ilham alınan eser
Patrick Rothfuss – Kralkatili Güncesi
Hava yine kararmıştı. Altıtel Meyhanesini sessizlik bürümüştü ve bu üç kısımlı bir sessizlikti.
En belirgin kısım, bir şekilde engellemelere maruz kalan etkenlerin oluşturduğu sessizlikti. Eğer dışarıdaki fırtınanın narası meyhanenin kalın duvarlarından içeri sızabilseydi, masaların ve sandalyelerin üzerinde gezinir, bar taburelerine oturarak boş bardaklardan ıslık sesi çıkartabilirdi. Şimşekler çakabilir, yıldırımlar düşebilir ve gökyüzünün gürültüsü kasabanın sokaklarından meyhanenin zeminine taşabilirdi. Eğer bugün o gün olmasaydı, meyhaneyi dolduran insan yığını hiçbir şey yapmadan sadece nefes dahi alsa, kayda değer bir gürültü oluşturabilirdi. Eğer müzik olsaydı… ama hayır, elbette müzik falan yoktu. Aslında bu şeylerin hiçbiri yoktu ve o yüzden sessizlik tahtından kopamayan bir kral gibi yerini koruyordu.
Altıltel’in içindeki yüze yakın insan, sessizliği bir çeşit onurlandırma aracı olarak kullanıyordu. Derin bir matemle kafayı çeken bu kadar insan her masada, her yürekte yeni bir sessizlik oluşturuyordu. Daha küçük olan bu sessizlikler büyük sessizliğin içine, suyun içinde dans eden mürekkep damlaları gibi karışıyordu.
Üçüncü sessizliği fark etmek kolay değildi. Dikkat kesilirseniz, onu meyhanenin tahta zemininde gezinirken çıkan gıcırtılarda hissedebilirdiniz. Bu sessizlik barın arkasında durmakta olan adamın düşüncelerinde gizliydi. Bu sessizlik hanın duvarlarını oluşturan taş blokların birbirine kavuşmasını engelleyen kalın derzleri dolduran harcın malzemelerinden biriydi. Ve bu sessizlik bar masasının sona erdiği haberini veren ahşap kolonun üzerine asılmış altı telli lavtanın kopan yedinci teliydi. Birisi bu sessizliği sonlandıracak olsaydı handaki tüm sessizlik ortadan kalkardı. Çünkü en önemli ve en büyük sessizlik üçüncü sessizlikti.
* * *
Bast, bar masasının kendisine ayrılmış tarafında yüksekçe bir tabureye yaslanmış, oturmakla ayakta durmak arasında kararsız kalmış bir şekilde dikilerek, önünde duran yeni yıkanmış bardakları kuruluyor, geceye hazırlık yapıyordu. Elindeki krem rengi keten bezi yere düşürünce, yenisini almak için ellerini masanın altındaki bölmelerde gezdirmeye başladı. Bulamayınca sinirlenecek gibi oldu, ama bunun yerine derin bir nefes alarak ellerinin başaramadığı görevi gözlerine vermeye karar verdi. Tam o esnada günün ilk müşterisi de meyhaneden içeriye girmişti. Bast adamın girdiğini fark edemedi. Bezi bulmanın sevinci ve yalnız olduğunu bilmenin rahatlığı ile suratını anlamsız şekillere sokuyordu ki, adamla göz göze geldi. Hemen toparlandı, genzini temizledi. Adam erkenciydi ama Bast bu tiplere alışıktı. Bugün Kvothe’un doğum günüydü ne de olsa. Onu anmak isteyen herkes bugün buraya doluşacaktı ve bazıları gerçekten de zamanlama konusunda berbattı. Örneğin bundan sekiz sene kadar önce adamın biri sabahın köründe meyhaneye gelmiş, akşama kadar boş meyhanenin içerisinde dolaşmış durmuştu.
Bast adamı baştan aşağı şöyle bir süzdü. Uzunca bir pardösü, ayaklarda yılan derisi çizmeler ve daha önce kesinlikle hiç görmediği biçimsiz bir şapka… Adam yüzünü bir bez parçası ile gözlerine kadar kapatmış, gözlerine de fırtınada salınan kum tanelerinden korunmak amacıyla olsa gerek iri ve koruyucu bir gözlük takmıştı. Kesinlikle garip bir tip, diye düşündü Bast ve konuşmaktansa küçük bir baş selamını tercih etti. Artık gerekmedikçe konuşmuyordu zaten. Adam Bast’ın selamını aynı şekilde karşılık vererek aldı.
Birçok düşüncenin akıldan geçtiği kısa bir zaman aralığının ardından, adam bara doğru geldi ve taburelerden birine oturdu. “Su lütfen,” dedi. Bast başıyla anladığını ima eden bir hareket daha yaptı. Az önce kuruladığı bardaklardan birini aldı ve su doldurdu. Ama adamın eli su yerine Bast’a uzandı. “Benim adım Kossuth,” dedi. “Siz de Bast olmalısınız. Hakkınızda birçok hikaye duydum.” Bast tokalaşma sona ererken adama üstten bir bakış attı ve reddetmemesinin kabul etmesi anlamına geldiğini anlamasını umdu. Adam, “Aahh, evet, o sizsiniz tabii ki,” dedi. “Üzerinizdeki yelek de Kvothe’un yeleği sanıyorum. Arkanızdaki raflarda dizili olan, onlarca farklı renkteki sıvıyı ihtiva eden rengarenk şişeler, maun ağacından yapılma bu bar tezgahı ve krem rengi gömleğinizin üzerine giydiğiniz bu çam iğnesi yeşili yeleğiniz ile sizi görür görmez, şahane bir tabloya bakıyormuşum gibi hissettim. Ve aklıma gelen tek şey ise…” Adam konuşurken Bast dinlemiyordu. Daha doğrusu, Kvothe’tan sonrasını duymamıştı.
Hiç unutmamıştı onu. O kadar uzun zaman olmuştu ki onu kaybedeli ve o kadar zaman olmuştu ki bu dünyada yapayalnız kalalı. Ustası, ailesi… Kvothe onun için her şey demekti. Bast aklında milyonlarca düşünce ile boğuşurken adam hâlâ konuşuyordu. Bast’ın gözleri bir an Kvothe’un lavtasına takıldı ve aklı yine en karanlık kuyular kadar derin düşüncelere daldı. Ruhu, bedeni ile tekrar meyhanenin içinde buluştuğunda, içeride bir düzine kadar insan vardı. Hepsi bir köşeye geçmiş sessizce oturuyordu. Kossuth denen adamsa ortalıkta yoktu. Adamın istediği ancak içmediği suyu alıp arkasındaki saksının içerisine boca etti. Kendimi toplamalıyım, diye düşündü Bast. Şu an hiç sırası değildi bu ruh halinin. Son gelenlerin hallerine bakılacak olursa dışarıdaki kum fırtınası iyiden iyiye şiddetini arttırmıştı. Kasabanın görmüş geçirmiş yaşlıları havadaki emaraleri günler öncesinden okumuş, yaklaşmakta olan fırtınayı haber vermişti zaten. Bir süredir fırtına hakkında konuşuluyor, herkes bu seferkinin en büyüğü olacağı konusunda birbirini iknaya uğraşıyordu. Haksız da sayılmazlardı. Bu seferki fırtına, şimdiye kadarki şiddetli rüzgarlara hiç mi hiç benzemiyordu.
Gece yarısına iki saat kadar bir süre vardı ve meyhane artık tıka basa dolmuştu. Fazladan bir kişiye dahi yer olmadığı söylense, bu abartı sayılmazdı. Ancak buna rağmen meyhanenin içerisinde garip bir düzen söz konusuydu. Dışarıda ise kıyamet kopmak üzereydi. Kasabayı bir hastalık gibi sarmalayan kum fırtınası gittikçe şiddetleniyor, gitgide acımasız bir hale bürünüyordu. Fırtına canı burnunda bir alacaklı gibi dayanmıştı kasabanın kapısına. Karabasan gibi çökmüştü evlerin, ahırların ve dükkanların üzerine. Fırtınanın derinden gelen bir çığlığı andıran uğultuları, çaresizce bu hengamenin ortasında kalan hayvanların feryatları ile sokaklarda tam anlamı bir kaos havası hakimdi. Tüm pencereler kapatılmış, kapılar kilitlenmiş ışıklar sönmüştü. Altıtel dışında çevresine sarı iplikler saçan hiçbir yer kalmamıştı.
* * *
Bast, normalin üzerinde olan duyma yetisi sayesinde fısıltılardan haberdardı. Meyhanenin uzak köşesinde oturan üç adam aralarında hararetli ancak neredeyse duyulmayacak bir tonda konuşuyorlar, bu geceki fırtınanın Tehlu’nun gazabı olduğunu iddia ediyorlardı. Aralarından, söylediklerine bakılırsa daha gerizekalı olanı; kasabanın zaman içerisinde çoğunlukla müzisyenlerin yaşadığı bir yer haline geldiğini ve zevklerine pek bir düşkün olan bu insanlar yüzünden kasaba halkının da Tehlu’dan ve onun buyruklarından uzaklaştığını anlatıyordu. İşte bu yüzden de Tehlu bu fırtınayı musallat etmişti kasabanın başına. Ayrıca yine aynı kaçığa göre fırtınanın bugün başlaması da tesadüf değildi. Yani tam da kıtanın her bir köşesinden yüzlerce müzisyenin Altıtel’de toplandığı ve ona göre en büyük kafirin anısının yad edildiği gün. Bu kesinlikle bir ceza olmalıydı.
Bast onlara acımakla yetindi. Bir şey bildiğiniz yok sizin, ahmaklar! Tanrı’nın işlerini nasıl hallettiğini bilseniz, küçük dilinizi yutarsınız, diye geçirdi içinden. Bunları düşünürken adamlar ayağa kalktı. Gerizekalı olan “Hadi gidelim buradan. Göreceğimizi gördük. Bir avuç soytarının toplandığı bir buluşmadan fazlası değil,” dedi. Diğer ikisi bu fikre pek razı değildi. Bu fırtınada dışarı çıkmak ahmaklık olurdu. Ne var ki bu şartı sağlıyorlardı. Üç adam meyhaneden çıkarken içeriye de üç adam girdi. Dünya işte tam da böyle bir denge ile görürdü işlerini.
Bast, istemsiz olarak, akşam meyhaneye gelen Kossuth isimli adamı düşündü. Ortalıkta görünmüyordu. Nedense Bast onun müzisyen olduğunu düşünmüştü ve uzak yollardan bu gece için burada olduğu aşikardı ama şöyle bir uğrayıp kaybolmuştu. Neden? Acaba ona kötü mü davranmıştı? Adamı dinlememişti bile… Yine de ilginç isimli bu adamın aklına gelişinin sebebi küçük bir vicdan muhakemesi değildi, umursamazdı böyle şeyleri. Yıllar sonra ilk kez biri direkt olarak Bast’a Kvothe’tan bahsetmişti. Üzerindeki yeleğin Kvothe’un yeleği olduğunu, bugün nefes alıp da bilen hiç kimse yoktu. Bast’a Kossuth denen bu adamı hatırlatan işte bunlardı.
Bast kendisini hâlâ tam anlamı ile toplayamamış, rüzgarda sallanan şeker kamışlarını andıran bir halde kendisini meyhanenin sessizliğinde gizleyen fısıltıları dinlemeye kaptırmıştı. Aklı tam anlamıyla bölünmüştü. Bir tarafı Kossuth denen adamda iken, diğer tarafı meyhanedeki masalar arasında dolaşıyor, konuşulanları kaydediyordu. Gözleri ise bambaşka bir işle meşguldü, meyhanede kendisine yardım etmesi için işe aldığı iki delikanlıyı takip ediyorlardı. İşlerini düzgün yapmaları lazımdı çünkü Bast her şeyden önce bir işletmeciydi ve sorumlulukları vardı.
Bu gece Altıtelde olmak isteyen herkes içeride kendisine ayrılan boşluğu dolduruyordu artık. Son iki saattir meyhanenin kapısı hiç açılmamıştı. Vakit de epey ilerlemiş, içkinin verdiği sarhoşlukla kendilerinden geçen müzisyenler sessizliği dağıtmadan küçük gruplar halinde muhabbete devam ediyorlardı. Salondaki herkesin dikkati bir anda genç bir adama yöneldi. İyi giyimli, yapılı ve birçok kızın peşinde olduğunu tahmin etmekte insanın zorlanmayacağı kadar yakışıklı bu genç, uzun, gür ve sarı saçları ile bir insandan ziyade bir aslanı andırıyordu. İnsanların dikkatini genç adama çeken ise bu özelliklerinden hiçbirisi değildi. Başta Bast olmak üzere herkes genç adamı süzüyordu çünkü genç adam sandalyesinin hemen yanında durmakta olan kutudan lavtasını çıkarmış ve az sonra parmaklarını üzerinde gezdireceğini düşündürecek hareketler yapıyordu. Önce bir nota bastı. Ve ardından ikincisini. Üçüncü nota geliyordu ki, bir viski şişesi genç adamın kafasında patladı. Sarı saçlarının arasından kaşlarına doğru ince bir çizgi şeklinde kan sızarken, son bir dakikanın muhasebesini yapmaya çalışıyordu ve bir yandan da az önce kendisine viski şişesini fırlatan Bast’ı dinliyordu.
“Bu gece burada, her sene olduğu gibi Kvothe’u anmak için, ona saygımızı göstermek için toplandık. Ve sen saygısız züppe, bilmiyorsan öğren. Kvothe’tan iyi çalamayacaksan o elindeki lanet olası lavtayı kaldıracaksın ve ondan iyi söyleyemeyeceksen şarkını, susacaksın. Bilmeni isterim ki ne geçmişte bulabilirsin Kvothe’tan iyisini, ne de gelecekte. Şimdi sessizce otur ve zıkkımlanmaya devam et ya da dışarı çık ve fırtınada yok ol. Herkese söylüyorum! Sessizlikle onurlandırırız biz onu burada. Bunu bozacak olan karşısında her zaman olduğu gibi önce beni bulacak.”
Bu, o gece sessizliğin darbe aldığı tek andı ve geride bırakılmıştı. Bast’ın çıkışına içeridekilerden ufak homurtular ile zayıf da olsa destek gelmiş, sonra her şey yine eski haline dönmüştü. Aradan çok geçmemişti ki saatin gece yarısını haber veren gongu çaldı.
Zamanın insanlarla selamlaştığı o anda meyhanenin kapısı açıldı. Kapı eşiğinde dikilmekte olan adam beraberinde fırtınanın oluşturduğu bir miktar uğultu ve tozla birlikte içeriye girdi. Orta sıralara yürümeye başlamadan önce birkaç ufak hareketle üzerini silkeledi ve üzerinden bir likör şişesini rahatça dolduracak kadar kum döküldü. Bast yüzünü hiç görmediği bu adamı kıyafetlerinden tanımıştı. Akşamüzeri meyhaneye gelen ve adının Kossuth olduğunu söyleyen adamdan başkası değildi o esnada bara doğru yürümeye başlayan adam. Bu adamda kesinlikle bir şeyler vardı ancak Bast ne olduğunu bir türlü çözemiyordu. Adam bar masasının bittiği yerde dikilmekte olan kolonun başına geldiğinde gözlüklerini çıkardı ve pardösüsünün iç cebine yerleştirdi. Adamın yemyeşil ve pek çok şey görmüş gözleri vardı. Bast’ı akşamüzeri yaptığı gibi başı ile selamladı ve uzanarak duvarda duran altı telli lavtayı aldı. Kvothe’un altı telli lavtasını. Şöyle bir elinde döndürdü ve gözlerindeki mutluluk sanki her tarafı yeşile boyadı. Adam lavtayı incelerken meyhanedekiler ise kaskatı kesilmiş, ortam bir anda gerilmişti. Homurtular çoktan başlamıştı. Kimi “Ne yapıyor bu deli be?” diye yanındakine soruyor, kimi “Şimdi bacaklarını ayıracağım şu hadsiz herifin,” diye kendi kendine söyleniyordu ama herkes Bast’tan gelecek tepkiyi bekliyordu. Bast ise donmuş kalmıştı adeta. Kim, nasıl cüret eder ki Kvothe’un lavtasını eline almaya, diye düşünüyordu. Nasıl olabilirdi bu? Bu yeşil gözler, Kvothe’un gözlerine nasıl da benziyor. Yo, olmaz ama. Olamaz. Kvothe gideli onlarca yıl oldu ve öldüğü haberi kıtadan kıtaya kasaba kasaba yayıldı. Kendisi insan değildi ve pekala yüzlerce yıl yaşayabilirdi. Ama Kvothe öyle değildi, sadece bir insandı. Şu an karşısında duran adam taş çatlasın kırklarında idi. Bast kafasındaki sonu çıkmaz sokaklara varan bu sorulardan sıyrılmaya çalışıyordu.
Bast ne olduğunu anlamaya çalışadursun, Kossuth ismindeki bu esrarengiz adam çoktan meyhaneyi boydan boya katetmiş, yarım daire şeklindeki sahneye çıkmıştı bile. Lavtayı akord etmeye başladığında, meyhanedeki homurtular iyiden iyiye çoğaldı. Ancak herkes Bast’tan bekliyordu ilk hareketi. Onun ses çıkarmadığı bir duruma karşı çıkmaya kimsenin cesareti yoktu. Bir ara az önce kafasına viski şişesi yiyen genç adaletten bahseden bir nutuk çekmeye niyetlenmişti ki, daha tek kelime etmeden vazgeçti. İkinci bir şişe fazla gelirdi. Yeterince içtim, diye düşündü. İnsanlar kendi arasında konuşurken ve Bast buz tutmuş, şaşkın bir ifadeyle Kossuth’a bakarken, yeşil gözlü adam birden şarkıya giriş yaptı.
Durun! Oturun! Oturdu Illien de asırlar önce.
Ne kadar dinlerseniz dinleyin duyamayacaksınız böyle
Güzel bir şarkıyı, bir ömür bekleseniz bile.
Bir ustanın şaheseridir bu, Savien’in şarkısı
Bir de Aloine’in, gönül verdiği karısı.
Adam çok kısa bir süre bekledi. Kalabalık dut yemiş bülbül gibi susmuş, Bast’ın ise gözleri mümkün olduğunca açılmıştı. O da, herkes gibi, bu şarkıyı biliyordu. Sör Savien Traliard’ın Ezgisi’ni herkes bilirdi. Herkes bu şarkının bir düet olduğunu ve altı telle çalmanın imkansız olduğunu da bilirdi. Eğer Kvothe değilseniz imkansızdı.
Adam, şarkıyı tek başına söylemeye alışkın bir edayla, baştan sona çaldı. İnsanlar şarkıyı dinlerken, rüzgarın vurduğu çimenler gibi titrerken nefes bile almıyor, Bast ise dudaklarını sıkarak için için ağlıyordu.
Şarkı bittiğinde meyhaneyi doldurmakta olan yüzlerce müzisyen mest olmuştu. Kendilerinden geçenler, oturdukları yerde aptal bir gülümseme ile kala kalmışlardı. Bast ise ağlamaya devam ediyordu. Gözleri Kossuth’un gözlerinin içinde kayboldu. Kossuth da Bast’a bakıyordu ve tekrar başını eğerek selamladı onu. Sonra da yüzünü kalabalığa doğru döndü. “Merak ediyorsunuzdur, kimdir bu adam diye. Belki öfkelisiniz. Birçoğunuz oturduğu sandalyeyi kafama geçirmek için Bast’tan gelebilecek bir işaret bekliyordur eminim. Ama durun önce kendimi tanıtayım.” Sakince ayağa kalktı. Yüzünü örten maskeyi indirdi ve ortama resmen sıcaklık yayan bir gülümsemenin ardından konuşmaya devam etti. “Benim adım Kvothe. Belki beni duymuşsunuzdur.” Son cümlesini söylerken Bast’a doğru dönmüştü.
Artık hüngür hüngür ağlayan Bast’ın omuzları titriyordu. Hıçkırıklarının arasından bir isim yükseldi. “Reshiii!” diye bağırıp barın üzerinden atlayarak Kvothe’a, biricik Reshi’sine doğru koşmaya başladı. Bunun nasıl olabileceği ile ilgili sorular daha mantıklı ve sakin olabileceği bir zamana bırakılabilirdi. Şu an bildiği tek bir şey vardı ki, o da Kvothe’un kendisinden yalnızca birkaç adım uzakta olduğuydu. Uzun uzun sarıldı Kvothe’a. Gözyaşları dinmek bilmemişti. Bu esnada meyhanede de sessizlik çoktan bir kağıt gibi yırtılıp atılmıştı. Kvothe’u yalnızca hikayelerden tanıyan insanlar değerlendirme kısmını Bast gibi daha sonraya bırakamamışlardı. “İmkansız!”, “Bu adam tam bir düzenbaz.”, “Tehlu aşkına! Kvothe’nin istediği zaman mezarından çıkabildiği doğruymuş demek ki,” gibi birçok laf kalabalığın arasında dolaşıyor, insanlar durumu anlamaya, anlatmaya çalışıyorlardı.
Bast’ın heyecan dolu sesi bıçak gibi ikiye böldü kalabalığın çıkardığı sesi. “Hadi, hemen dışarı çıkın. Şimdi! Meyhane kapandı. Herkes dışarı!” meyhanedekiler söylene söylene terk etmeye başladılar mekanı. Birkaç dakika sonra Kvothe ve Bast’tan başkası kalmamıştı orta salonda. Şaşkınlığını üzerinden atan Bast, bir şey söylemeden önce Kvothe’a okkalı bir tokat yapıştırdı. “Bunu yapabildiğine inanamıyorum,” dedi üzgünce. Kvothe yediği tokata şaşırmadı, hatta yüzündeki gülümsemenin silinmemesine bakılacak olursa, bunu bekliyordu da.
Kvothe paltosunu çıkartıp düzgünce katlayarak bir sandalyenin arkasına bıraktı. “Sana her şeyi anlatacağım Bast, merak etme,” derken sesi dingin ve yorgundu. “Aslına bakarsan bu olanlara ben de inanamıyorum,” diye devam etti bir sandalyeye kurulurken. Bast tepesinde kabus gibi dikilerek hızlı hızlı karşılık veriyordu. “Tabi ki anlatacaksın. Hem de her şeyi. En ince ayrıntısına kadar her şeyi bileceğim. Ama önce biraz özet istiyorum senden, çünkü bu yaşananları kafam bir türlü almıyor. Neden hiçbir şey demeden bir sabah ortadan kayboldun? Nereye gittin? Altmış senedir neredesin ve nasıl oluyor da hala yaşıyorsun? Hadi yaşadın, nasıl bu kadar genç görünüyorsun? Ve soruları hemen cevaplamaya başlasan iyi edersin.” Kvothe uykudan yeni uyanmış gibi gerindi ve garip sesler çıkardı. Sonra gözlerini Bast’ın gözlerine dikerek “Konuşacağız eski dostum. Gece uzun ve her bir dakikası yalnızca bizim,” dedi sevecenlikle. “Seni üzdüm biliyorum. Ancak susuzluktan ölmek üzereyim. Yıllar sonra çıkıp geliyorum ve bana verecek bir elma likörün bile yok mu?” diye devam etti. Kvothe’un kadife sesi azgın bir boğayı bile bir ev kedisi kıvamına sokabilirdi. Bast “Hemen geliyor Reshi. En sevdiğinden hem de!” derken liköre doğru koşmaya başlamıştı bile.
Herkese merhaba,
Öncelikle öykü seçkisinde emeği olan herkese çok teşekkür ederim. Beni Kayıp Rıhtım ile, beni Patrick Rothfuss ile, beni Neil Gaiman ile ve beni nice yürümekten keyif duyacağım yollar ile tanıştıran, 100. sayı ile ilgili kafamda beliren fikirle kapısını çaldığımda, kapıyı düşünmeden açan ve heyecanımı her zaman paylaşacağını bildiğim biri olarak daima yakınımda duran, on beş yıldır dostum olan, kardeşim gibi davranan, bana çok şey öğreten, öğretecek olan, bugün olduğum kişi olmamda payı bulunan Türker Beşe’ye ise az önce kullandığım her bir virgül için ayrıca teşekkür ederim.
Sizlere keyifli okumalar dilerim. Umarım öykümüze ayıracağınız zaman diliminde hoşça vakit geçirirsiniz.
Öncelikle merhaba,
100. ayın temasını gördüğümde aklıma ilk gelen seriye kurguladığınız bu öyküyü gördüğümde gerçekten çok sevindim. İkinizin de ellerine sağlık, sahiden çok güzel olmuş. Seriye olan özlemimi üçe beşe katlamış oldunuz, bunun için biraz üzgünüm… Ama bu temaya bu seriyi seçerek en doğru kararlardan birini vermişsiniz, ellerinize sağlık tekrardan. ^^
Zeynep merhaba,
Beni bu seri ile tanıştıran Türker olmuştu. İlk defa okuduğum bir kitaba ve bir kitap kahramanına kendimi bu kadar bağlanmış hissetmiştim. Özlem konusunda aynı sulardayız, onu da belirteyim. Temayı duyduğumda da aklıma ilk olarak Kvothe geldi. Türker ile paylaştım fikrimi ve o olmadan Kral Katili Güncesi için bir şeyler yazamayacağımı bildiğim için beraber yazalım istedim, o da sağ olsun kırmadı. Beğenmiş olmana sevindim, özlemini körüklememize ise üzüldüm doğrusu. Teşekkür ederim yorumun için. Türker’in adına konuşmamış olmak için cümleleri birinci tekil şahısta bitiriyorum.
Görüşmek üzere.
Merhaba Zeynep,
Tema belirlendiğinde benim de ilk aklıma gelen seriydi, ama Cem olmasa muhtemelen cesaret edemezdim. Biz de seriyi çok özlediğimiz için, sanırım bizim için bir çeşit “hasret giderme” oldu. Ama tabii ki hiçbir şey Rothfuss’un kendi yazdıklarının yerini tutmuyor :/
Selâmlar,
Ne kadar güzel bir giriş bu, yani, öve öve bitiremem gerçekten. O yüzden şöyle bir parça koyayım, benim yerime o konuşsun:
“Üçüncü sessizliği fark etmek kolay değildi. Dikkat kesilirseniz, onu meyhanenin tahta zemininde gezinirken çıkan gıcırtılarda hissedebilirdiniz. Bu sessizlik barın arkasında durmakta olan adamın düşüncelerinde gizliydi. Bu sessizlik hanın duvarlarını oluşturan taş blokların birbirine kavuşmasını engelleyen kalın derzleri dolduran harcın malzemelerinden biriydi. Ve bu sessizlik bar masasının sona erdiği haberini veren ahşap kolonun üzerine asılmış altı telli lavtanın kopan yedinci teliydi. Birisi bu sessizliği sonlandıracak olsaydı handaki tüm sessizlik ortadan kalkardı. Çünkü en önemli ve en büyük sessizlik üçüncü sessizlikti.”
Aslında bunun gibi birçok alıntı yapabilirim öyküden lâkin hem spoiler vermek istemiyorum henüz okumayıp yorumlarda dolaşanlara, hem de uzun bir yorumla burayı işgâl etmeyeyim. Kralkatili Güncesi’ni okumamış biri olarak ikinizin bir araya gelerek yazdığı bu öyküde kendimi kayıp hissetmedim; tasvirler, üslûp, akış, gerçekten harikulâde bir öyküydü. Bast’ın da adamlığın ete kemiğe bürünmüş hâli olduğunu söylememe gerek yok.
Saygılar, sevgiler, diğer seçkilerde görüşmek üzere ^^
Çağatay selamlar,
Bodoslama dalıyorum konuya, affola! Sessizlik ile ilgili olan giriş bölümündeki cümleler bize ait elbette ancak genel iskeleti serinin yazarı Patrick Rothfuss’un maharetidir. Okumanı şiddetle önermekle birlikte, okuduğunda ne demek istediğimi anlayacaksın diyeyim en kısa şekilde :). Bu nedenle de giriş bölümü ile ilgili övgülerini Patrick Rothfuss’a doğru yönlendirelim, ondan kalanları da Türker ile biz toplayalım. Hak geçmesin :))
Giriş dışındaki tüm hikaye, kurgu ve yapı bize ait. Bu arada kitabı okumayanları düşünerek önemli detayları vermekten de çekindik. Bu anlaşılma noktasında bir dezavantaj doğurur mu diye düşünmemiş değildik. Ancak öyle olmadığını görmek de keyif verdi. Öykünün okuyucuya geçebilmesi önemlidir. Bu noktada sana keyifli bir zaman dilimi sunabilmiş olabilmemizden ötürü mutluyum. Teşekkür ederim pozitif eleştirilerin için. Umuyorum gelecek seçkilerde de görüşeceğiz.
Merhaba,
Alıntı yaptığın kısım gibi, muhtemelen yapmadığın kısımlar da sadece başarılı Rothfuss taklitleri. O yüzden sadece iyi bir taklitçi olarak kabul ediyorum dediklerini.
Vakit ayırıp okuduğun ve yorum yazdığın için ben teşekkür ederim, umarım daha çok Seçki’de adımız birlikte geçer, hatta denk gelir de bu sefer olduğu gibi alt alta yer alırız 🙂
Jim Jarmusch’un güzel bir sözü var özgünlük ve taklitle ilgili, düşüncelerimi özetler nitelikte. O sebepten ötürü taklide kötü bir anlam addetmiyorum ki dediğin üzere başarılı taklitler, herkes yapamaz bunu.
Böylesine güzide bir öykü için ben teşekkür ederim Türker. Söylediklerine de yürekten bir inşallah diyorum ^^
Selamlar,
Uyumadan önce şöyle bir göz atayım bakalım nasıl bir öyküymüş diye açtığım öykünüzü elimden bırakıp uykuya dalmaya bir türlü gönlüm el vermedi. Öyle akıcı, sürükleyici, içine çekiveren bir öykü olmuş ki ben kendi adıma ve tüm samimiyetimle söylüyorum ki, bayıldım. Öykü asla amatör ellerden çıkmış gibi değil, Kralkatili Güncesi’ni okumadığım halde asla yabancı hissetmedim kendimi, kahramanları sanki tanıyordum, olayın geçtiği mekanı sanki hayatımın bir yerlerinde görmüştüm. Kaleminize sağlık, ikinizi de tebrik ediyor gelecek aylarda yazacaklarınızı merakla beklemeye geçiyorum şimdiden.
Daha sık görüşmeyi umuyorum, sevgiler.
Ayşe merhaba,
Ne denir ki… Teşekkürler güzel yorumların için. Biraz uykundan çalmışız gibi oldu böyle. Affına sığınalım artık, ne yapalım. :)) Önümüzdeki seçkiye belki sen de bir şeyler yazmak istersin!.. 🙂
Görüşmek üzere.
Merhaba,
Neyse ki çok da uzun yazmamışız, uykundan fazla çalmamışız:) Güzel yorumların için çok teşekkürler.
Merhabalar. Öncelikle seçkiyi duyduğumda aklıma gelen ilk isimler Brandon Sanderson ve Patrick Rothfuss’tu. Ve sonunda kendime daha yakın gördüğüm ve ilk seriyi tamamladığı için Sanderson’ı seçtim. Ama en sevdiğim yazar Sanderson olsa da Rüzgarın Adı’nın yeri bende apayrıdır. Kitabı o kadar çok sevmiştim ki bir günde bitirmeye çalışmıştım. Beceremeyince ikinci güne sarkmıştı. O yüzden yukarıdaki öykü için ayrı ayrı teşekkür ediyorum ikinize de. Harika bir seyir sunmuşsunuz. Özellikle giriş ve sonraki birkaç paragraf Rothfuss’un kalemine o kadar yakın ki onun elinden okuyor gibiydim. Tebrik ediyorum bu açıdan da. Keşke daha uzun olsaydı ve daha çok okuyabilseydim ama dilimde güzel bir tat bıraktınız. Bir tek benim görebildiğim Bast’ı normale göre biraz daha yumuşak başlı çizmişsiniz. Belki de sebebi Kvothe’yi kaybetmesi ve doğum günü olduğu için ayrı bir matem havasında olduğundandır. Tekrardan teşekkürler. Gelecek seçkilerde de görüşebilmeyi umarak kalemlerinize sağlık.
Osman merhaba,
Hep erteledim durdum. Bir ara Başka başka yazarlara daldım ama Brandon Sanderson’u galiba çok ihmal ettim. Aramızı düzeltmem lazım onunla. Öykümüzü beğenmene sevindim. İnsan doğası gereği galiba, ister istemez her yaptığı işte, her gittiği yerde kendisine bir ölçüt belirliyor. Geçen zaman içerisinde de senin yorumların benim için bu ölçütlerden birisi oldu, olabildi. Beğenmene sevindim derken, klişe bir ibareden biraz daha fazlasını kastediyorum. Bast’ı dediğin gibi genel olarak elini eteğini hemen hemen her şeyden çekmiş biri gibi tasarladık. Ancak şişeyi fırlattığı sahnede de Bast’ın hırçın yanına şöyle bir gönderme yaptık.
Görüşmek üzere. 🙂
Merhaba,
Sanderson hâlâ çok eksiğim olan ama pek çok açıdan epey hayran olduğum bir yazar. Dünyasına az çok hakim olduğum Rothfuss için bile böyle bir “fanfic” yazmaya kalkışmayı zor bulmuş ve Cem’in ısrarıyla cesaret edebilmişken, sanırım Sanderson için böyle bir şeye asla cesaret edemezdim. Sen de onun okumadığım bir serisini seçmişsin, o yüzden öykünü okuyamadığım için üzgünüm, ama Sanderson okumayı bitirir bitirmez senin öykünün yorum kısmına uğrayacağım:)
Cem ve Türker harikasınız, gerçekten bu zamana kadar beni en etkileyen öykülerden biri oldu. Kral katili güncesini listemde olmasına rağmen bir türlü okuyamadım ancak öyküyü okuduğumda anlatım o kadar samimi ve içten geldi ki acaba okumuş muydum diye düşündüm. O kadar etkilendim ki okurken bırakmayı bile düşündüm nedeni ise kitabını okuyacağım için spoiler yeme korkusuydu. Ancak bırakamadım. Gerçekten muazzam. Çağatay’ın da bahsettiği gibi giriş kısmındaki sessizliğin anlatımı tek kelimeyle şaheserdi. Bittiğinde gerçekten içimde bir hüzün oluştu, son bölümde Bast’ın sorduğu soruların cevabını biran önce öğrenmek istedim. Okurken aklıma Witcher evreninde bir handa Dandelion’la olduğum da gelmedi değil. Ne diyebilirimki? Yüreğinize, kaleminize sağlık. Siz hep yazın, biz hep okuyalım…
Ferdi Merhaba,
Estağfurullah:) Görünen o ki yine övgüler Rothfuss’a gidiyor, çünkü mesela giriş kısmı büyük oranda onun tekniği taklit edilerek yazıldı. Rothfuss hem sessizliği hem de müziği yazıyla anlatan en iyi yazar olarak anılıyor sık sık, biz de en azından sessizlik kısmında onu taklit ettik. Bu arada hiç spoiler yok, bundan özellikle kaçındık, için rahat olsun:) Vakit ayırıp okuduğun ve yorum yazdığın için ve de övgülerin için çok çok teşekkürler:)
Merhaba,
Türker güzel ifade etmiş. Ne diyeyim başka bilemedim ama şunu ifade etmem gerekir. Gerçekten Mutlu ettin yorumun ile. Teşekkür ederim. Umarım başka başka hikayelerde de görüşebiliriz.
Merhaba,
Öyküye esin kaynağı olan eseri okumadım ama öykü atmosferine kolayca adapte oldum. Güzel bir öyküydü, öyküyü güzel yapan konusundan ziyade anlatımın güzelliğiydi fikrimce. Girişteki “sessizlik” tanımlaması bence de çok iyiydi. İlaveten öykünün geneli de girişi aratmayacak şekilde yazılmış. İki kalemin bir öyküde birleşmesi çok kolay değil ama üstesinden gelmişsiniz ve ortaya gayet profesyonelce yazılmış bir metin çıkmış. Sanıyorum orijinal eserdeki anlatımın yolundan gittiniz. Başarılı da olmuş.
” Üç adam meyhaneden çıkarken içeriye de üç adam girdi. Dünya işte tam da böyle bir denge ile görürdü işlerini.” / güzel ifade.
Bir de öykünün finali hakkında şunu diyeyim. Açıkçası gayet sürükleyici bir şekilde gidiyordu öykü ve ben o yıllar sonra çıkıp gelen adamın yokluğunda ne yaptığını, nerede olduğunu merak ettim. Öykü devam etseydi diye düşündüm ama sanırım o zaman da öykü çok uzayacaktı. Ama dediğim gibi ucundan bir iki verseydiniz onu, muazzam olurdu.
Bu haliyle güzel mi, evet bu haliyle de gayet güzel bir öyküydü.
Kalemlerinize kuvvet.
Merhaba, 🙂
Çok mutlu oldum öykümüzü beğenmene. Yorumun için teşekkür ederim. Sonu ile ilgili düşündüklerimizi dile getirerek belki işaret ettiğin duruma bir cevap verebilmiş olurum. Aslında Kvothe’a yokluğunda neler olduğunu anlattıracaktık ancak anlatılacak olan hikayedeki ayrıntılar spoiler içerecekti. Biz de böyle bırakmayı daha makul bulduk. Ilk iki kitapta henüz çözülememiş olan konuları biz çözecektik Kvothe’un yokluğundaki hikaye ile. Gönlümüz razı gelmedi. 🙂
Önümüzdeki seçkilerde görüşmek üzere. 🙂 tekrar vakit ayırdığın için teşekkür ederim.
Merhaba Cem,
Merhaba Türker,
“Hava yine kararmıştı. Altıtel Meyhanesini sessizlik bürümüştü ve bu üç kısımlı bir sessizlikti.” Sadece ve sadece şu giriş cümlesi ve takiben gelen paragraflar bile sizi övgüye boğmama yeter 😀 Ne güzel bir giriştir bu. Bast ve Kvothe’yi ne kadar özlediğimi de öykünüzü okuyunca fark ettim. Final kısmını da iyi ki öyle bırakmışsınız. Meyhane havasını da çok iyi vermişsiniz. Rothfuss’un yarattığı havayı yakalamışsınız bence. Elinize yüreğinize klawyenize sağlık 😀
Son olarak söylemeden edemeyeceğim. Lavtadan yola çıkarak bulduğunuz ‘Altıtel’ ismini de zekice bulduğumu belirteyim 😀
Umut selamlar,
Teşekkür ederiz, baş tacısın. Ancak bu seçki için gelen övgüleri pek kabul edesimiz gelmiyor açıkçası. Türker’in de yukarıda belirttiği gibi sadece taklit etmek istedik. En azından geri dönüşlerden yola çıkarak bunu becerebilmiş olduğumuzu görmek belki kabul edebileceğimiz bir övgü olabilir.
Gelelim isim konusuna :). Altıtel bizim Kvothe’un lakaplarından birisi bildiğin gibi. Kvothe ve Bast’ın beraber işlettikleri yerin adı Yoltaşı Hanı idi. Ancak Bast Kvothe’un gidişi sonrası hanı bir meyhaneye çevirerek, ismini değiştiriyor. Böyle kurguladık bu bölümü. İsim konusunda da Kvothe’a bir göndermede bulunmalıyız diye düşündük ve finaldeki vurucu darbeyi Kvothe’un lavtası ile yapacağımız için de lakapları içerisinden isim olarak altıtel daha uygun diye düşündük. Müzisyen tarafına vurgu yapmak istedik. Beğenmen beni mutlu etti. Yazan da okuyan da Kvothe’u özledi. Zalımlık etmese de bir an önce çıkıp gelse iyi olacak. Olmadı, Yasemin’in Penceresi’ne başvuracağım. 😀
Ben tam anlamıyla bayıldım. Ne güzel cümleler diye diye öyküyü bitirdim. İki yazar olduğu belli olmak bir yana dursun hissedilmiyor bile. Her seçkide önce gözüm sizin isimlerinizi arayacak. Canı gönülden tebrik ediyor, biz okurları kendinizden mahrum etmemenizi diliyorum.
Merhaba,
Çok mutlu ettiniz yorumunuz ile. Sağ olun, çok teşekkürler. 🙂
Size keyifli bir 5-10 dakika yaşatabildiysek ne mutlu bize. Gözlerinizin bizi arayacak olması bize ayrıca bir sorumluluk yükledi doğrusunu isterseniz. Umarım katılma ve size ulaşma fırsatı yakaladığımız gelecek seçkilerde de sizde aynı hissiyatı uyandırabiliriz.
Görüşmek dileği ile.
Not: Sizin yorumunuzu cevapladım sanırken bağımsız bir yorum olarak paylaşmışım cevabımı. Aynı yorumdan iki adet olmuş oldu böylece. Ama neyse, böylece size bir kere daha teşekkür etme fırsatım olmuş oldu. İyi oldu 🙂
Merhaba,
Çok mutlu ettiniz yorumunuz ile. Sağ olun, çok teşekkürler. :))
Size keyifli bir 5-10 dakika yaşatabildiysek ne mutlu bize. Gözlerinizin bizi arayacak olması bize ayrıca bir sorumluluk yükledi doğrusunu isterseniz. Umarım katılma ve size ulaşma fırsatı yakaladığımız gelecek seçkilerde de sizde aynı hissiyatı uyandırabiliriz.
Görüşmek dileği ile. 🙂
Öyküyü okuduktan sonraki ilk tepkimi buraya da yankılıyorum…
“Hadi leennn…
Bu kadar da Rothfussvari yazılmaz ki…”
Süpersiniz…
Sizden ricam Sanderson da yazın Elantris olur Sissoylu olur Steelheart olur -fırtınaışığı için erken olabilir kabul ediyorum- hele Zaman Çarkı nasıl da olu…. tamam tamam sustum.
Merhaba,
Ne desem bilemedim. :))
Rothfussvari yazabilmeyi pek tabii ki bir övgü olarak kabul ediyorum ve teşekkür ediyorum. İnşallah temalar uygun oldukça, bir gün saydıklarınız ile de yazma fırsatımız olur. Gerekirse Türker’in kapısını çalarım tekrar. 🙂
Diğer seçkilerde de yorumlarınızı görmek beni mutlu eder. Tekrar sağ olun.