Düş kırıklıkları, gecenin sessizliğini ağırdan beslerken, ben yine aynı yerdeyim. Demir kapılı, taş mimarinin hakim olduğu evler arasında, sislerin içinde kaybolmuş sokakta, üstümde uzun, bembeyaz elbise ile koşuyorum. Nereye? Kime? Neden? Amaç? Hepsi bilinmezlik…..Hava ayaz….Ayaklarım çıplak…. Boncuk bocuk terler içindeyim…. Ya sonra? Bilmem, bilmiyorum yada sonunu bilmek istemediğim hikayenin parçası olmak uğruna ölüme koşuyorum. Serseri kurşun misali koşarken, yapabildiğim tek şey demir kapıları telaşla çalmak…. Kan ter içinde kalmışken, ayazdan ayaklarımın altına batan dikenlerin sebebiyet verdiği ılık kanı hissetmezken, sislerin ardından çalmadığım tek demir kapı ardına kadar açılıveriyor. Demir kapıya yaklaştıkça, kapının üstünde on üç numarayı görüyorum….Arkamdan gizli bir ses ve ben o sesin derinliğinden ürküp, ardıma bakamadan dinliyorum, diyor ki; günlerden Cuma, ayın on üçü…..Ardına kadar açılan herhangi bir demir kapının ardında bulunan evin avlusunda, kel kafasının iki yanında kırçıllaşmış saçları, koca göbeğini belirginleştiren beyaz gömleği, beyaz gömleğinin üstüne giyindiği siyah iç yeleği, şalvar pantolonunun üstüne giyindiği binici deri çizmeleri, çiçek bozuğu olmuş delik deşik cildi, çipil içe gömük zeytin karası gözlerine yaraşır sinsi gülümsemesiyle bir adam bana bakıyordu. Ağzının kenarlarından salyası akan hayvan misali bana kollarını açmış gel diyordu. Evin içine girmek istemedikçe, geri adım attıkça, görünmez birçok el, beni adama doğru itekliyordu. Tam çığlık atacağım, birçok görünmez el ağzımı hoyratça kapatıyordu. Dilim lal oluyordu. Belki gözyaşlarım kurtarır ümidiyle, son çırpınışla ağlamaya çalışıyorum ama nafile. Anlıyorum ki, gözyaşlarımda bana küsmüş. Tam ümidi kesmişken, polis arabasının siren seslerini uzaktan duyuyorum. Sisler içinden, polis arabasından iki polis iniyor, yaklaşıyorlar ağır adımlarla ve içimden tamam diyorum kurtuluşum yakın. Tam bu sırada, iki polis kollarımdan tutup, mıhlandığım yerden, nerdeyse havalandırıp, beni adamın önüne attıkları an artık her şey çaresiz kalıyor.
Sesimin içine gömüldüğü hıçkırıklarla, yatağımdan dehşetle, kan ter içinde doğrulduğumda, yanımda horlayan adama baktığım an, rutin tekrarlanan rüyanın her uyanışından sonra olduğu gibi yeniden gerçekle ayılıyorum. Her şey gerçekmiş, canlı kanlı, dünya umurunda olmadan uyuyan adam, rüyadakinin ta kendisi olup, nikahlı kocamdı. Başkasının günahının bedelini öderken, yatağımın içinde, büzüşüp çocuk gibi ağlamak istiyorum. Rüyamda bana küsen gözyaşlarımda gerçeğin taaaa kendisiydi. Boğulacak gibi oluyorum, daralıyorum, sanki ciğerlerimdeki son nefesi vermek üzere olan biriyim ve son isteğim ayaz havada titreyene kadar havayı içime çekmek. Yok yetmiyor, dizlerimin bağı çözülmüş, ellerim titriyor, ağzımda bir kuruluk, aynı hızla mutfağa iniyorum.
Bir elimle, mutfak masasına tutunarak otururken, diğer elimde su bardağım, alelacele suyumdan yudum alırken, o geceyi unutmamın nafile olduğunu biliyorum. Abimin bir hafta boyunca kaybolmasının ardından gerçeğin ortaya çıktığı hayatımın mor kokan gecesi. Titreyen parmaklarımın arasında, buz gibi soğuk su olduğunu nihayetinde farkına varıp, bardağı masaya bıraktığım gibi, mutfaktaki lavaboda yüzüme su çarparken bile, geçmişin kelimeleri kulağıma bir şeyler fısıldarken, beyin dalgalarımın içindeki kareler beni rahat bırakmıyordu.
Geçmiş zaman olur ki, abim kaybolalı tam bir hafta olmuştu. Gerçi her yeni işe girdikten, on beş günün sonunda iş yerlerinden kovulup, eve nedeni bilinmez sebeplerden günlerce uğramayışına alışmıştık. Bu yüzden hayat bize göre normal akışında geçmekteydi. Annemin zamansız göçü, ablamın erken evliliği ve iki çocuk yapıp, bizim evi su yolu yapmasına, abimin serseri, sorumsuz hayata geçişini sağlarken, bende ise erken olgunlaşıp, derslerime dört elle sarılmama sebep olmuştu.
Ben aslında, erken olgunlaşmak zorunda kalmıştım çünkü ablamın yağmurdan kaçarken doluya tutulması sonucu iki erkeğin sorumluluğuna ek olarak evin ve derslerimin sorumluluğunu almak hem anne hem küçük kadın olmayı öğretmişti. En büyük hedefim, tarih öğretmeni olup ailemden uzak, şehir dışında bir okula tayinimi isteyip çalışmaktı. Dış sebepler, kendimiz için yaptığımız planlara parmak atıp bozduğunu ailem sayesinde ilerde öğrenecektim.
Abimin, bu son kayboluşundan bir ay önce, üniversite sınavını kazandığım belli olmuş, abimin kaybolduğu hafta kaydımı yaptırmıştım. Eniştemin ablamı tartaklaması sonucu, ablamın çocuklarla bize sığınması, abimin kaybolması kadar olağan hal almıştı.
Ayın on üçü günlerden Cuma, ablam, babam, yeğenlerim sofradan henüz kalkmıştık ki, kapı çalmıştı. Peşi sıra, ördek yavruları gibi, babam önde, ablam, ben ve yeğenlerim, babamın arkasında kapıyı açmıştık. İki polis ve iki polisin ortasında, pala bıyıklı, kel kafasının iki yanında beyaz saç türemiş, göbekli, babam yaşında adam karşımıza dikilivermişti.
Babam, davetsiz misafirleri salona davet ettiğinde, bana çoktan kahve yapma emri verilmişti. Mutfaktayken, kulaklarım salona doğru dikilmiş, konuşulanları duyma hevesi içine girmiştim. Polislerle gelen yaşlı adam, abimin patronuymuş, abim kardeşini bıçaklamış ve adamın kardeşi yoğun bakımdaymış. Abim fabrikada depo sorumlusu olarak girdiği günden beri, adamın kardeşi ile bitmek tükenmez dalaşmalarını bırakmamış ve sonunda adamın kardeşini herkesin şahitliği huzurunda bıçaklayıp, kaçmış. Hiçbir yerde bulunamadığından, eve haber vermek için gelmişler, eğer adamın kardeşi yoğun bakımdan çıkarsa, abim az ceza alacak, yoğun bakımdan çıkmazsa müebbet hapis cezası alması kaçınılmaz olacağını duymuştum. Kahveleri salona getirdiğimde, ablam küçük oğluna sarılmış ağlarken, babam sinirden titremeye başlamıştı. Benim şu anda yaprak misali titrediğim gibi….
Suyumdan yeniden koca bir yudum alıp, salona geçtiğimde, köşe lambasını yakıp, amaçsız, hedefsiz, yönünü şaşırmış yaralı hayvan misali, çöktüğüm kanepede, seyre daldığımda, arkamdaki gölgeyle irkildim. Arkamı dönüp baktığımda, kocamın Amerika’dan yeni gelen küçük oğlu ile göz gözeydik. Küçük üvey oğlum, herkesle koruduğu mesafeden ödün vermeden, gözleri ile selamını esirgemeyip, odasına sessiz gemiler gibi süzüldü. Aramızdaki az olan yaş farkına rağmen benle bile iletişimi yok denilecek kadar azdı. Evde tiksinmediğim, bana eğriti durmayan iki kişi vardı biri ailenin emektarı Gül hanım diğeri küçük üvey oğlum. Allahtan büyük iki üvey oğlum evliydi ve aynı evde değildik.
Bir zamanlar, mahallenin incisi, edeplisi, çalışkanı, komşuların oğlu için ideal eş örneği olacak Ruşen….Herkesin kızı alenen her şeyi yaşarken, mahalle kurallarına uymazsa abisi ve babası tarafından okula gönderilmemekle tehdit edilen, dayağı nereye yiyeceğini bilmeyen Ruşen…..Mahallenin kızlar ergenliğini yaşarken, çağının genç kızı olamayan Ruşen…Ablasının eskilerini ters düz yapıp, Tarih öğretmeni olmaya kendini adamış, okulun başarılı öğrencisi Ruşen…. Diğer genç kızlar gibi süslenmek yerine, evin hanımı, kızı olmayı başarmış Ruşen… Şimdilerin genç, güzel alımlı, gençliğini feda etmiş, fabrikatörün eşi Ruşen….
Geçmiş zaman olur ki, bana ödetecekleri bedelden habersiz, kurtuluşum olacak okul yollarını aşındırmaya başlamıştım bile. Abim için, tek çözüm yol vardı, yoğun bakımdan çıkan adamın şikayetini geri alması şartı. Babam bunun için abimin patronuyla anlaşmaya vardığının günün gecesi akşam yemeğinde, kendisine sunulan teklifi en doğal tavırla açıklamıştı. Abimin patronu bize geldiği ilk geceden beri aklı bende kalmıştı ve kendisine verilmem koşuluyla, şikayeti geri alacaktı. Duyduğum an, hayallerimin sonu olduğunu anlamış, son ana kadar çırpınmış, abimin özgürlüğüne karşı babam yaşındaki adama satılmamak için, ablama dahi yalvarmıştım. Nafileydi….
Düğün geceme hatta zifaf anına kadar, kurtarıcımın gelip kurtarmasını beklemiş olsam da, kocamın akan salyaları arasında, sabaha kadar bilmem kaçıncı defa bedenime çullanmasıyla, baygın şekilde, sabaha karşı filmin sonuna gelmiştim. Hayallerimle, umutlarımın arasına sıkışan ben, artık sıkışmadan belirsiz bir hayata sürüklenmeye başlamıştım. İlk sessiz çığlığı, zifaf gecemde öğrenmiştim.
Çocukluğumuzdan beri anlatılan, kül kedisi hikayesinin, prenses olacağımıza dair hikayelerin gerçek dışı olduğunu bu evlilikle birlikte anlamam zor olmamıştı. Kocamın üçüncü karısı olmuş olmam, ne de küçük oğluyla aynı yaşıt olmam, ne de büyük oğulları tarafından ilk günden beri horlanmam kimsenin umurunda olmamıştı. Herkes kendi bencilliğinin doğurduğu isteklerini gerçekleştirmişti. Ben kimdim ki? Ben ne diye bilirdim ki? Arada sesimi çıkarıp bir şeyler demeye çalışsam da, ailemin gözünde, dünyanın en nankör küçük prensesi olmuştum. Fabrikatörün karısıydım, bir elim yağda bir elim baldaydı. Boğaza karşı oturmaya başlamıştım, hizmetçilerim vardı, istediğimi yiyip, içip giyinebiliyordum hatta ablamın yaşantısına bakıp şükretmem bile öğretilmişti.
Bugün günlerden Cuma, ayın on üçü ve ben gece yarsının geçip, ayın on dördü olana kadar, sessiz çığlığımda, uykusuzluğumun hapsindeyim. Gözüm, boğazda duran gemilerden, yoldan geçen arabalara takıldı. Kim bilir kaç kişi, arabasından evimize doğru baktığında, yerimde olmak istediğini düşünüyorum. Ne gariptir, hep bilmediğimiz ama özendiğimiz hayatları yaşmak isteriz.
Sessiz çığlıklarımın arasında, can yoldaşı olması için, sevmediğim hatta tiksindiğim adamdan bir çocuğum olmasını bile istemiştim. İlk karşı çıkan büyük üvey oğullarımdan bir tanesi olmuştu. “Zaten babasının kocaman iki çocuğu, bir torunu vardı. Kendimi garanti altına almak için çocuğu istediğimi.” vurgulayıp durmuştu. Kocam, özellikle büyük oğlunun, asla dediklerine karşı çıkamamıştı altı yıl boyunca. Bana en başından beri neden karşı çıkmadıklarını da asla çözememiştim. Tek ihtimal vardı, beni babasına yeni alınan oyuncak gibi gördükleri……
Sessiz çığlıklarımın arasında, kendime bile söylemekten korktuğum fısıldayan kelimelerimin eşliğinde, gözlerim kapanmıştı. Kapanan göz kapaklarımın hiç açılmaması ve öylece koltukta ölüp kalmayı düşlerken, ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama birisinin omzumu dürtmesiyle, gözlerimi zoraki açıp, yana doğru baktığımda, evin emektarı Gül Hanım’ın başıma dikildiğini fark ettim. Beni yatağıma gönderme çabasındayken, tek sorduğum gece yarısını geçip geçmediği idi ve gece yarısını geçtiğini öğrenince, sonunda ayın on dördü olduğunu anlamıştım. Sessiz çığlığımın eşliğinde, gönül rahatlığıyla yatağıma gidip, sabahı karşılamak için, kocamın horultusunu duymamazlıktan gelip, uykuya esir düştüm. Az uyku veya çok uyku ne fark edecekti ki, her günüm bir sonraki günümün aynısı olmayacak mıydı? Her günümü sessiz çığlığımla karşılamayacak mıydım? Ben hem çoğul kişiydim hem tekil kişi…..
- Yok Oluş - 1 Mart 2021
- Matruşka’nın İçindeki Benler - 15 Ekim 2018
- Gece ve Gündüz - 15 Eylül 2018
- Yazgı’nın Sırrı - 15 Ağustos 2018
- Rüya - 15 Temmuz 2018
kaleme kuvvet, yazmaya devam. Ankaradan selam ile.
teşekkürler destek için….Ankaraya’da selam….
elinize saglik guzel ve surukleyici bir oyku…
teşekkürler..
Yazanin yüreğine saglik,merakla devamini bekliyorum sevgiler..
teşekkürler…