Kitap. Sayfaları anlamsız cümlelerle dolu; eskilerden, o anlamlı ve çekici dünyalarıyla eski insanlardan kalma; elimde tutuyorum. Böylesi düşünürken işimi kolaylaştırıyor: Kokusuyla sarhoş olduktan sonra, harflerin etrafımda ateşe âşık kelebekler gibi salınması ve en sonunda bana çarpıp kül olması, düşünce formuna geçmesi…
Şu an ne mi düşünüyorum: Hava neden hep rüzgârlı, daha öncesinde neden hep güneşliydi ve daha öncesinde… Bu daha önceler arasında dörder yıl var. Her dört yılda bir yapılan seçim ve değişen hava, bununla birlikte değişen ekonomi ve değişen –değiştiğini sandığımız- dünya, nasıl bir havanın hâkim olacağı belli olmuyor; ama bir şeyden kesin olarak eminiz ki bir daha fırtına olmayacak, halkın istemediği ‘kötü hava’ olmayacak. Bu bize Baba’nın sözü ve şimdiye kadar da bir sorun çıkmadı. Sorun, kime göre? Kim karar veriyor ve ben neden hiç söz sahibi olamadım bununla ilgili? Çünkü uyuyakaldım, on altı yaşımı doldurduğumdan beri tam üç kez uyanamadım. Tam da o, herkesin merakla beklediği sonucun belirleneceği lanet günlerde…
Şişşt, sessiz ol, Baba’ya karşı çıkma sakın!
O benim üvey babam, beni hiç sevmedi. Ben rüzgâr istemiyordum ki veya parlak gökyüzü veya ne zaman yağdığını hiçbir zaman göremediğimiz, öylece oluveren beyaz kar, hiçbirini istemedim ama seçimlere de katılmadım. Seçimlere katıl(a)mamanın hiçbir yaptırımı yok. Ama ben katılmak istiyordum, belki yağmurun seçilmesi için bir katkım olurdu, fakat uyuyakaldım. Ne kadar saçma, oysaki odaya söylemiştim beni kaldırması için. Eski dinlerin değişmez hükümleri gibi şaşmazdı, her ne kadar istemesem de sabahları beni o öperek uyandırdı hep, üç gün hariç.
Eski zamanlarda, havanın nasıl olacağına dair tahminleri insanlara bildiren bir meslek varmış. Şimdi olsa en kolay iş o olurdu herhalde; tek bir cümleyle dört yıl geçinmek –gerçi eskinin gereksiz siyasetçileri de aynı şeyi yapmıyor muydu: Yarın hava rüzgârlı. Hava rüzgârlı. Rüzgârlı, rüzgâr… Keşke zar zor, şans eseri hayatta kalan, ama yine de muhteşem bir yaşamları olan eski insanların zamanında doğsaydım ve ‘yarın yağmur yağacak’ diye bir haber alsaydım. Fırtına ortasında kalmış batmak üzere olan bir gemide -gemicilikten hiç anlamadığım için belki de, öleceğimi bile bile…
Bu günün dünyasında şaşırtıcı, tarih tabletlerinin değimiyle ‘sürpriz’ –bu kelimeyi söylemek bile ne kadar zor- sınıfına dâhil olabilecek hiçbir şey yok. Bokunuzun şekli bile her zaman aynı. Ama aynı zamanda kimsenin bokunun üstüne de bok yok, burada kimse kimsenin ağası değil, ‘ben senin babanım, şimdi bi koşu git bakkala’ diyemez. Tek bir Baba var: Ölmez, dağılmaz, çürümez. Ne kadar hoş cümleler değil mi? İnsanlık evrildi, her yeni sistemle mükemmele daha çok yaklaştı. Ve işte buradayız. İnsanlar uzun yıllar vahşi hayvanlar gibi şans üzerine kurdu yaşamını, yarının havasını bilmeden, hatta akşam ne yiyeceğini bile bilmeden çağlar aştı. Şans, din veya her ne ise bir şekilde yaşadı. Bundan ötesi yok, mükemmele ulaştık işte, mutlu son! Ama ben makine gibi ne yapacağı, hangi dişlinin hangisine gireceği başkası tarafından kesinleştirilmiş olarak yaşamak istemiyorum. Kime âşık olacağımı bilmeden yaşamak istiyorum. Farklı boklar görmek istiyorum!
Büyüdükçe güzelliğini kaybeden her şey gibi, insanlık da büyüdü, gelişti ve çirkef bir hal aldı. Buralarda durulmaz artık, ama kaçabileceğimiz bir yer de yok. Bilinmez karanlıklara da gidemeyiz, kendini –veya herhangi birini- öldürmek yasak, bunun düşüncesi bile yasak. Eski insanların geleneğinde buna intihar deniyormuş, geleneği sürdürmek isterdim ama nasıl yapılacağına dair bir fikrim yok.
Bugün bayram, o yüzden bu kadar serbest düşünebiliyorum. Özgürlüğün olduğu yerde mutluluk olmazmış, doğru. Zaten ben de mutlu değilim, ama istediğim şeyi yapmanın verdiği huzur var, çok tatlı bir huzur. Dünyadan kurtuluşun bilmem kaçıncı yıldönümü sanki iyi bir şeymiş gibi kutlanıyor sokaklarda, bitmek bilmeden kutlamaya devam! Ne yağmur, ne kar, ne deniz, ne fırtına, ne batan gemiler var artık. Hepsi Baba’nın müzelerine kaldırıldı. Neden? Çünkü dünya yetmedi biz akıllı yaratıklara. Tanrım, dünyanı terk ettik diye kızma, duy sesimi-zi! Herkes nasıl bu kadar mutlu olabiliyor, yoksa öyleymiş gibi mi davranıyorlar? Aklımı kaçıracağım bu lanet yerde!
Şişşt, sessiz ol, Baba’ya karşı çıkma sakın!
En iyisi dışarıya çıkıp bir hava almak, diyeceğim ama hava da kalmadı ya, her şey yapay şu günlerde. Yat, yat uyu. Sabah düzelecektir tüm bunlar, düzelmese bile sen öyle düşünerek dal ki rüyaların –en azından- güzel olsun. Peki, neye güzel diyoruz, kimdir bu güzel? Gönül kimi severse güzel odur. Hani ot var –o da yapay, malum dünyada değiliz- bir de bok var, hep aynı şekilde… İyi geceler…
Oda bugün de beni uyandırmayı unutmuş, oysaki seçim falan yoktu hatırladığım kadarıyla. Başım ağrıyor, kaç saat yattım ki, altı üstü – yuhh, beş saat fazladan yatmışım. Bu odayı onarıcılara göstermek gerek, ceza alacağım yoksa. Beş saat ne demek, Baba’nın denekleri bile bu kadar yatmıyordur. Pencereye koşuyorum doğrudan –nereden açılıyordu bu meret, şimdiye kadar hiç açmamışım demek ki. Hah, açıldı. Eski dünyanın vahşi örümcekleri gözüme ağ yapmışlar sanki, ne kadar zorlarsam zorlayayım tamamen açılmıyor gözlerim, yarım yamalak görebiliyorum dışarıdaki beyaz gecelikleriyle insanları –herkesin üstü başı, saçı, hatta düşünceleri bile aynı: En az benim kadar şaşkın, aynı şekilde diğer herkesin de o durumda olduğunu görmekten memnunlar. Ben de öyleyim. Olması gereken de budur, neden şimdi garipsedim ki durduk yere? O anda odanın haber bültenindeki şirin bayanın sesini duyuyorum –hayır, bu onun sesi değil, robotlaşmış bir erkek sesi, garip bir şekilde bu da şirin geliyor. Konuşmaya başlıyor, yankılarıyla beraber çok hoş bir müzik gibi aynen:
“Bugüne kadar hep birilerinin istediği gibi yaşadınız. Baba’nızın gönüllü tutsaklığını yaptınız. Her şey normaldi çoğunuz için. Onların deyimiyle ayağı yanlış yola kayanlar, yani herkesten farklı olup Baba’nın isteğinin dışına çıkanlar şimdiye kadar hep uyutuldu. Onlarla beraber farkında olmadan oy kullanabilenler de uyudular, gerçekleri göremediler…”
Bu sesler sadece haber bülteninde değil, tüm sokakta yankılanıyor. Yarım gözümle görebildiğim kadarıyla herkes gergin, kimseden çıt çıkmıyor. Eski bir kitapta gördüğüm parlak bir cümle gözümün önüne geliyor o an. Daha doğrusu kafamın içinde çınlıyor: Fırtına öncesi sessizlik… Evet, aynen o sessizliği yaşadığımızı hissediyorum. İçimdeki korku, yerini heyecanlı, kıpır kıpır bir bekleyişe bırakıyor. Bekliyorum.
“… Unuttuğunuz, kaçıp kurtulduğunuzu sandığınız dünyada bizi de unutmuştunuz ve bizler o beğenmediğiniz eskinin zekâsıyla orada neler yaptık, bilemezsiniz. Şimdi ele geçirdiğimiz bu sistemi kırıyoruz, herkes istediği gibi yaşayabilecek. El ele vermenin vaktidir artık, hep beraber fırtınayı getiriyoruz!”
Dışarıdakiler ikilem yaşıyor ve ben bunlara gözümle şahit olmaktan çok, duyuyor ve onlarla beraber yaşıyorum: Evet, biz fırtına istiyoruz, biz özgürlük istiyoruz… Henüz ritmi tutturulamamış sloganlar… Ardından yere çöküp başlarını yumruklamaya başlıyorlar, o iğrenç sesten kurtulmak için çabalıyorlar: Şişşt, sessiz ol, Baba’ya karşı çıkma sakın!
Bu ikilem bir süre devam ediyor, ben de sokağa çıkıyorum. Avazım çıktığı kadar bağırıyorum, o sırada parlak kıyafetleriyle lacivert ordu gözüküyor sokağın başında: Rap rap, rap rap… Yer titriyor, bu titreşim kimilerinin kalbine haklı bir korku salıyor, daha önce birkaç kez gördüğüm silahlarını ateşliyorlar. Yere yuvarlananlar, çığlık çığlığa Baba’ya küfredenler… İşte farklı boklar, hiç hissetmediğim kazanma arzusu, fırtınaya ulaşmak için, belki…
Her şeyin ortasında, daha önce hiç duymadığım –duymadım ama çok da yabancı değil- bir ses yeri göğü sarsıyor. İnsanlar ve lacivert askerler korkudan ve sarsıntıdan başlarını eğiyorlar, kulaklarını tıkayanları da görüyorum. Ses sanki gökyüzünden geliyor, evet, bir kez daha –aynı şiddette olmasa da- gürüldüyor ve bu kesin olarak…
Yüzüme düşen birkaç su damlası –biri mi tükürüyor- ve birkaç tane daha. Gittikçe hızlanan bir periyotla biri tükürüyor, her yere, sokağa, binalara, insanların üzerine… Gökyüzü tükürüyor, evet. Bu, yağmur! Sanki onlarca insanla beraber banyo yapıyorsun, soyunanlar bile var. Lacivertler silahlarını bırakıyor ve yağmuru yaşamaya başlıyorlar. Fırtına herkesi bir araya getiriyor…
Zıırrrrr. Hayatımın değişmeyen sesiyle uyanıyorum yine. Tam vaktinde. Ayağa kalkıyorum, başımda ağır bir ağrı. Zonkluyor resmen. İyi, bugün rapor alıp evde kalabilirim. Şu işe bakın, hasta olmaktan mutlu oluyorum, oysa…
Aklımda şekiller ve sesler canlanıyor. Beynim sanki hiç unutmak istemediğim bir anıyı bana hatırlatmaya çalışıyor gibi. Gürültü, neyin gürültüsü bu, başım niye bu kadar ağrıyor?
Tükürükler, su damlaları… Yağmur, evet, yağmur! Pencereye koşuyorum –nereden açılıyordu bu meret. Bu anı daha önce yaşamış mıydım? Hah, açıldı işte: Rüzgâr, yine, yine rüzgâr, hiç durmadan uğulduyor. Yağmur yok mu yani, peki ya fırtına? Baş ağrım artıyor…
Gezi ve oidipus kompleksi ekseninde düşünce oldukça yaratıcı bir yazı. Eski yazılarındaki kapalı ve karanlık hava hala hüküm sürüyor, okuyucunun algısını şekillendirme kolaycılığı yerine onları meraka sürüklüyorsun. Bu tarzda yol gösterici olarak Borges’in öykülerini okumanı öneririm.
Selamlar!
Öncelikle hikâyeyi çok beğendim. Yazım tarzınızı çok güzel buldum, hata da göremedim.
Ama dünyadan nereye gidildiğinin, bunun nasıl olduğunun ayrıntılarını okumak isterdim açıkçası. Her neyse, ellerinize sağlık… Ve tabii emeğinize de… Öyküyü paylaşımınızdan dolayı kendi adıma teşekkür ederim…