada bir kayboluyordu. Telefonlar geliyordu. Daha açmadan tedirgin olduğu telefonlar. Bir gün dayanamayıp sordum. Neler oluyor diye. Cevabı beni geçmişe götürdü.’’ Ablamı kaybettim demiştim ya sana.’’ Başımı salladım. Elini tuttum.’’ Ablam öldürüldü Zeval!’’ Cümlenin beynimde kendine doğru yeri bulmasını beklerken o devam etti. ‘’Hakan abi yani ablamın eşi onu sevgilisi olan güvenliğin öldürdüğünü söylüyor ama ben ondan şüpheleniyorum.’’ Gözlerimi kırpıştırdım. Kekeledim.’’ Dur bir dakika ablanın adı Seza’ydı değil mi?’’ ‘’Evet.’’ dedi. ‘’Soyadı ne?’’ Güncan…
O an bana çarpan bir buldozer olsaydı bu denli unu fak olmazdı kemiklerim, kaslarım. Güvenlik görevlisinin yüzünü ben koymuştum o resme. Onu ben öldürmüştüm aslında. Havva elimi tutup yüzüme baktı. Sesi o kadar uzaktan geliyordu ki duyamıyordum. Yüzü silikleşmişti. Her şey gitmişti bir anda. Ne diyeceğimi bilemeden gitmem lazım deyip ayağa kalktım. Onu öylece hüsran içinde şaşkınlık denen palyaçoya emanet edip kaçtım. Koşmaya başladım. Sokaktan geçen insanlara çarpa çarpa koşmaya başladım. Durmadım. Duramadım. Ne kadar sürdü kaçışım bilmiyordum. Dizlerimden nur çekilene dek koşmuştum. Yere kapaklanıp durdum sonunda. Kaldırıma kıvranıp ağlamaya başladım. Benim yüzümden bir kadın ölmüştü. Peki, ben bunu sevdiğim kadına nasıl anlatacaktım? Anlatmaz da saklarsam ona dokunmaya nasıl dayanacaktım? Başım ellerimin arasında öylece sallanmaya başladım. Ara sokakta kıvrılmış küçük bir toprak solucanı misali kopan kuyruğumu yeniden oluşturmaya çalışıyordum. Nafileydi çabam, biliyordum. Ayağa kalkıp duvara tutundum. Nefes alışverişlerimi düzenlemeye çalıştım. Sonra Havva’nın evinin yolunu tuttum bir ucundan. Lakin kolum çekemiyordu bu ipi. Ayaklarım direniyordu. Yapmalıydım yine de. İnsan en çok mecbur olduğuna içerler ya bende içerlemiştim yüreğimin mantığımı ezip de dürüst ol demesine. Ama susmuyordu sesi. Onun kapısına kadar sürükledi beni. Kanattı, acıttı.
Kapıda durup soluklandım. Bahanem ciğerlerimdi bu kez. Oksijene ihtiyaçları vardı. Kalbim bunu anlardı. Elim gitti zile. Çaldım. Havva ağladığı belli olan gözlerini bana dikti. Yaşlar süzüldü yanaklarından. ‘’Neden gittin?’’ diyebildi. Sonra boynuma atılıp ‘’Gitme bir daha!’’ dedi. Sarıldım sadece.’’ Gitmem.’’ dedim. İçimdeki sesse konuştu, ben duydum. Sen gönderirsin belki ama yine de gitmem ben.
Bir süre sessizce oturduk. Konuşamayacak kadar karışmıştı yüreğim. ‘’Sana anlatmam gereken bir şey var.’’ dedim neden sonra. Bacaklarını kanepeye toplayıp başını omzuma koydu.’’ Ablanın ölümüne ben sebep oldum sanırım.’’ dedim. Gözlerimi kapatıp beklemeye başladım. Başını kaldırıp nasıl olabilir ki bu dediğinde ona anlattım. Yeteneğimden, onunla nasıl tanıştığımdan, oluşturduğum resimden bahsettim. Beni hiç konuşmadan dinledi. Sonra ‘’Sen ne dediğinin farkında mısın?’’ diyebildi. Gözleri kızarmıştı döktüğü yaştan. Gözlerimi kapatıp ona bir resim yaptım. Uzattım. Eline alıp resme bakmaya başladı. Yüzü bembeyazdı. Ayağa kalkıp resmi buruşturup camdan dışarıya fırlattı.
‘’Ablamı eniştem öldürdü. Çünkü onu aldattığını biliyordu. Senin bıraktığın resim sadece sonun başlangıcıydı. Seza onu defalarca aldattı. Hakan ağabey ile olan kavgaları bitmek bilmiyordu. Hatta bir keresinde Hakan ağabey onu bir kez daha aldatırsa öldüreceğini söylemişti. Bence sonunda yaptı da. Seza hayatı boyunca alabileceği her şeyi istedi. Para, aşk, zevk… Sonunda onu bulanın ölüm olması kaçınılmazdı. Sen yalnızca son damlayı bardağa bırakan oldun Zeval!’’
‘’O zaman gerçeği ortaya çıkarmalıyız.’’ dedim ayağa fırlayarak.’’ O güvenlik görevlisiyle konuşabiliriz. O ispatlayabilir.’’ Havva’nın gülüşü ümitten izler taşımıyordu.’’ O güvenlik görevlisi yok artık!’’ dedi.’’ Onu bir araba ezdi. Polis yaptığından pişman olduğu için intihar ettiğini düşündü. Yani kanıtımız yok Zeval.’’ Durdum.’’ Yolu var.’’ dedim.’’ Beni ablanın bulunduğu yere götür bende sana yadsınamayacak bir kanıt yapayım.’’ Başını salladı.
Yolda hiç konuşmadık. Denedim lakin kelimeler boğazımda hüküm sürmekten o denli memnundu ki bir türlü dudaklarımdan dökülmelerini sağlayamadım. Seza’nın bulunduğu yer bir inşaat alanıydı. Terk edilmiş, çamurlarla dolu bir yer. Attığımız her adımda ayaklarımızı içine alıyordu balçıktan sıvı. Olduğum yerde etrafa bakındım. Ne yapabileceğimi düşünmeye başladım. Muhtemelen Hakan Seza’yı öldürüp buraya öyle getirmişti. En azından Havva’nın tahmini buydu. Gözlerimi kapadım. Yapabileceğimin en iyisini yaptım. Kocasının kollarında kanlar içinde yatan o kadın artık bir karede duruyordu. Bu kanıttı. Ertesi sabah resim polisin eline geçti. Gönderildi. Bir tanık mektubuyla… Çok ayrıntıya giremeyen…
Polisin Hakan’ı sorgulamasını ve tutuklamasını izledim. Hiç bir şey hissetmeden… Havva bu süreç boyunca bir kez bile benimle görüşmedi. Yüzünü göremedim, sesini duyamadım. Haklıydı. Zaman geçip giderken ben kafenin camından seyre daldım benden gidenleri. Onu kısa süredir tanıyor olmama rağmen yokluğunun bana nasıl bir azap verdiğini her dakikada daha da derinden hissettim. İçimi oyan bir kılıçtı onun yokluğu. Dünya cümleleri yetmiyordu bunu anlatmaya. Elime resmini alıp yüzünü okşadığım her gecede hissettim yaptığımın nelere mal olduğunu. Sonunda dayanamayıp kapısına dayandım. Yumrukladım. Kırmakla tehdit ettim. Açan olmadı. Merdivenlerden ümitsizlik içinde iniyordum ki kapıcı bana bakıp’’ Adın Zeval mi?’’ dedi. Başımı salladım. ‘’Al, bunu sana Havva kızım bıraktı.’’ Beni şöyle bir süzdükten sonra soru sormama izin vermeden çekip gitti.
Mektubu açıp merdivenlere oturdum. Okumaya başladım.
Zeval, ben gidiyorum. Seni parkta gördüğüm o gün tüm acıma rağmen hayat yüzüme gülüyor artık demiştim. Aslında yanılmadım. Sen iyi bir adamsın. Ama hayatın acımasız olduğunu çok gençken ve de çok sık aralıklarla görmüşsün. Sana verilen inanılmaz hediyeyi de bedel için kullanman bu yüzdendi bence. Seni sevdim demek için çok kısaydı yaşadığımız ama aşk, onun zamana ihtiyacı yoktu sanırım. Ben sana âşık oldum bu yüzden. Hala öyleyim. Ama seni görmeye dayanamam artık. En azından acım dinene kadar… Belki bir gün sen gözlerini kapatıp da elinde gördüğüm o ışık olmadan da aynı kareyi paylaşabiliriz. Ama bugün değil. Hoşça kal… Havva
Mektup elimde oturduğum yerden doğruldum. Gözleri kapatmadım. İkimizi yan yana getirecek yalandan bir kanıta ihtiyacım yoktu. Mektubu cebime attım. Apartmandan çıkıp güneşe döndüm yüzümü. Belki bir gün dedim içimden. Maça kızını çekebilirdim hayat denen bu kumarda. Lakin oyunum benim için yeni başlıyordu. Ama aşk o hep içimde olacaktı. Bekleyebilirdim gerçek bir resimde sevdiğim kadına sarılacağım günü. O güne kadar ben yürüyecektim, bildiğim yolda ve iyi bir adam olduğumu kendime kanıtlayana dek…
Selamlar;
Bu kez duygu ve betimleme de zirve yapmışsınız. Her duyguyu sonuna kadar hissettim okurken, her mekan gözümün önünde canlanıverdi kendiliğinden. Zeval’in yeteneği oldukça enteresandı. Tam öykünün sonuna yaklaşmış ve maça kızının yokluğunu fark etmişken o da son satırda da olsa çıkıp göz kırpıverdi bana.
Ellerinize sağlık…
sizinde ellerinize sağlık 🙂 dedim ya biraz olsun yaklaşmaya çalışıyorum sizin yazım dünyanıza… sevgiler, saygılar…
İlk olarak çok şehvetli bir öykü okuyorum dedim, sonra biraz acımasız, sonra biraz duygusal, biraz acı…
Bu öykü inanılmaz hoşuma gitti, biraz acı bitti ama o “belki”ler insanın umudunu koruyor hep… Ellerine, kalemine sağlık :))
Üslubunuza her geçen öyküde bir şeyler daha katıyorsunuz. Bu da sizi okumayı eylenceli hale getiriyor. Kendinizi tekrar etmemeniz…
yaptığınız güzel yorumlar için çok teşekkür ederim… sevgiler, saygılar…