Gökyüzünde kocaman, bembeyaz bir dolunay vardı ve suyun hafif şırıltısı geceyi dolduruyordu. Küreklerin güçsüzce suya iniş kalkışının sesiydi bu ve uçsuz bucaksız okyanusta başka hiçbir hareket yoktu. Ne dalgalar, ne balıklar, ne de gemiler… Sadece küçük bir kayık ve kayığın içindeki iki adam vardı. Dolunayın aydınlattığı kapkaranlık suyun üzerinde ağır ağır ilerliyorlardı.
Adamlardan biri, diğerinden daha şişman ve kaba görünümlü olan, kayığın burnuna oturmuştu. İri göbekli cüssesi yüzünden kayığın ön kısmı hafifçe suya batıyordu. Adam arada bir eğilip elini suya daldırıyor, sonra da suyun elinden denize dökülüşünü izliyordu. Diğer eliyle tuttuğu şişe ise kucağında duruyordu. Başının hafif kel olan tepesi dolunaydan yansıyan ışıkla parlıyordu. Buna karşın kalın bir sakal tabakasıyla kaplı olan suratı kapkaraydı. Gür kaşları havaya kalkmış, patlak gözleri huşu içinde aralanmıştı. Toparlak burnu hafifçe kızarıktı ve iri dudaklarının arasından, ucundaki külü düşmek üzere olan sigarası ile ahenkten yoksun nağmeler sarkıyordu.
“Dün gece… mehtaaaaba… daaaldım heeeep… Seniiii aaaandııım… Öyle bir an geeeeldiii ki… Mehtaaap seniiii sandıııım…”
Diğer adam, ilkinden daha zayıf ve çelimsiz olan, kürekleri çekiyordu. Ondan çok daha gençti ama nedense daha çökmüş görünüyordu. Açık kumral saçları karmakarışıktı; terden alnına, ensesine yapışmışlardı. Geniş alnı, kafasının içi fazlasıyla doluymuş gibi kırışmıştı. Ufak gözleri yorgunluktan kapanmak üzereydi. Gözlükleri terden ve hareketten kaya kaya burnunun ucuna kadar gelmişti ama bir türlü durup düzeltemiyordu. Uzun, ince parmaklı narin elleri kürekleri beceriksizce kavramıştı ve güçsüz kolları zorlukla hareket ediyordu. Fakat o yine de vazgeçmiyor, durmadan kürek çekiyordu. Buna rağmen kayık yavaş ilerliyordu. Bu da, genç adamın ince dudaklarını daha çok germesine, her kürek çekişte ağzından çıkan “ah”, “of” iniltilerinin daha da yükselmesine neden oluyordu. Sonunda dayanamadı.
“İçine sıçtın güzelim şarkının!”
Karşısındaki adam mehtaba bakan gözlerini ona çevirdi ve gülümsedi. Sigarasının külü göbeğinin üzerine düştü. “Vay, beyime bak sen! ‘Konsantrotosyonunu’ mu bozduk, afedersin!”
Diğeri kendi kendine söylenir gibi çıkıştı, “İçimizden sadece kelimeleri doğru telaffuz edebilen kişinin kürek çekiyor olması sence de biraz ironik değil mi?”
İri olan göbeğini titrete titrete güldü, “Senin kürek çektiğini zannetmen kadar olamaz.”
Buna cevap veremedi genç olan, sadece derin bir iç çekti. Yorgundu, uykusuzdu. Günlerdir okyanusun ortasında kürek çekip duruyordu ama sanki ona bir arpa boyu yol bile gitmemişler gibi geliyordu. Artık sıkılmıştı. “Biraz da sen geçsen küreklere nasıl olur Haydar Abi?”
Haydar Abi hiç oralı olmadı; kafasını ufka, gözlerini de mehtaba doğru çevirdi ve yeni bir şarkıya başladı. “Haydaaar Haydaaaaar… Günah beeenim kiiime neeeee…”
Nağmenin sonunda sigarası ağzının kenarından denize düştü. Haydar Abi sigaraya bakıp gülümsedi, sonra da rakı şişesinden uzun bir yudum aldı. “Ah ulan, bi de balık olacaktı ki bunun yanında!”
Diğeri yüzünü tiksintiyle buruştururken yine kendi kendine söylendi. “Bir balığın eksikti zaten! Kime konuşuyorsam ben? O kadar çalışıp didineyim, kürek başında canım çıksın; beyimiz karşımda alem yapıp dalgasını geçsin. Oh ne iyi iş be!”
“Şşşt! Dalga yapma, ver bi cigara…”
“Yok sigara migara! Yeter ya!”
Çelimsiz genç, kürek çekmeyi bırakmıştı; fakat kayıp denize düşer diye kürekleri bırakmaya çekiniyordu. Yine de bir kez başladığı isyanın devamını getirdi. “Geberdim kürek çekmekten be! Kaç gündür olduğumuz yerde sayıyoruz, denizin ortasında kaybolduk işte! Ne fırtınası kaldı, ne alaborası, az daha denizin dibini boyluyorduk. Hepsi senin yüzünden ama bunların hiçbiri senin umurunda değil! Pis ayyaş!”
Haydar Abi pis pis sırıttı ve göbeğini kaşıdı. Kirli gömleğinin altından kıllı eti görünüyordu. “Pis ayyaş ha? Peki, tamam koçum. Biz ayyaşız diyelim. Peki sen nesin be? Beceriksiz, işe yaramaz herifin teki değil misin? Hiç bi halta yaramadığın, hiç bi boku beceremediğin için burada değil misin? ‘Nolur yardım et Haydar Abi, elini ayağını öpeyim Haydar Abi’ diye yalvaran sen değil misin eşşoğlueşşek?!”
“Yardım et dediysem ille denizin ortasında kaybolalım mı dedim?!”
“Ya başka ne olacağıdı küçük bey? Alıştın tabi masa başında otura otura kıç eritmeye, şu tipine bak be! Sen denizin ortasında kaybolsan nolur kaybolmasan nolur, sanki arayanın soranın var da!”
“Belki var, sana ne!”
“Bana ne ha? Bana ne?!”
Haydar Abi birden ayağa kalktı. O kalkınca bir süredir hareketsiz duran kayık dengesizce sallanmaya başladı. Haydar Abi buna aldırmadan kayığın ortasında dikildi. “Tabii bana ne ulan! Sanki senin derdin benim derdim, puşta bak! Sen yalvardın, biz de aldık getirdik, yine suçlu olduk. Sen denizin ortasındasın da ben ebenin koynunda mıyım sanki?!”
“Ama bütün işi ben yapıyorum, sen parmağını bile oynatmıyorsun. Yola çıktığımızdan beri tek yaptığın emir verip içki içmek, şarkı söylemek!”
“Ya ne yapayım Edip Efendi? İstersen sırtıma alıp yüzdüreyim ha?!”
Kayığın sallanmasından tedirgin olan Edip yine de istifini bozmadı, “Hayır ama en azından hangi cehennemin dibine gideceğimizi ya da ne kadar yolumuz kaldığını söyleyebilirsin.”
Onun bu ani yumuşaması üzerine Haydar Abi zafer kazanmış gibi sırıttı. Dönüp yerine otururken yine dalga geçer gibi konuştu. “Gidince anlarsın hangi cehennemin dibi olduğunu, nasıl olsa gitmeye pek heveslisin ya!”
Edip tekrar küreklere asılırken ağzının içinde mırıldandı. Haydar Abi onun ne dediğini duymamıştı ama küfrettiğini biliyordu. Ne de olsa o alıştırmıştı onu küfre. Fakat bir türlü içkiye, sigaraya alıştıramamıştı ki, Haydar Abisi’ne göre en büyük eksiği de buydu. Aslında bir içse, bir rahatlasa her şey daha kolay olacaktı. Ama hiç yanaşmıyordu bu tür şeylere. Olsun, Haydar Abisi onun yerine de içerdi. İçti de…
“İçelim güzelleşelim…”
Rakı şişesine gülümseyerek bakıp uzun bir yudum daha aldı. Bu sırada Edip onu acı çeken gözlerle izliyordu. Önünde göbeğini kaşıya kaşıya oturan bu çirkin, huysuz, alkolik ve ağzı bozuk adama niye katlandığını, neden onun peşinden buralara kadar gelip süründüğünü düşünüyordu. Aslında cevabı bal gibi de biliyordu ama ne bunu bilmek, ne de cevabın kendisi bir işe yarıyordu. İşte sonuç ortadaydı; derin ve karanlık bir başarısızlık denizinin ortasında boşa kürek çekiyordu.
Derin bir iç çekti, “Eminsin, değil mi?”
“Valla ben güzelleşemesem de kafam güzelleşir, o zaman her şey güzelleşir. İçmeden bilemezsin ki… Vereyim mi bi fırt?”
“Yok be abi, onu demiyorum. Şu rıhtım meselesi, eminsin değil mi bulacağımıza?”
Haydar Abi bu soru üzerine iri dudaklarını çocuk gibi büktü. “Yani… Varsa buluruz.”
Edip’in gözleri bir an dehşetle açıldı, “Ne diyorsun abi ya? Ne demek ‘varsa’? Günlerdir boşu boşuna mı çile çekiyorum ben?!”
“Aaa hiç boşuna olur mu koçum?”
“Ya niye peki?!”
“Ya sen Haydar Abin’e bi güven, bi rahat ol ya… Seni hiç yarı yolda bıraktım mı ben?”
“Yani bırakmadın da…”
“Eee daha ne?”
“Daha da bir hayrını görmüş değiliz ama…”
Bu laf üzerine Haydar Abi öfkeli sarhoş gözlerini ona çevirdi, “Tüüü yazıklar olsun sana be! Meğer koynumuzda yılan beslemişiz!”
“Yalan mı ama?”
“Yalan değil yılan, yılan! Sana harcadığım emeği başkasına harcasaydım şimdiye kraldım ben be, kral!”
“Valla senin yerinde başkası olsaydı belki ben de kral olmuştum! Ben demedim ille gel benim başıma bela ol diye!”
“Ha öyle mi olduk şimdi? İşin düşünce ‘Haydar Ağam, Haydar Paşam’, işler ters gidince Haydar’dan kötüsü yok, değil mi? Ulan ben olmasam ne bok yiyecektin acaba?”
“Başımın çaresine bakardım herhalde…”
Haydar Abi dolma parmaklı elini Edip’e doğru uzattı, “Nah bakardın! Bensiz bi halta yaramazsın sen! Gerçi şimdi de yaradığın yok ya… Ah senin yerine şöyle adam gibi, delikanlı, yetenekli, iş bilen birine düşecektim ki ben, peheeey!”
“Ne hey be, ne hey?! Nasıl uğraşıyorum burada, görmüyor musun? Canım çıktı, az kaldı ölüyordum; üstelik ne istediysen yaptım, daha ne yapayım be?”
Haydar Abi tek kaşını kaldırıp ona şöyle bir baktı. Küçümseyici bir bakıştı bu, tek başına her şeyi açıklıyordu aslında ama o yine de konuştu. “Kabahat bende ulan! Senin gibi, adam olmayan, içmesini bile bilmeyen bi herife yardım ediyorum. Kafama sıçsınlar!”
“Asıl benimkine sıçsınlar! Senin gibi ayyaşın tekine uyup buralara geldim!”
“Gelmeseydin o zaman ibnetor! Zorla mı getirdik? Gelme, git, siktir git! Ya da daha iyisi, ben gideyim, ha? İster misin?!”
Bu laf üzerine kalakaldı Edip. Onun okyanusun ortasında nereye gidebileceğini bile sorgulamadı. Haydar Abi’nin gitmesi ihtimali onu dehşete düşürmüştü. Gitse ne yapardı? Gecenin bir vakti, okyanusun ortasında, bir başına, kaybolmuş bir halde, eski bir kayığın içinde oturur kalırdı. Haydar Abi huysuz ayyaşın teki olabilirdi ama Edip onsuz bir adım bile atamayacağını çok iyi biliyordu. Kızsa da, nefret etse de, gerçek buydu. O yüzden teslim oldu.
“Hayır…”
“Hayır! Tabi hayır ya! Gerzek pezevenk seni!”
Yenilgiyi kabullenen Edip, diğer tüm hakaret ve aşağılamaları olduğu gibi bunu da yuttu. Haydar Abi ise onun bu çaresiz haline keyifle bakıp kahkahayı patlattı. Zaten oldum olası onun çaresizliğinden, güçsüzlüğünden, acı çekmesinden zevk alırdı. Zevk aldığı yetmezmiş gibi bunu kullanarak alay etmesi, yüzüne vurması ise en büyük eğlencesiydi. Şimdi de kahkahaları göğe yükselirken, vücuduyla birlikte sallanan sandal denizin üzerinde küçük halkalar oluşturuyordu.
Bu halkalara bakan Edip’in bir an gözleri daldı. En azından deniz sakindi. Ne rüzgar, ne de dalga vardı. Oysa daha dün bir fırtınayı ucuz atlatmışlardı. Bir anda köpüren deniz neredeyse o küçücük kayığı yutacaktı. Rüzgar öyle sert esmişti ki, Edip suya düşeceğinden korkmuş; hem kendini, hem de kürekleri kaybetmemek için sıkı sıkı tutunmuştu. Hatta bir an öleceğini sanmış, yorgunluktan ve çaresizlikten bu fikir bile gözüne güzel görünmeye başlamıştı. Tam intiharın eşiğindeyken, Haydar Abi’nin sanki hiçbir şey yokmuş gibi sandalın ucunda bağıra bağıra “Dalgalandım da Duruldum” şarkısını söylemesi ise her şeyin üstüne tüy dikmişti. O an anlamıştı; kendisi bu denizin ortasında geberip gitse bile Haydar Abi’ye hiçbir şey olmazdı. Hatta bu onun umurunda da olmazdı; en fazla bir küfür savurur, rakısını içer, sigarasını tüttürmeye devam ederdi. Haydar Abi hep böyleydi.
“Hişt, Tosun Paşa! Ohooo… Kime söylüyorum be! Bırak dipten midye çıkarmayı da, küreklere asıl! Daha çok yolumuz var. Bak rakım da bitmek üzere ha, ona göre!”
Daldığı yerden sıyrılıp gözlüklerinin üzerinden ona baktı Edip. Yine kayığın burnuna yayılmış, göbeğini ovuştura ovuştura emirler yağdırıyordu. O surata bakıp “Zıkkım iç!” diyebilmeyi çok isterdi ama yapmadı. Korktuğundan değil, bir işe yaramayacağını biliyordu. Karşılığında Haydar Abi ya dalga geçer, ya küfrederdi. Ya da demin yaptığı gibi rest çekerdi, Edip de o resti bal gibi yerdi. Yemek zorundaydı, başka şansı yoktu.
Bir yandan küreklere asılırken, bir yandan da yeni bir hevesle sordu. “Daha çok yolumuz var derken, ne kadar yani?”
“Çok…”
“Ama ne kadar?”
“Ebenin örekesi kadar! Oldu mu?”
Edip sabrını da, hevesini de kaybetmemek için derin bir nefes aldı ve tekrar sordu. “Peki ne tarafa gideceğimizi biliyor musun? Kürek çekip duruyorum ama nereye gittiğimi bile bilmiyorum. Kaç gündür en ufak kara parçası bile görmedik, her taraf su!”
“Yani?”
“Yani bana o rıhtımı hiçbir zaman bulamayacağız gibi geliyor; hatta o rıhtımı bırak, bir daha karaya adım atabileceğimden bile şüpheliyim!”
“O zaman daha hızlı kürek çekmelisin, değil mi tosuncuk?”
Edip, Haydar Abi’nin umursamaz, alaycı suratına baktı. “Tek yaptığım bu zaten!”
“Tekrar ediyorum, yaptığını zannettiğin şey bu.”
Yine isyanın eşiğine geldi Edip, “Ya ne istiyorsun sen benden be adam?!”
Haydar Abi yayıldığı yerden hafifçe doğruldu, yüzü ilk defa ciddileşmişti. “İşini yapmanı istiyorum. Ve işini doğru düzgün yapmanı istiyorum. Yoksa ikimiz de bu kayıkta çürüyüp gideriz, anladın mı aslanım?”
Sadece başını hızla, yukarı aşağı sallayabildi Edip. Anlamıştı, hem de çok iyi anlamıştı. Gözlüğünü çarçabuk burnunun üstüne ittirdi ve kürekleri avuçlayarak çekmeye devam etti. Onun bu azmini gören Haydar Abi yarı memnuniyet, yarı alayla sırıttı.
“Ha şöyle… Fıııış fıış kayıkçıııı… Kayıkçının küreğiii… Girsin götüne direğiiii…”
Şarkının devamını özellikle onun sinirini bozacak şekilde değiştirmiş olması, Edip’i yıldırmadı. Madem bu yola bir kez girmişti, o zaman çalışacaktı. Bunun Haydar Abi’yle de ilgisi yoktu. Aslında o sadece bir araçtı. Onun çalışmasını, yola devam etmesini sağlamak için oradaydı. Sadece bunu yaparken izlediği yol biraz tuhaftı. Ama zaten Haydar Abi her zaman böyleydi. Gerçi Edip, onun yerinde şöyle sarışın, alımlı, genç ve güzel bir kadının olmasını tercih ederdi elbette ama yapacak bir şey yoktu. Edip’in şansına da Haydar Abi düşmüştü. Bu yüzden şansına küfretse de, artık alışmıştı ona. İlk tanıştıklarında Haydar Abi’nin sert çıkışları, alayları, küfürleri onu çok üzmüştü. Hatta kaç kere vazgeçmeyi, bırakmayı düşünmüştü; hala da bazen düşünüyordu. Fakat her nasılsa Haydar Abi onun devam etmesini sağlamıştı. Edip de zamanla onun tuhaflıklarına, zorbalıklarına katlanmayı öğrenmişti. Dövse de, sövse de, Haydar Abi hep yanındaydı ve haklıydı; Edip’i hiç yarı yolda bırakmamıştı.
Bu gazla birkaç saat daha karanlıkta kürek çekti. Dolunay batmış, yerini hafiften aydınlanmaya başlayan yıldızlı gökyüzü almıştı. Denizde hala bir kıpırtı yoktu. Haydar Abi ise çoktan sızmıştı. Dibini bulduğu rakı şişesi sadık yari gibi göbeğinin üzerindeydi. Horultuları kayığın “fış, fış” sesine karışıyor ve gözleri yorgunluktan kapanmak üzere olan Edip’in kulağına tuhaf bir ninni gibi geliyordu. Sonunda uykuya yenik düştü ve küreklerin üzerine yığıldı.
“Uyan be uyan, seni gerzek it! Kalk çabuk! Hay ağzına sıçtığımın…!”
Böğrüne inen tekmeyle sarsılarak uyandı Edip. Haydar Abi’nin kokan ayağı suratını dürtüyordu. Tiksintiyle irkilerek önce onu kendinden uzaklaştırdı, sonra da doğrulup oturdu. Hala kayığın içinde, denizin ortasındaydılar. Değişen tek şey, güneşin tam tepede onları kızartıyor oluşuydu. Haydar Abi’yse gerçekten bir yerleri yanıyormuş gibi kızgındı.
“Bi de uyumuş utanmadan, sefa pezevengi! Sonra ‘vay efendim, ben niye bi yerlere varamıyorum?’ Varamazsın tabi uyuz eşşek! Anca yat zıbar, kıçını büyüt, başka bi bok bildiğin yok! Beceriksiz it seni!”
“Tamam be tamam, kalktık işte! İçim geçmiş, ne var?”
Haydar Abi onun ince sesini taklit etti, “Nö vör? Ebeninki var, ne olacak başka?! Ya sen güzellik uykusundayken kürekler denize düşseydi, ne bok yiyecektik o zaman?”
Telaşla ellerinin altındaki küreklere baktı Edip. Sivri kalem uçları simsiyah suyun içinde kayboluyordu; ikisi de yerinde ve iş görür haldeydi. “Düşmemiş işte, ne bağırıyorsun?”
“Bağırırım! O işe yaramaz kıçını tuttuğum gibi denize atmadığıma dua et!”
“Ayıp oluyor ama Haydar Abi…”
“Ayıp dediğin yorgan altında olur, yürrrrüüüüü taş arabası!”
Haydar Abi yatışacak gibi değildi. Rakısı bitmişti ve sarhoş Haydar Abi’den daha çekilmez bir şey varsa, o da ayık Haydar Abi’ydi. Edip’in tepesine dikilerek bağırmaya devam etti. “Hala duruyor bak! Çabuk çekmeye başla, seni kabiliyetsiz herif! Kafasına kalemine sıçtığımın yazar müsveddesi! Haydi!”
Ona karşılık vermedi Edip. Ezile büzüle ama bir yandan da içi öfkeyle yanarak asıldı küreklere. Tıpkı bir kürek mahkumu gibi, çekti, çekti, durmadan çekti. Haydar Abi’nin küfürlü, kızgın sesi beyninde kırbaç gibi şaklıyordu ve her şaklamada Edip daha hızlı kürek çekiyordu. Öyle ki, sonunda Haydar Abi kızmayı bırakıp dalga geçmeye başladı.
“Tipe bak ya… Çek çek, anan sana terlik papuç alacak, bok böceği seni! Hahaha…”
Böylece kırbacın yerini kulak kıkırdağına vurulan sinir bozucu fiskeler almıştı. Dayanılacak gibi değildi. Fakat saatler sonra ilk kez Haydar Abi alayı bıraktı ve bir anda ayağa fırladı. “Ahan da orada! Gördüm işte! Kara göründüüü! Kara göründüüü!”
Dolma parmağının tekini ileri doğru uzatmış, heyecanla zıplıyordu. Onun yüzünden sandal neredeyse devrilecekti ama Edip umursamadı. Haydar Abi’nin gösterdiği tarafta, uzaklarda ufacık bir kara parçası duruyordu. Bir an hayal gördüğünü sanan Edip gözlüklerini gözüne iyice yaklaştırıp tekrar baktı. Haydar Abi doğru söylüyordu; sonunda onu bulmuşlardı.
“Buldum ulan, buldum işte! Hay anasını sattığımın, ne dedim ben sana, ha, ne dedim? Haydar Abin bulur demedim mi? Al buldum işte, Haydar demişler bana oğlum! Bulurum dediysem bulurum!”
Onun tüm başarıyı kendine mal etmesini sinirli bir gülüşle izledi Edip. O kadar çok çalışmış ve o kadar yorulmuştu ki, övgüyü kimin sahiplendiği pek de umurunda değildi artık. Son bir azimle tekrar küreklerin başına geçti. Ağır ama kararlı hareketlerle kayığı karaya her an biraz daha yaklaştırıyordu. Ufuktaki kara parçası gitgide büyüyüp upuzun rıhtım önlerinde uzanırken, Haydar Abi de kendini kutlamakla meşguldü.
“Yat kalk bana dua et, şanslı hergele. Yine ben kurtardım kıçını!”
Ona cevap vermeyip son gücünü de kayığı rıhtıma yanaştırmak için kullandı Edip. Bu arada rıhtımın ucunda bekleyen ve onları izleyen adamı fark etmemişti. Oysa Haydar Abi onu gördüğüne pek sevinmiş gibiydi.
“Vay toprağım! Nasılsın ya?”
Edip’in halatı direğe bağlamasını beklemeden hoplayıp rıhtıma çıktı. Sonra da soluğu yabancı adamın yanında aldı. Fakat anlaşılan adam ona yabancı değildi.
“İyiyim de, nerede kaldınız ya? Sayenizde ağaç oldum burada!”
“Sorma ya, bizim miço çok beceriksiz, anca gelebildik.”
Bunu söylerken kan ter içindeki Edip’e bakıp pis pis sırıtıyordu. Edip’in asıl sinirini bozan ise, adamın da onunla birlikte sırıtmasıydı. Orta boylu, tıknaz bir adamdı. Yaşını pek beli etmiyordu, eli yüzü düzgündü. Sıradan görüntüsüne karşın yüzünde kendini beğenmiş bir ifade vardı.
“Tüh, acemi çaylağın eline düştük desene!”
Adamın küçümseyen bakışlarına şaşkınlıkla karşılık verdi Edip. Bu muydu yani? Bunun için mi onca yol kürek çekmişti? Aşağılamalara, hakaretlere, kaprislere katlanmıştı; sırf daha fazla alay edilip küçümsenmek için miydi hepsi?
“Öyle, öyle. Ama aldırma sen ona, geç şöyle. Dümende ben varım nasılsa, keyfine bak!”
Haydar Abi adamı kayığa bindirdi. Zaten küçücük olan kayık, üçüncü adamın da gelişiyle iyice dengesini kaybetmişti. Ancak Haydar Abi’nin yine hoplayarak içine atlamasına rağmen sandal iyi dayandı. Tıpkı Edip’in kendisi gibi…
“Haydar Abi, biraz demir atıp dinlenseydik?”
“Dinlenmek mi?”
Haydar Abi bir yanındaki adama, bir Edip’e baktı. Ardından da kahkahayı patlattı, “Daha yeni başlıyoruz koçum, ne dinlenmesi? Asıl bakalım küreklere, dönüş yolumuz uzun. Tabii dönebilirsek! Hahaha…”
Haydar Abi’nin acımasız kahkahalarına yanındaki adamın ukalaca sırıtışı eklenmişti. Asıl işkence şimdi başlıyordu demek. Oysa sonunda o rıhtımı ve adamı bulabildikleri için ne kadar sevinmişti. Gerçi tam olarak bu adamı bulmayı beklemiyordu; çünkü neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Sadece bu sefer belki, küçük bir ihtimal de olsa, güzel bir kadınla ya da sevimli, genç bir kızla tanışır diye umut etmişti. Fakat her zamanki gibi umduğunu bulamamıştı. Aslında buna pek de şaşırmıyordu artık. İlham perisi olarak karşısına çıka çıka Haydar Abi çıktığına göre, onun bulduğu ilhamın da böyle suratsız ve ukala bir herif olması normaldi. Yüzyıllardır ilham perisini değişik güzel şekillerde tasvir eden onlarca sanatçı Haydar Abi’yi görse muhtemelen iştahları kaçar, bir daha da hiçbir şey üretemezlerdi. Ancak Edip, onun kendisini arkasından bir sopayla kovalamasına, dahası o sopayı kafasına kafasına indirmesine alışıktı. Şimdi de onun sopayı indirdiği yerde, bu kayıp ve ıssız rıhtımda o adamı bulmuşlardı. Pek parlak bir fikir gibi görünmüyordu ama belli de olmazdı. Geçen sefer dağın başındaki bir mağarada buldukları yaşlı kadın da cadının tekiydi ama sonunda güzel bir öykü çıkmıştı ortaya. Belki bu adam da bir şaheser olacaktı, kim bilebilirdi ki?
“Sen! Hişt, sana diyorum, maloğlumal! Bak mala bağladı yine! Oğlum, önüne baksana! İşini yap lan!”
Haydar Abi’nin dürtüklemesiyle yine kürek çekmeye başladı Edip. Karadan uzaklaşırlarken Haydar Abi de yeni yolcuyla muhabbet ediyordu. “Demek yıllardır bu kayıp rıhtımda bir başına bekliyordun, ha?”
“Öyle. Çok sıkıldım gerçekten. Sonunda teşrif edebildiniz de, kurtulduk. Gerçi pek kurtulmuş gibi de değilim sanki ama… Bu mu yazacak beni?”
Adam, Edip’e bir böceğe bakar gibi bakıp burun kıvırdı. Haydar Abi ise bu fırsatı kaçırmadı. “Maalesef… Başa geldi çekeceğiz artık, n’apalım? Bak ben yıllardır katlanıyorum.”
“Hadi ya?”
“Tabii. Neden kendimi içkiye, sigaraya verdim sanıyorsun? Haa bu arada, isim neydi kardeş?”
“Faik.”
Haydar Abi, Edip’in nereden olduğunu anlamadığı bir büyük rakı şişesiyle bir paket sigara çıkardı. İkisini de önce konuğuna ikram etti. “Al bakalım Faikçiğim. Bunlarsız çekilmez bu herif. Gerçi kendisi hıyar olduğu için anlamaz bunlardan ama biz senle ikimiz otlanırız, daha iyi…”
Adam nazlanmadan rakıyı da, sigarayı da kabul etti. “Eyvallah…”
“Afiyet olsun. Ha, ne diyordum? Anlayacağın, bu rezil herifin elinden çekeceğin var. Ben bile bıktım bunun aptallığından, beceriksizliğinden…”
Haydar Abi, Edip’e ihtiyacı olan küfür ve hakaret yakıtını vermeyi ihmal etmeyerek sohbeti sürdürdü. Güneş ufukta batarken onlar da aleme dalmışlardı. Edip ise bir yandan kürek çekiyor, bir yandan da mürekkep karası sulara bakarak düşünüyordu. “Faik” diye öykü ismi olur muydu?
Selamlar,
Çok iyiydi, bir solukta okuyuverdim, ilham perisine yepyeni bir pencereden bakmamı sağladın çok teşekkürler.. 🙂
Sadece bir şey söylemek istiyorum naçizane; “ya..” bağlaçları ile “yahu” anlamındaki “ya”yı çoğunda karıştırdım uzatarak yaa diye okudum hepsini, öyle olunca da biraz karışıklık oldu. Direkt “yahu” olarak yazsan bence daha bir güzel olurdu ama öykünün edepsizliği ve hoşluğu onu unutturdu.. 🙂
Çok teşekkür ederim 🙂 “Ya”lar da kulağıma küpe olacak bundan sonra 😉
Selamlar,
Her zamanki gibi espirili tarzınızı konuşturmurşunuz yine. Okurken çok eğlendim ve oldukça keyif aldım 🙂 Haydar karakterinin altından ne çıkacağını da hikaye boyunca merak ettim ama ilham perisi olacağı hayatta aklıma gelmezdi. Çok iyi bir fikirdi doğrusu.
Kaleminize sağlık…
Çok teşekkürler, beğenmenize sevindim 🙂