Sinatra’dan çıktığımda tatlı bir baş dönmesi ile birlikte bedenimde hafif bir uyuşukluk hissediyor, aptalca gülümsüyordum. Sinatra, Güzelyalı’da bir barın adı. Neredeyse her akşam uğrayıp kahve konyak içerdim orada. Haftanın bir günü de mutlaka sarhoş olurdum. Barın sahibi Fuat, gençliğinden beri Frank Sinatra hayranıdır. Beş yıl önce barı açtığı günden bu yana, her gece açılış şarkısı Can’t Take My Eyes off You, kapanış şarkısı ise My Way’di.
Ayrıca Sinatra, Katia’nın çalıştığı yerdi. Katia… Benim biricik sevgilim. Kendisi bir barmaiddi. O gece yine muhteşem görünüyordu. Saatlerce sohbet ettik yine. İçtik. Ve –en güzel anlarıydı akşamımın– Fuat’ın üst kattaki odasında deliler gibi seviştik.
Bunca güzelliğin ve konyağın etkisiyle, haliyle, sarhoştum. Fahrettin Altay’daki daireme gitmek için bir taksi çevirdim. Arka koltuğa oturdum. Camı aralayıp sigaramı yaktım. Taksi şoförü dikiz aynasından rahatsız oluşunun tepkisi olarak bir bakış attı ve gür bıyıklarını küfürlü küfürlü oynattı. “Ben de senin dinlediğin arabeskten rahatsızım” dedim içimden. Kol saatime baktım. İkiyi on geçiyordu.
Yolumuz uzun değildi. Kısa süre sonra apartman dairemin kapısındaydım. Anahtarlarımı çıkarıp, alışkanlığın getirdiği serilikle doğru anahtarı buldum. Çelik kapıyı açmak için anahtarı yuvasına soktuğumda bir terslik olduğunu hissettim. Buna rağmen sorun çıkarmadı kapı bana. Önceden kurcalanmış gibi de durmuyordu. Kuruntu yaptığımı düşünüp üzerimi değiştirmeden, kahverengi takım elbisemin içindeki zayıf bedenimi yatağa bıraktım.
Son zamanlarda bu tarz kuruntulardan kurtaramıyordum beynimi. İzmir’in en ünlü makine mühendisiydim. Kendime ait bir mühendislik şirketim vardı. Serbest çalıştığımdan bin bir çeşit insanla karşılaşıyordum. Son yaptığım işte birlikte çalıştığım adamın uyuşturucu kaçakçısı olduğunu sonradan öğrenmiştim. Otomotiv işine giriyormuş. Şirketimden uygun bir mühendisi yanına verdim. Özel bir projesini de bizzat yaptım. Projeyi sorunsuz teslim ettim ama henüz ödememi almamıştım.
Dış kapının açıldığını duyduğumda düşüncelerimden sıyrıldım. Kuruntum boşuna değil miydi yoksa? Korkuyla yatağımda doğruldum. Ani hareketin etkisiyle keskin bir ağrı hissettim başımda. Gözlerim karardı. Gözlerimi açtığımda üç makineli tüfeğin maskeli adamlar tarafından yüzüme doğrultulduğunu gördüm. Maskeli adamlardan biri “Bizimle geliyorsun” dedi boğuk bir sesle. Ben cevap veremeden bir diğeri tüfeğin dipçiği ile kafama vurdu. Yatağa yığıldım.
Kendime geldiğimde loş bir odanın içerisindeydim. Burası geniş bir çalışma odasıydı. Çalışma masasının arkasındaki büyük pencerenin kırmızı perdeleri, oraya bir tiyatro sahnesi havası katıyordu. Bir duvar baştanbaşa bir kütüphane, bir diğeri yağlı boya sanat eserleriyle doluydu. Kütüphanenin raflarında küçük masa saatleri, yağlı boya tabloların arasında da irili ufaklı duvar saatleri vardı. Çalışma masası ağır mobilyadan, işlemeli, görkemli bir masaydı. Masanın ön tarafında siyah deri koltuk takımı duruyordu. Masa lambasının yanında birden fazla masa saati oluşu göze çarpıyordu.
İnce ama ciddi bir sesin “Hoş geldiniz” dediğini duydum. Masanın önündeki deri koltuklardan birinde oturuyordum. Sesin nereden geldiğini anlamak için etrafa bakındım ama kapının iki yanında ayakta duran silahlı adamların ifadesiz yüzlerinden –bunların maskeleri yoktu– başka bir yüze rastlamadım. “Buradayım beyefendi” dedi aynı ses. O an sesin masanın ardında oturan kişiden geldiğini fark ettim. Masa lambasını yana çekerek benimle konuşan kişinin yüzünü görmeye çalıştım. Puro içiyor, içtiği puro yüzünün yarısını kaplıyordu. Dumanı üflerken sıkıntıyla, ama nazik olmaya çalışarak gülümsedi. “Beni görebileceğiniz bir yere geleyim.”
Yerinden kalktı. Boyu aşağı yukarı masanın yüksekliği kadardı. Yavaş adımlarla yaklaştı ve karşımdaki koltuğa yerleşti. “Sizinle bir iş anlaşması yapacağız” dedi.
Elimden geldiğince şaşkınlığımı bastırarak ve ciddiyetimi yitirmemeye çalışarak “Sizi dinliyorum” dedim. Ama dinlemek ne mümkün? Karşımda ciddi ciddi benden mesleki beklentilerini anlatan kişinin ayakları yere dahi değmiyordu. Üzerindeki siyah takım elbisenin ve elindeki puronun aksine bedeni altı yaşındaki bir çocuğa aitti. Dolgun yanakları sıkılmak için bekliyordu sanki. Acaba akşam yemeğinde ne yiyordu? Günde ne kadar çikolata tüketiyordu? “Fazla şeker yeme, dişlerin çürür” demek istedim birden. Çocuğun haline mi güleyim, kendi halime mi üzüleyim bilemiyordum.
“Beni iyice anladınız mı?” diye sordu çocuk.
İrkildim. “Üzgünüm,” dedim. “Pek anlayamadım. Şey… Siz kaç yaşındasınız?”
“Konumuz bu değil!” diye bağırdı. Bir elini havaya kaldırdı. Kapıdaki adamlarından biri on beş saniye içinde bir kadeh viski tutuşturdu eline. Viskiyi kafasına dikip boş bardağı masaya vurdu. Derin bir nefes aldı. “Adım Hikmet. Saatçi Hikmet.”
Bu hareketi beni sindirmeye yetmiş, silahlı adamların da etkisiyle bu konuyu açmamaya kendi kendime söz vermiştim. “Benden beklentiniz nedir?” diye sordum.
“Ben bir saat koleksiyoncusuyum.” Bu, çevreye bakınca da anlaşılıyordu. “Koleksiyonuma yeni bir saati eklemek istiyorum. Siz bana bu konuda yardımcı olacaksınız” dedi.
“Nasıl yardımcı olabilirim?”
“Konak’taki saat kulesini bana getireceksiniz.”
Çıldırmış olmalıydı. Bu düşünce bir çocuğun fantezi dünyası içinde gayet normal görünebilirdi ama silahlı adamlarla başarılı bir mühendisi alıkoymanın açıklaması kesinlikle olamazdı. “Bu imkânsız” dedim dehşet içinde.
Saatçi Hikmet oldukça sakin görünüyordu. “Yaşadıklarım bana bir şey öğrettiyse, o da imkânsız diye bir şeyin olmadığıdır.”
“Sen ne yaşadın ki!” diye bağırmak istedim ama az önceki güç gösterisi beni bundan vazgeçirdi. “Bakın… Bu söylediğiniz hiç mantıklı değil” dedim. “O yapı 25 metre yükseklikte. Nereden baksanız 350 ton ağırlığında. Onu kaldırıp size getirmem mümkün değil. Ben böyle bir şey yapamam.”
“Daha önce bir binayı temelinden 20 santimetre yükselttiğinizi biliyorum” dedi. “Bu kez biraz daha fazla yükselteceksiniz. Taşıma işi bize ait. Proje için istediğiniz maddi desteği, ayrıca hayatınızı garanti altına alacak parayı da alacaksınız.”
Daha önce bir binayı yerinden kaldırdığım doğruydu. Doğrusu, saat kulesini kaldıracak proje tasarımı ve uygulaması da benim için zor değildi. Fakat bu her şeyden önce etik değildi. “Yapmazsam?” dedim.
“Sizi tehdit etmek istemiyorum beyefendi. Size saygım var” dedi. “Eğer yaparsanız size bir sır vereceğim” deyip göz kırptı.
Görünen o ki çaresizdim. Kabul ettim.
Bir hafta sonra, yeniden aynı odada, aynı koltukta oturuyordum. Tüm haftayı şirketteki ofisimde geçirmiş, Saatçi Hikmet’in benden istediği projeyi tamamlamıştım. Masanın karşısına koyduğum kara tahta üzerine zaman zaman tebeşirle çizerek, bazen de projemden sayfalar göstererek etkileyici bir sunum yaptım. Yaptıklarımı beğenmiş, ancak şaşırmamıştı. Viskisinden bir yudum alıp bardağı masaya bıraktı. Diğer elindeki puroyu dudakları arasına yerleştirdi ve küçücük elleriyle alkışlamaya başladı beni.
“Bravo! Gerçekten harikasınız” dedi.
“Teşekkür ederim” dedim, kendimden emin bir tavırla. Doğrusu, mesleki hayatımdaki zirveyi yaşamakta olduğumun o an ayırtına vardım. Bu işin içinde olduğum için –etiği bir kenara bırakıp– şanslı hissettim kendimi. “Sanırım sıradaki aşama, malzemeler.”
“Kesinlikle” dedi Büyük Patron. “Ve bunun için her şey hazır.” Sağ elini havaya kaldırdı. Birkaç saniye içinde bir adam bitti yanında. “Çıkıyoruz” dedi.
Burası Bozdağlar’ın eteğinde, geniş bir arazinin üzerine kurulmuş dev bir malikâneydi. Kapıdan çıktığımızda, kalkışa hazırlanan helikopterin pervanesi uçuşturdu ceketlerimizi ve kravatlarımızı. Helikoptere bindik. Kısa bir uçuşun ardından Ödemiş yakınlarında, terk edilmiş gibi duran bir deponun önüne vardık. Deponun paslı demir kapısını açtı Saatçi Hikmet’in adamları. Büyük patron, avuç içim kadar olan ayağını kapıdan içeri attı. Hemen ardından ben girdim içeri. Depoda ihtiyacım olan her nevi malzeme vardı.
“Aradığın malzemeler burada” dedi Saatçi Hikmet. “Ne kadar sürede harekete geçebiliriz?”
“Sütunları kesmek için aletlerim hazır” dedim. “Kuleyi yerinden kaldırmak için ihtiyacım olan mekanik krikoları yapmak yaklaşık bir hafta alır. Raylı sistem ve muhafazayla birlikte ekipmanın yapımı iki haftayı bulacaktır. Yalnız iş bununla bitmiyor. Biz bununla ilgilenirken görevlendireceğiniz adamların saha çalışmalarını anlattığım şekilde yapması gerek. Bu da neredeyse bir ay demek.”
Büyük patron tiz bir kahkaha attı. “Tamam” dedi. “Güzel… Çok güzel…” Ellerini açıp depoyu işaret etti. Yüzündeki gülümseme sürmekteydi. “Hadi, başlayın öyleyse!”
Ve başladık. Saatçi Hikmet’in benim yanımda görevlendirdiği altı kişilik ekiple birlikte ihtiyacımız olan aletleri sıfırdan yaptık. Kuleyi yerinden kaldırmak için dört büyük mekanik krikoya ihtiyacımız vardı. Onu Konak Meydanı’ndan eve taşımak için yirmi yedi metre yüksekliğinde, beşgen şeklinde bir muhafazaya; muhafazaya yerleştirmek için de raylı sisteme gereksinim duyuyorduk. İki haftalık takvimimizin önüne geçerek tam on bir günde tüm bunları tamamladık.
Saha çalışmaları biraz daha meşakkatliydi. İşe Konak Yalı Camii’nden başlandı, Saat Kulesi’ne en yakın kapalı alandan. Camiyi bir ay süreyle kapatmak için büyükşehir belediye başkanına uzun uzun dil dökmek ve Saatçi Hikmet’in kapital desteğine tekrar başvurmak zorunda kalmıştım. Başkan, anneannemin ibadet maksadıyla bir ay boyunca orada olacağına ikna olduktan sonra kutsal mekânı “tadilat nedeniyle” kullanıma kapattı. Büyük Patron’un adamları caminin içinden Saat Kulesi’nin temeline kadar bir tünel açtılar. Saat Kulesi’nin, üzerinde durduğu kolonlar kesildi. Krikolar yerleştirildi. Kulenin altından denize doğru on beş metrelik raylı sistem kuruldu.
Bir ayın sonunda, büyük gece için her şey hazırdı.
Ocak ayının ortalarında, buz gibi bir İzmir gecesiydi. Saat Kulesi, altındaki adamlar tarafından krikolarla yükseltilip önceden yerleştirdiğimiz rayların üzerine oturtuldu. Yirmi yedi metrelik beşgen şeklindeki muhafaza kulenin yanında hazır beklemekteydi. Kule raylar üzerinde kaydırılarak muhafazanın içine alındı. Ben, on dokuz helikopterlik bir hava operasyon timinin başındaydım. Bize gelen bilgiye göre havalandık. Konak Meydanı’na vardığımızda muhafaza içindeki kulenin etrafında bir çember oluşturup halatlarımızı aşağı salladık. Helikopterlerin her biri 20 ton yük taşıma kapasitesine sahipti. Saha ekibi, halatları muhafazanın iki kenarına 3’er metre arayla yerleştirirken benim bulunduğum helikopterden sallanan halat muhafazanın uç noktasına takıldı. Önceden kararlaştırdığımız gibi, benim liderliğimde on dokuz helikopter, yaban ördeklerinin göç ederken yaptıkları gibi üçgen şeklini alarak havalandık. Birbirimize kuş uçuşu mesafemiz yakın olduğundan her bir helikopter farklı irtifalarda uçuyordu. Beşgen muhafazayı yatay hale getirip havada dengeyi sağladığımızda, dev bir tabutu taşıyan siyah melekleri andırıyorduk.
Saat Kulesi’ni Bozdağlar’a doğru uçurduk. Kısa süre sonra Saatçi Hikmet’in malikânesine varmıştık. Önceden hazırlanan rayların üzerine yerleştirdik kuleyi. Ve bahçedeki büyük depoya raylar üzerinden kaydırarak soktuk.
Helikopterden inip Saatçi Hikmet’in çalışma odasına geçtiğimde güneş doğmak üzereydi.
“Başardık.”
“Evet, öyle” dedi Büyük Patron. Vakur bir duruşu vardı. Elini uzattı, sıktım. Bir an için eli avucumun içinde kayboldu, gülümsedim. “Bana anlatacak mısın?” dedim.
Derin bir nefes aldı. Karşılıklı deri koltuklara yerleştik. “19. yüzyılın son çeyreğiydi. Annemi hiç tanımadım; ben doğarken ölmüş. Babam Antonio, Venedik’in en ünlü saat tamircisi idi. Şöhreti Venedik’i aşmış, tüm Avrupa’ya yayılmıştı. Tamir ettiği saatler bir daha asla bozulmaz, hatta durmazdı. Odasında, benim açmamın yasak olduğu bir çekmece vardı. O çekmecede bir saatin yapımında kullanılan her türlü malzeme bulunurdu. Küçüklü büyüklü dişliler, çarklar, kaideler, akrepler, yelkovanlar… Saatleri onarırken bu çekmecenin içinden aldığı malzemeleri kullanırdı. Ayrıca, o çekmecedeki parçaların bir özelliği daha vardı. Babamın onları eve getirdiği günden beri ikimiz de yaşlanmıyorduk.
“1901 senesiydi. Alman İmparatoru II. Wilhelm’in emriyle bir saat kulesinin saatinin yapımına başladı babam. Bu saatin aksamına o çekmecedeki son dişliyi yerleştirdi. O saat, şu an benim bahçemde duran İzmir Saat Kulesi’nin saati idi –biliyor olmalısın, kulenin saati II. Wilhelm’in hediyesidir. 1974 İzmir depreminde saatin durmasının sebebi bu dişlinin sarsıntı sonucu yerinden oynamasıydı.
“Birkaç yıl sonra babam verem hastalığına yakalandı. Ölüyordu. Ölmeden önce beni yanına çağırdı. ‘Çekmecemdeki parçaları hatırlıyorsun değil mi?’ dedi. ‘Hatırlıyorum baba’ dedim. ‘O malzemeleri bana bir Türk bilge vermişti. Sen altı yaşındaydın. Parçaları aldığımda, ailemiz için zaman durdu. Oğlum… O parçalar birleştiğinde ortaya yeni bir saat çıkacak. Onları bul. Bir araya getir. O saati İzmir’deki saat kulesine yerleştir. Saati tamamladığında, zaman senin zamanın olacak. Sen işini tamamlayana kadar canına, gençliğine bir zarar gelmeyecek. Yaşlanmayacaksın. Ancak saat çalışmaya başladığında yaşlanmaya başlayacak, vaden dolunca öleceksin.’
“O öldüğünde on üçümdeydim. Babam saatçilik işinden epey para bırakmıştı. Ben paramızı katlayarak çoğalttım. Ve onun tamir ettiği saatleri toplamaya başladım. Saati baştan yapabilmek için…”
Durakladı. Derin bir nefes aldı. “Gerçi,” kollarını iki yana açıp gülümsedi. “hali hazırda zaman benim zamanım! Ama, çok uzun zamandır dünyadayım. Yaşlılığı tatmak istiyorum.”
Şaşkınlık içindeydim. “Bunu kimler biliyor?” diye sordum.
“En yakınımdaki birkaç kişi hariç hiç kimse” diye karşılık verdi. “Fakat sen bu sırra vâkıf olmayı hak ettin.”
Gülümsedim. “Peki, Hikmet gerçek adın mı?”
“Yüz yirmi dört yaşındayım. Tek bir isimle idare edemem” dedi gülerek.
Gülümsedim. “Artık yeni bir isime ihtiyacın yok.”
Saatçi Hikmet bana verdiği sözleri tuttu. Yurt dışına çıkmamı sağladı ve hayatımın kalanında lüks içinde yaşayabileceğim miktarda para ödedi. Çıktıktan kısa süre sonra Katia’yı yanıma çağırdım. Burada Sinatra’ya benzeyen bir bar bulduk. Hâlâ her gece kahve konyak içiyoruz.
Bu arada ömrümün geri kalanını yaşamak için Londra’yı seçtim. Saat kulelerini görmeden yapamıyorum.
Temiz ve sade bir anlatım, Jules Verne tadında bir kurgu, İzmir çevresinden verilen isimler vs gerçeklik hissini arttırmış, çok hoş bir hikaye ortaya çıkmış, ellerine sağlık.
Sağ olun, teşekkür ederim. Beğenmenize çok sevindim.
Merhabalar, oldukça etkili bir hikaye kurma gücünüz var. Fikirleri şaşırtıcı ölçüde başarılı kullanıyorsunuz ve bu çok iyi bir öykü. Birkaç yerde acelece geçilmiş paragraflar var. Ancak genel olarak epey beğendiğim bir öykü oldu. Elinize sağlık.
Selamlar,
Seçki’ye hoş geldiniz. Sanırım bu, buradaki ilk öykünüz. Keyifle okudum. Seçki standartlarının üzerinde olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Temiz ve rahat okunan bir diliniz var. Öyküdeki tarihsel ve mekânsal zeminler sağlam oturtulmuş. Ancak karakterler üç boyuta tam olarak erişememiş gibi. Belki Saatçi Hikmet ve ana karakterimize biraz daha derinlik katabilirdiniz. Bir de koca saat kulesi çalınırken şehirde hiç yaygara kopmadı mı, koptuysa bunun yansımasını neden yeterince göremedik gibi bir “eksiklik” hissi tattım. Sonu da biraz açıkladı, oldu, bitti havasındaydı. Bunlar dışında hiçbir sorun yoktu.
Kaleminize sağlık. Mutlaka daha fazlasını okumak isterim.
Anlatım olarak Açlık Oyunları’nı anımsattı, sade, anlaşılır, akıcı bir anlatım var. Subjektif olarak bakarsam bazı rahatsız olduğum noktalar vardı. O yüzden onlara hiç değinmeyeceğim.
Arkadaşların da dediği gibi bazı yerler aceleye gelmiş gibiydi. Konu ilginç ama eksik birşeyler varmış gibi görünüyordu bu yüzden. Özetle hoş bir öyküydü, ellerinize sağlık.
Kayıp Rıhtım’daki ilk öykümde böyle yorumlar almak sevindirici. Güzel yorumlarınız ve yapıcı eleştirileriniz için teşekkür ederim.
Doğrusu “yaygara” konusu benim de kafamı kurcaladı ve buna tam manasıyla akılcı bir çözüm bulamadım. (bu bir itiraf oldu sanırım 🙂 ). Belki -ne bileyim- “devlet eli değmiş” bir dokunulmazlık yaratılabilirdi. Fakat benim öykü yazarken ön planda tuttuğum, okuyucunun keyif almasıdır. Ki yorumlarınızdan bunu başardığımı düşünerek çok memnun oldum.
Eleştirilerinizi bundan sonraki yazılarımda aklımda tutacağımdan emin olabilirsiniz. Umarım, daha iyileriyle burada olmaya devam ederim.
Selamlar;
Öncelikle seçkiye hoş geldiniz, umarım geç gelen yorumuma burun kıvırmazsınız. Üslup ve anlatım olarak çok beğendiğim, temiz ve akıcı bir hikayeydi. Özellikle ilk kısımlardaki detaylar, saat kulesinin tarihi ve saati yerinden oynatmak için kurulan planın ayrıntıları çok iyiydi. Ben de İzmir’de oturduğumdan benim için ayrı bir havası da vardı hani.
Ama bazı yerleri de çok hızlı geçiştirilmişti maalesef. En çok da saatin çalınmasına kimsenin ses çıkarmaması ve en sonunun anlattı-bitti şeklinde kaleme alınması üzdü.
Yine de anlatımınız ümit vaat ediyor. Yazdıkça kaleminizden daha iyi şeyler çıkacağına eminim. Elinize sağlık.
Öncelikle hoş bulduk ve estağfurullah, burun kıvırmak da ne demek…
Benzer eleştirileri almış olmama iki açıdan çok sevindim. Birincisi, herkesin gözüne battığına göre diğer yazılarımda kesinlikle dikkat etmem gereken hususlar bunlar. İkincisi ise, bunlar dışında gözünüze batan bir hata olmayışı 🙂
Övgüleriniz ve yapıcı eleştirileriniz için teşekkür ederim.