“İnsan tepkileri içinde en belirgini, gerçeği reddetmektir.”
-Matrix
Şizofreni tehlikeli ve tıp tarafından hala kesin olarak tedavisi bulunamamış illet bir hastalıktır. Hayali kişilikler ve yaşanmamış diyaloglar sağlıklı olan insanların aksine şizofrenlerde rüya dışında da vuku bulan olaylardır.
Şizofreninin nedeni tam olarak bilinmemekle beraber şizofren hastalarının beyin tomografisi ve MR gibi radyolojik incelemelerinde beynin bazı bölgelerinde değişiklikler tespit edilmiştir; ancak bu değişiklerin şizofreniye özgü olmadığı da bilinmektedir.
Ayrıca tıp ilimi hastalığın çıkışıyla ilgili çeşitli oranları da genellemiştir. Mesela tek yumurta ikizlerinden biri şizofrense diğerinin de ileride olma olasılığı %50, anne ve baba şizofrense çocukların şizofren olma olasılığı %40’tır.
Çoğu kişinin kabul ettiği üzere bu hastalıktan kurtulmanın; ya da şiddet seviyesini en aza indirgemenin yollarından biri, en azından bu yolların başlangıcı, şizofren olduğunu; dolayısıyla da konuştuğunuz mimlenmiş kişilerin hayali olduğunu kabul etmektir.
Ama Bahattin’in durumu bu kadar basit –basit?- değil. Çünkü normal şizofreni vakalarının aksine Bahattin bir ya da iki hayal arkadaşıyla konuşmuyor. Bahattin’in hayatındaki insanların yarısı diğer yarısından haberdar değil; birbirlerini görmüyorlar.
Bahattin gerçeği bilmiyor.
Hangi grup hayal, hangi grup gerçek? Bahattin hangisine inanacak?
Herhangi biri gerçek mi; yoksa hepsini mi hayal ediyorum? Bahattin, hepsini mi hayal ediyorsun?
Eğer durum bundan ibaretse dünyada gerçek olan bir tek ben mi varım? Tek insan ben miyim lan dünyada? Yoksa ben Adem miyim-
Oha. Yavaş.
Bahattin sıçtın. Kabul ediyorum, deliyim. Keşke Bahattin’in tek derdi kabul edip etmemesi; tedaviye istekli olup olmaması olsaydı.
Ama beni tedavi etmek isteyen doktordan sonra, onun hayali diye tabir ettiği insanların götürdüğü doktor da ilk gittiğim doktorun hayali; dolayısıyla tedavinin baştan olmak üzere… kısacası bok gibi bir durum var ortada. Bir elmaya yapılır mı lan bu-
Havva nerde? Adem olmanın ceremesini çektik, bari Havva olsa. Havva nerdesin? Yalnız mıyım lan bu koca dünyada! Tülay!
Sustum. İlaç vaktim geldi yine. Hah! Bir muamma daha. Hangi doktorun verdiği ilacı içeceğim? Hangisi gerçek, hangisi yalan? Mavi mi, kırmızı mı? Allah Neo’nun belasını versin mi, vermesin mi?
Konu dağıldı. Şimdi size Bahattin’in hikayesini anlatacağım.
Merhaba, ben Bahattin. Şizofrenim.
* * *
Bir terslik olduğunu beş yaşımdayken anlamıştım. Çok da geçerli bir nedenim vardı; herkes babası masada kahvaltı yaparken, babasının mezarına dua okumaya gitmez; ama annem ve ben gitmiştik. Onun akabindeki Kurban Bayramı’nda da aynısını babamla beraber annem için yaptık. Kısacası babanız annenizden ona miras kalan ikizlerinden ve bizzat sizden gurur duyarken, yan odada annenizin yiğit babanızdan tek çocuk yapmaktan hayıflanıyor olması çok sağlıklı bir durum değil.
Ben de sağlıklı bir çocuk değildim zaten.
Ama bu on yedinci yılımın yazından başıma gelen olay artık ölsem de kurtulsam dedirtti bana sonunda.
Tuvaletteydim. Elimi yüzümü buz gibi sularla yıkarken bir yandan da aynaya bakıyor, arada bir göz kırparak veya yarım ağızla gülerek hangi mimiğimin kızları daha çok bana çekeceğini anlamaya çalışıyordum. Ha, unutmadan; kız gerçek olsa iyi olurdu.
İkizlerden biri görmediği ve saçlarını taramakta olan annemin biraz yanındaki deliğe işiyordu. O meşum ses çıkarken yüzü hafifçe zevkle gevşiyor, gözlerini kapatırken utanmadan deliğin kenarına da sıçratıyordu.
Annem de görmediği oğlunun yanından geçti ve tarağa birikmiş olan saç tellerini çöpe döktü. Doğurmadığını düşündüğü ikiz çocukları olduğunu ona ilk söylediğimde bana “İşe, geçer.” demişti. Şimdi düşünüyordum da, ne alaka lan?
Babam ona göre on beş yıl önce ölmüş olsa da hala evlilik yüzüğünü çıkarmamıştı. Evlenmeyecekmiş hanımefendi. Çocuğumu yabancı bir adamla büyütmem ben.
Kaç dakikadır işiyordu yahu bu çocuk? Ses hala aynı yoğunlukta geliyordu. Bizimki hala sırıtıyordu.
“Oh be. Dünya varmış.”
İki farklı gruba mensup üyeler –onları böyle isimlendirdim kendimce- aynı odadayken konuşmamaya çalışıyordum. Bu da benim kişilerce “sakin” diye tanımlanmama neden olmuştu.
“Oh ulan, oh.”
Dişlerimi sıktım bağırmamak için. Çabuk bitirsene lan gavurun evladı, biz de işeyeceğiz değil mi!
“Püfff. Ne biriktirmişim yahu.”
“Allah belanı versin.” İki grubun üyeleri de bana baktı. Hele kardeşimin elindeki şeyi düz tutmaya çalışırken arkaya dönmesi takdire şayandı. Aferin len. “Gömleğimin düğmesi koptu.” Diye çevirdim.
“Ha, ben de bana dedin sandım.”
“Olsun oğlum. Dikerim, ne var.”
Hay Allah.
Sabahın köründe üç metrekarelik tuvalette üç kişiydik işte.
Aynaya baktım. Kararımı değiştirdim.
Sabahın köründe üç metrekarelik tuvalette dört kişiydik.
Hızlı tepki vermemek için dilimi ısırmak zorunda kaldım. Arkama baktım; ama adam arkamda değildi. Aynaya dönünce tekrar karşımda belirdi. Biraz sakinleşince ve adam –kıvırcık siyah saçlı ve yeşil gözlü, uzunca(neredeyse iki metre) ve dal gibi bir adam- hala kaybolmayınca ortalığa sordum. “Aynadaki adamı görüyor musun?” asıl soru şuydu: hangi gruptansın?
Sorduğum bu soruyu ikisi de üzerine alındı. Önce annemin yüzünden bir acı dalgası geçti. Yüzündeki ifade ‘yine mi’ der gibiydi.
Annem onu görmediğine göre adam ikinci gruptandı demek ki. (Evet, annem birinci grupta. Hayır, onu daha fazla sevmemle alakası yok.)
Ama kardeşim de bana gergin bir şekilde bakıp –hem de elindeki şeyle, vay eşşoğlu eşek- “babamı çağırayım mı? İlacını da getirsin.” deyince kalakaldım.
Üçüncü bir grup mu? Şimdi de birbirinden haberi olmayan üç grupla mı uğraşacaktım? Yine isimleri kağıtlara yazıp, kişilerin yanında deney yapıp onları gruplandıracak ve tekrar mı ezberleyecektim? Bu ne lan? Böyle hayat mı olur?
“Oğlum.” Annemin sesi ılımlı ve sakindi; ama gözlerindeki korku onu ele veriyordu. “Gel hadi doktoruna gidelim. Bu ilaçlar da işe yaramadı deriz.”
Bir süre daha aynadaki adama baktım. “Yok ya.” ellerimle saçlarımı karıştırmaya başladım. “Gördüğümü sandım bir an.” Sırıttım sakinleşsinler diye.(Evet, işin orospusu oldum artık, kabul ediyorum.) “Yanlış alarm.”
Ufaklık önüne döndü tekrar. “Ha, iyi. Çağırmıyorum o zaman babamı. Adam boşuna telaşlanmasın.”
Annem sıkıntıyla nefes verdi. “Sen bilirsin.”
Çabucak elimi yüzümü kurulayıp odama çekildim.
“N’oluyo lan?” diye fısıldadım. “N’oluyo…” duvara yumruk attım ama beton duvar sesi yuttu(Allahtan).
Düşünmemeliydim. Kafamı dağıtmalıydım.
Masamın üzerinde düzeni bozan gereçleri yerleştirdim ve daha iyi bir bakış açısına sahip olabilmek için hemen yanındaki yatağa çıktım. Yukarıdan görünüşünden de tatmin olunca sıra elbiselerime geldi. Ha, söylemişken bende simetri hastalığı var. Kıl olurum düzeni bozanlara. Hrr.
Tam dolabımın kapağını açacaktım ki geç kaldığımı fark ettim. Dolabımın önünde ayna vardı. Salak herif. Ayna…
Yeşil gözlü ve uzun adam oradaydı işte.
Arkama baktım -denemedi dedirtmem- kimse yoktu.
Aynaya iyice yaklaştım. O da yaklaştı. Burnumu sürtme noktasına kadar uzattım aynaya. O da uzattı. İzlemiştim bu filmi. Şimdi bağırması lazım.
Bağırmadı.
Bir de dalga geçiyor lavuk.
“Kimsin?” diye sordum. Sonra ekledim. “Felsefi bir cevap verirsen Allah da senin belanı versin.”
Herif kahkaha atıp geri çekildi. “Yok be oğlum, ne felsefesi?” üzerindeki deriyi yırtmaya başladı. Kalkan her derinin altından rengarenk kumaşlar çıkıyordu. Omuz bölümündeki deriyi de kaldırınca renkli kumaşlara ayriyeten ziller de çıktı. Çın çın.
Öylece baktım adama. Adam yüzünü de soyunca –asıl yüzü uzun, çökük yanaklı ve bolca beyaz boya sürülmüş yaştan arınmış bir yüzdü- sordum. “Bitti mi?”
“Evet, bitti.”
“İyi.” Ellerimi belime koydum. “Şimdi siktir git.”
Adam –adamdır umarım- şakacıktan ağzını kapadı. “Ne ayıp!”
Gitmeyeceğini anlayınca tekrar sordum. “Nesin sen? Soytarı falan mı?” gönderme yapmamıştım. Herifin giysileri gerçekten de ortaçağda yaşamış olan saray soytarılarınınkine benziyordu. Krala parmak atan hani.
“Evet. Aslında bu kadar isabetli bir tahmin olurdu. Ben bizzat ‘Soytarı’ kavramının kendisiyim.”
Kafamı anlamadım tarzında iki yana salladım. O da salladı. Sonra bir şey fark ettim. “Bir dakika… benim yansımam nerde?”
Soytarı üstünkörü etrafına baktı. Sonra bilmem dercesine kafasını salladı. “Bilmem. Benimki de yok.”
Deneme amaçlı kollarımı savurdum. Soytarı da benimle eş zamanlı olarak aynısını yaptı. “Sen aslında yoksun.” Dedim. Üçüncü bir grup olduğunu kabullenmek istemiyordum. İki grup bana yetiyordu. Artıyordu.
“Sahi mi?” yüzüne tilki gibi bir gülümseme yayıldı. “Nerden vardın bu sonuca?” ben cevap vermeyince devam etti. “Peki ben yoksam, annen nasıl olabiliyor? Sahi… annen vardı değil mi?”
“Annem sadece benle değil, başkalarıyla da görüşüyor. Başkaları da onu görebiliyor.”
Gözlerini devirdi. “Peh! Başkalarıymış. Peki başkaları da aslında yoksa?”
“Dünya’da hiç kimsenin olmadığını mı söylemeye çalışıyorsun?”
“Evet.” Dedi temkinli bir şekilde.
“Peh.”
“Neden? Annenin sözüne karşı benim sözüm. Onun var olduğuna, benimse olmadığıma karar veren mekanizmanın elinde iki söz var. Evet. Neden onun sözü benimkinden değerli olsun?”
Bir şey diyemedim. Ne diyeyim ki? Adam haklıydı. “Sen üçüncü grupsun.” Dedim bir çeşit teslimiyetle.
“Ben tek grubum. Diğerleri yok.” Göz kırptı. “İnan bana.”
“Hah. Kal orada. Diğer grupları temsil eden en az ellişer kişi var. Neden tek kişisi olan üçüncü gruba inanayım?”
“İnanmayacak mısın yani?”
“Hayır.”
“Tüh be! Düşünsene o kadar temsilcisine rağmen, tek kişilik grubu olan bana inansaydın diğerleri ne göt olurlardı.” Ben gülmeyince devam etti. “Evlat, gelelim sadede.” Geriye doğru birkaç adım attı. “Ben aynanın öbür tarafından geliyorum.”
“Nasıl?”
“Görerek.” Anlamadığımı gösterircesine kollarımı iki yana açtım. “Evlat. Bak. Buraya bak.” Parmağını herhangi bir noktayı gösterircesine şıklattı. “Ne görüyorsun?”
Biraz düşündüm. “Aynayı?”
“Doğru. İşte problem de bu. Aynayı görüyorsun. Dünya, mantık sana ne gösteriyorsa onu görüyorsun. Olanı, alıştığını görüyorsun. Ve eğer olanı değil de, olmayanı görmeye çalışırsan ne olur biliyor musun?” kafamı iki yana salladım. “Sana gösterilenin ardındakileri görmeye başlarsın. Saf gerçeklikten bahsediyorum evlat. Saçma sapan bir illüzyon değil.” Ellerini hor görürcesine şöyle bir salladı. “Kavramların kaynağı. Orada şüphe yoktur. Çünkü sen şüpheyle birsindir. Orada var olmak yoktur. Çünkü sen varlık ile birsindir. Orada yokluk yoktur. Çünkü sen yokluk ile birsindir.” Elleriyle omuzlarındaki zilleri salladı ve tiz bir ses çıkardı. “Madde düzlemdeki her kavramın karşılığını orada bulabilirsin. Her şeyin merkezi… bir düşünsene. Sana bir sır vereyim mi?” bana doğru yaklaştı. Tanımlanamayan sesi artık fısıltı halindeydi. “Etrafına bakıyorsun ve gördüğün şeyse varlık ve yokluk kavramlarının sonsuz çatışması. Aslında annem mi var yoksa babam mı? Hangi grup gerçek? Hangisi yok?” sesi heyecanlı bir tını kazandı. “Yıllardır filozofların çözemediği problem de bu. Genelleme. Hah! Aptal zırvası sadece. Varlık denen kavram aslında bilgiden oluşur evlat, sakın unutma. Bilgi. Senin çelişkin sadece kelimelerde yatıyor. Halbuki bilginin varlık kavramının anahtarı olduğunu ve bilginin de öznel olduğunu anlarsan her şey kendiliğinden çözülür. Senden sadece şunu istiyorum; ‘varlık’ kavramını ‘bilinen’, yokluk kavramını da ‘bilinmeyen’ kavramlarıyla yer değiştir.” Suratı gittikçe vahşileşiyor, heyecanını dizginlemekte zorlanıyordu. “Hangi grup gerçek biliyor musun?” kafamı iki yana salladım. Kafasını öne uzattı ve ben de istemsiz olarak ona doğru uzandım; ki bu çok korkutucuydu. Daha önce o benim yansımamken şimdi ben onun hareketlerini tekrarlıyordum. “Hepsi.”
Suratımı buruşturdum. “Cidden hiçbir şey anlamıyorum.”
Soytarı sıkıntıyla nefes verdi ve yüzü eski alaycı haline döndü. “Anlamanı beklememiştim zaten. Nerede o eskiler. Ah Morph ah.”
“Aynanın ötesinde ne var?”
“Daha demin söyledim ya. Saf gerçek”
“Sana… inanmakta zorluk çekiyorum desem bana kırılır mısın? Etrafındaki insanların yarısının aslında olmama olasılığı insanı biraz şüpheci yapıyor.”
“Sana nasıl bir klişe göstermemi istersin?”
“Klişe mi?”
“Evet. İdealar Dünyası da diyebilirsin. Klişeler ideaların asıl kaynağıdır. Aynanın ardında bolca klişe var.”
Üzerine varmadım. Aklıma ilk gelen klişeyi söyledim. “Lamba cinleri. Bana lamba cinleri göster. Dilek hakkı verenlerden.”
Soytarı elini devasa cebine attı. “Üzerimde tam da sana göre bir şey var.” Yüzden fazla değişik lamba çıkardı. “Dünyanın her ülkesinden toplanmış cinler!”
Lambalardan cinler akın etti. Her cin kendi ülkesinin ağzıyla konuşuyordu.
“Üç dilek hakkın var.” dedi kalın sesli ve pipolu bir cin. “İki dileğini şimdi kullanırsan beşinci ve altıncı dileklerde yüzde elli indirim-“ Amerikan’dı bu. Cristoph Colomb şapkası başından düştü düşecekti.
“Toplam iki dilek var,” dedi haşin sesli olan bir tanesi. “Biri senin için, biri benim. Herkes eşit. Küba’da işler böyle yürür. Hıh!”
Elindeki şarabı nazikçe dudaklarına götüren dişi bir cin de “Üç dilek hakkın var.” Dedi işveli bir sesle. “Ve üç çeşit dilek var. Şarap, öpücük ve Paris’te bir hafta tatil.” Olgun bir kadın boyundaydı ve son derece güzeldi.
“12 puan Fransa’ya…” dedim ve elim ona gitti. Sonra araya başka bir cin girdi.
“Abi normalde üç dilek yapıyoruz ama sana dört olur.”
Dikkatim dağılmıştı bir kere. Bıraktım Fransız’ı. “Bana niye dört lan? Babanın oğlu muyum ben senin?”
“Aman be abi. Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur. Valla demedi deme. Bak şuna bak, şu dileğin güzelliğine bak.” Bu ciin bir metre boyundaydı ve esmer tenliydi. Bıyıkları top sakalıyla dudak kenarlarında birleşmiş, kara gözlerini daha çok vurguluyordu. Boğum boğum elini bir çuvala soktu ve üç tane ışık topu çıkardı. Dilekti herhalde bunlar. Dördüncüyü de göz kırparak çıkarıp, diğer üçünün yanına koydu. “Abi terbiyesizim böyle dilek bulamazsın başka yerde. Alaaddin ayağımı öptü ‘diğer lavuktan üç tane dileyeceğime senden bir tane dileyeyim kırk yıl kölen olayım abi’ dedi de vermedim.”
“Niye?”
“Ne bileyim be abi, tipini sevmedim.”
Sıkıntıyla nefes verdim. “Soytarı…” bana baktı. “Bu muhabbet boka sarıyor. İnandım. Tamam. Yolla şunları.”
Soytarı parmaklarını şıklattı ve tüm cinler geldikleri gibi kayboldular.
Soytarıya baktım. Soytarı bana baktı. Bakışlarımı kaçırdım. Soytarı gitmedi.
Kaçtım.
************
Ne kadar koştum, bilmiyorum. Fakat durduğumda dalağım patlama noktasında, ciğerlerimse havaya hasretti. Etrafıma şöyle bir göz gezdirdim. Yeni boyanmış yüksek yapılar vardı çevremde ve pis arka sokaklar evin taliplerine kötü görünmemesi için halının altına itilmişti sanki.
Halının altına…
Saklanmam lazımdı.
Neden bilmiyorum ama artık o soytarıdan ölümüne korkuyordum. Her şeyin kaynağı…
Bilinen her şey… bilinen her şey vardır?
Sus!
Gözlerimi etrafımda ayna ya da görüntümü yansıtacak herhangi bir şeyden uzak tutmaya çalışarak avare gibi yürüdüm. Öyle ki bir süre sonra saklanma içgüdüm beni yerdeki siyah ve pis eşarbı yüzüme sarmama neden oldu.
Oh be, dedim içimden, saklandım sonunda anasını satayım.
“Abi, kinayt oynayacağım da; en yakın internet kafe nerede, biliyor musun acaba?” diye ince bir ses sordu hemen sağımdan.
“Yemezler, soytarı.” Dedim gözlerimi derimin altına gömercesine yumarken. “Seninle işim bitti. Git zırvalıklarını başkalarına anlat.“ sağımda durduğunu tahmin ettiğim şekle vücudumla vurdum ve koşmaya başladım.
Yere düşen Soytarı hiç kendinden beklenmeyecek bir hayret nidası çıkardı ve küfür etmeye başladı. “Oğlum sen bir daha gelme bu mahalleye.” Diye bağırdı arkamdan. “Bir daha görmeyeyim seni. Yakarım çıranı şerefsizim.”
“Duyamıyorum? Aslında olmadığından sanırım. En iyisi gideyim de ‘gerçek’ arkadaşlarımla biraz playstation oynayayım.” Diye karşılık verdim koşarken. Verdiğim bu zekice ve göndermeli ayardan sonra kendime güvenim geldi. “Hem onları görebiliyorum!”
Dalağım yine kendini hissettirecek kadar şişmişti; ama durmaya da cesaret edemiyordum. Koşarken aynı anda tişörtümü çıkardım ve onu da siyah eşarbın üzerine, sımsıkı kapalı gözlerime gelen azıcık ışığı da kesecek şekilde bağladım. “Duyamıyorum seni. Duyamıyorum, lay lay lay. Göremiyorum da-” Bir şekle çarptım ve çığlık attım.
Allah kahretsin, dedim içimden. Dokunabiliyorum!
“Birader… n’apıyorsun… aman be, manyak mısın nesin-“
“Duymadım. Yemin ederim duymadım. Duyduysam şerefsizim. Canım istediği için durdum yani. Senle bir alakası yok.” Ayaklarım popoma değe değe koşmaya devam ettim.
“Aaa! Üstüme iyilik sağlık.” Diye bir süre sonra ince bir kadın sesi konuştu.
“Bilgisayar, ayol. Hep bu illet yaptı gençleri böyle.”
“Yok efendim, yok. Şimdiki gençler boşluktan ne yapacağını şaşırmış. Eskiden olsa eli ekmek tutardı bu yaşta. Ev geçindirirdi, ev!”
“Duyamıyorum! Sesin gelmiyor. Biraz daha yüksek sesli alayım lütfen!” Soytarı durmak nedir bilmiyordu. Ama ben de pes etmeyecektim. Kendime güveniyordum bu konuda. Bir keresinde kuzenimle çişimizi tutma yarışması yapmıştık da, altına işemişti salak. Ha ha!
“Peki kuzenin gerçek miydi?”
“Evet gerçekti. Hatta bir keresinde masanın üstüne çıkıp- Aa!” aniden gelen bu soruya atlamıştım. Salak!
Her şeyin merkezi…
Korna sesleri geliyordu şimdi. Evrenin merkezindenmiş gibi gelen bu sesler belki de soytarının sesini kafamdan atardı. Belli mi olur?
Belki de kornaya Soytarı basıyordu…
Trafik lambaları da onları görmememe rağmen dalga geçiyordu benle. Büyük harflerle hem de. Yüzsüzüm diye geçinirdim hep. Değilmişim meğer. Kabullenemedim hakaretleri, kızardı olmayan yüzüm. Ben kızarınca trafik lambaları da kırmızı kırmızı yandı. Durdu arabalar benim acınası halimi görmek için. Duraklar durdu. “Koşun,” diyordu trafik polisi. “Deli geldi.”
Kendime yüzsüz olduğumu kanıtlayacağım ya, bağırdım ben de “Geldim. Ben geldim.” Diye. Motorlar hırladı bana. Kaldırımlarsa gülmekten yerlerdeydi. Rüzgar beğenmedi parodimi; uzakta düşen bir kuş pisliğini kötü bir tiyatro oyuncusuna domates atar gibi attı yüzüme, iyice kızardı yüzüm. Yüzsüzüm ben, dedim rüzgara. Her ne kadar yüzüm kızarsa da.
Ayakkabı giymeden çıktığımı yeni idrak etmiştim. Ayaklarımın altındaki muhtemelen soyulmuş olan deri, asfalt ile etimin temasına neden oluyordu. Ve hatırı sayılır derecede bir acısı vardı.
Bir şey biliniyorsa vardır. Bilinenler kendi aralarında birbirinden habersizse bu onların sorunu.
Kornaya benzeyen; ama aslında Soytarı’ya ait olan sesler –yer miyim lan ben- kulaklarımı doldurdukça içimdeki panik duygusu kabardı. Gözlerimi açma isteğime zor karşı geldim. Cadde olduğunu tahmin ettiğim yerin karşısına koşmaya çalıştım ama korna sesleri belki de arabaların gerçek olabileceğine ikna etti beni. Durdum.
“Yeter lan!” diye kükredim “Defol hayatımdan, defol!”
“Gidemem, Bahattin. Ben bir avcıyım. Sense bir parazit. Dünyanın düzenini korumak adına seni avlamalıyım.” Sonra alay edercesine ekledi. “Kişisel bir şey değil.”
“Kişisel değil mi? Bu benim ölmem gerçeğini değiştirmiyor.”
“Ölmek mi? Yo, hayır. Ölmeni istemiyorum-“
“Demek ölmemi istemiyorsun?”
“Eh-“
“Ölmem işine gelmez ha?” cevap veremeden hızlı hızlı konuştum. “Mesela –mesela diyorum- ölsem senin için iyi bir şey olmaz bu değil mi? Mesela yani. Atıyorum, araba falan çarpsa?”
“Bahattin -“
“Yok yani. Diyelim ki çarptı?” korna sesleri bu kez solumdan geldi. Şiddetine bakılırsa bir tır olması muhtemeldi. “Mesela…” bu kez kaçmadım. Sola attığım adım benim için küçük; dünyanınsa sikinde olmayan bir adımdı. “…Ölsem?”
Korna sesi vücut kazanıp bana vurdu.
SON
Uyandım. Tır bana çarpmamış da kafamın içine girmişti sanki. Başım öyle şiddetle ağrıyordu ki- dur lan. Başım ağrımıyordu. Hiçbir yerim ağrımıyordu. Ağrı? Ne yabancı bir kavram. Başım mı demiştim? O da ne? Ellerimle başımın olduğu tarafı yokladım- ellerim? Yabancı bir kavram daha. Ben… ben?
Benliğim tekrar bana verilmiş gibi şiddetle titredim.
Soytarı karşımdaydı.
“Öncelikle, sakin ol.” Sakinim ben. “Güzel. Şimdi. Kısa süreli verilen benliğin sayesinde benimle konuşuyorsun. Biraz önce Teklik’i tattın. İlginç bir deneyim olsa gerek. Neyse. Prosedür gereği sana soru sorma hakkı tanındı. Bense cevap veren kişiyim.” Hafifçe gülümsedi. “Başla bakalım.”
Başta biraz duraladım. Sonra o soruyu sordum. “Öldüm mü?” ölmek sandığım kadar iyi bir fikir değildi. Ölmekten sıkılmıştım. Yaşamak istiyordum.
“Ölmek mi? Ah, yo, hayır. Kesinlikle ölmedin.” Yüzüm bir an için umutla aydınlandı. “Sadece, vücudun artık protein sentezi yapmıyor.”
Suratımı astım. “Öldüm.” Dedim fısıltıyla.
Soytarı devam etti. “Karaciğerin de dörde ayrılmış durumda.” Ona sinirle bakınca beni teselli edercesine “İşe bir de iyi yanından bak. Artık siroz olamazsın.” Dedi. Cevap vermedim. “Neyse. Gelelim önemli konulara. Soru-cevaptan ziyade bir tür istek için verildi benliğin.”
“Benden daha ne isteyebilirsiniz ki?”
“Ah…mm… bir şeyler var aslında. Nasıl desem ki?” sıkıntıyla oflayıp pufladı. Gözlerini bana diktiğinde o yeşil çukurlar mahcubiyetle parlıyordu. “Senden benliğini istiyorum.”
“Benliğimi mi? Benliğimi ne yapacaksın?”
“Ah… bir de o konu var tabi. Şey… eee… nasıl desem. Açıklamaya çalışayım. Hmm… şu nasıl: yok edeceğim?” suratımdaki ifade yeterli şeyi anlatmış olacak ki konuşmaya başladı. “Burası neresi evlat, biliyor musun?” kafamı iki yana salladım. “Burası sana bahsettiğim İdealar Dünyası. Her şeyin kaynağı. Tüm kavramların, her şeyin; senin bile. Dünyadaki vücudun sadece İdealar Dünyası’ndaki bir yansımandı. Asıl ‘sen’ tam burada bulunuyor.”
“Ve sen onu yok etmek istiyorsun.”
“Hm… aslında konuya kişisel bakmamalısın. Bu daha çok düzenle ilgili. Toplumdaki düzenin bir düşmanısın sen.” Hafifçe yaklaştı bana. “Kişilerin benlikleri, bir diğer deyişle İdealar Dünyasındaki asıl halleri, İdealar Dünyasından tamamen haberdar değillerdir. Mesela annen. Annen idealar dünyasında ‘Masa’ kavramı ile tanıştı; öyle ki maddi dünyada masadan haberdar. Baban da ‘masa’ kavramı ile tanıştı; o da haberdar zaten.” Sonra kaşlarını çattı hafifçe “Daha çok yerde yese de bir kere masada kahvaltı ettiğini görmüştüm.” Elini çenesine koydu ve düşünceli bir hal aldı. “Yoksa tırnaklarını mı kesiyordu…” durumun farkına varmış olacak ki şöyle bir silkindi ve tekrar konuya döndü. “Fakat aynı zamanda şöyle bir durum da var. Annenin İdealar’daki benliği babanın benliğini kaybetti. Dolayısıyla bu, madde düzleme ölüm (biz burada ‘bilinmezlik’ diyoruz) olarak yansıdı. Şu durumda ikisinin de ‘Masa’ dan haberdar olması sorun teşkil etmiyor. Çünkü Masa’nın bir benliği yok. Normalde birbirine bağlı iki benlik ayrılırsa, onlara bağlı diğer benlikler de ayrılan iki benlik arasında seçim yapar. Ya birini tanımaya devam edecektir, ya da ötekini. Aynı anda ikisine birden sahip olmazlar. Dediğim gibi bu ‘cansız’ olarak addettiğiniz, bizimse ‘benliksiz’ dediğimiz kesim için geçerli değil; asıl tehlikeli olan benliği olan kimselerin arada kalması. Bu kişiler düzeni bozar. Düzen olmazsa,” parmaklarını şıklattı. “Hiçbir şey olmaz.”
“Ben… düzeni mi bozuyorum?”
“Evet, evlat. Kişisel alma ne olur. Her nasıl olduysa İdealar’da bir karışıklık çıktı. Morpheus Cendal isimli biri yüzünden oldu bu. O- neyse, ayrı bir konu bu. İdealar’daki karışıklık yüzünden Yaratıcı senin iki benlik arasında seçim yapmanı istemedi. Sen de her ikisini birden tanımaya devam ettin.” Kafamı salladım. Tüm o saçmalıklar, gruplar, birbirini tanımayan insanlar… hatalı bendim, bunu hep biliyordum. Ama bu kadar da mı hatalıydım be!
Soytarı devam etti. “Kısacası evlat, benliğinin İdealar’daki halini yok etmeliyiz. Seni ‘Bilinmez’ kılmalıyız ki dünya normale dönsün. Sen gidince sana ait tüm anılar da gidecek. Hiç yaşamamış gibi olacaksın. Seni ne annen hatırlayacak, ne de baban.”
“Ben…aa… bu nasıl olacak?” korkmaya başlamıştım. Sonuçta her gün bir soytarı gelip de benliğimi almak istemiyordu.
“Acımayacak.” Dedi Soytarı. Sonra saçmaladığını anlayarak boğazını temizledi. Bana bakan gözleri anlayışlıydı. “Bahattin,” dedi ilk kez ciddi bir sesle. “Gitmek zorundasın.”
“Mmm…anlıyorum. Son…eee… son kez annem ve babamı görsem?”
“Mümkün değil.”
“O zaman kabul etmiyorum.”
“Bu bir seçenek değil.”
“Ama sen dedin ki-“
“Prosedür dedim. Evet, tam olarak bunu dedim.”
Korktum. Ölecek miydim yani şimdi? Gidiyor muydum? Sadece 17 yıllığına bir uğramış mıydım dünyaya? “Bir… bir kerecik görsem?”
“Üzgünüm.” Bir süre sonra elinde yoktan bir küre belirdi.
“Nedir bu?”
Küreye bakmadan konuştu. “Bu sensin. Yani senin özün.”
Parlak, beyaz küreye baktım. “Çok… ufakmışım.”
“Bunu kırınca, seni de kırmış olacağım. Sen de gitmiş olacaksın…”
“Keşke üçüncü grup olsaydın…”
“Hazır mısın?”
“Hayır.”
“3…”
“Ailemi son kez görseydim iyi olurdu. Son istek babında yani.” Avucundaki küreyi sıktı ve çevremi hafif bir ışık bastı. Aklıma anılarım doldu. Büyük adam olacaktım ben. İçimde biliyordum bunu. Annem dişçi, babamsa polis olmamı istiyordu…
“…2…”
Işık çoğaldı ve göz bebeğimi acıtmaya başladı. Burnum yanıyor, ağzımdan duman çıkıyordu sanki…
…Anılarım sardı beni beşikteki bebek gibi. Beşikteki bebektim ben. Ne annem babamı kaybetmişti, ne de babam annemi. Kayıp değildim ben o zamanlar…
…Teklik geldi. Bilincim açık bir bardaktaki alkol gibi havaya karışmaya başladı…
“…1…”
Işık kesildi. Bunu nedenini anlamam uzun sürmedi. Çünkü tam anlamıyla Teklik’e ulaşmıştım. Ben artık ışıktım. Karanlıktım. Ben… ben de kim?
Soytarı eskiden ‘ben’im olduğum yere baktı ve konuştu “Elveda.”
İçinde benliğimin olduğu küreyi avucunda son kez sıktı ve küre kırıldı. İleride büyük adam olacak ben de gittim küreyle. Kürenin son zerresi yere düşünce hatıralar da kalmadı bana. Büyük adam olacaktım ben. İçimde biliyordum bunu. Ben…
Elveda…
Çok güldüm hakikaten. Şizofrenliğe farklı bir bakış açısıyla yaklaşmak, göndermeler falan. Çok iyiydi yani. Lamba cini sahnesinde sesli güldüm.
Söyleyecek pek bir şey yok. Finaliyle de güzel bir öykü olmuş.
Tebrikler.
Tesekkurler begenmenize sevindim:) Açıkcası yazarken biraz da güldürme amacı gütmüstüm. Bunu bir ne ze olsun başardığımı öğrenmek beni mutlu etti.
Okuduğunuz ve yorumladığınız için tekrar teşekkürler.
Çok keyifli bir öyküydü. Her şey güzeldi, ama Lamba cinleri ayrı bir güzeldi.
Emeğinize, kaleminize sağlık.
Teşekkürler, beğenmenize sevindim.
Merhaba
Uc noktadan sonra boşluk bırakılmaz. Siz birkaç yerde bırakmışsınız da gözüme takıldı. Konuşma belirteci olan tırnak kapandığında sonraki kelime buyuk harfle başlamaz. Bir de birkaç yerde “abi” kelimesi gözüme çarptı. Bunun yerine ağabey olarak kullansaydınız iyi olurdu.
İmla hatalarımı gösterdiğiniz için teşekkürler; ama keşke biraz da öykünün içeriği hakkında kelam etseydiniz de kendimi Türkçe sınavının sonuçlarını okuyormuş gibi hissetmeseydim.
Güzel bir hikeye olmuş. Ara ara yerinde ve güzel espriler var ; fakat hikayede çok ulan lan gibi sözlere yer vemişsin gözüme battı.
Not: önceki hikeyelerde yazdığın Morphu da güzel kullanmışsın. Gözümden kaçmış değil 😉