“Soldan üçüncü kapı! Soldan!” dedi kadın. Satılık gezegenlerin olduğu bir ihale. Soldan üçüncü kapı, satılık gezegenler. Televizyon haberlerinde Plüton’un alındığı, yaşamın kurulduğu yazıyor. Eee tabi yanında korsan gezegencilik, bilirsiniz. Birkaç üçkağıtçı insanın yaptığı sahte ihale ve sahte sözleşme… İnsanlık ne de gerilemiş!
Kapıdan içeriye giriyorum. Orta büyüklükte bir salon. Yerler pekte eski sayılmayacak mermerlerle kaplı. Pahalı ayakkabımın yerde yarattığı silah seslerini andıran sesi duyuyorum. Bu biraz rahatsız edici. Gözler bir ara bana çevriliyor, sonra yeniden ellerinde tuttukları kuşe broşürlere… Her neyse, boş bir sandalye buluyor ve oturuyorum. İhale az sonra, ben daha broşüre bakamadan başlıyor.
İçeri orta boylu, sakalları iki gün önce kesilmiş, saçları biraz yağlı ve kıvırcık, yanakları olması gerekenden biraz daha kırmızı, açık tenli bir adam giriyor. Adı Gregor. Bir aralık duraksıyor ve gözlerini bize çeviriyor. Birkaç donuk bakış fırlatıyor. Bana baktığında gözleri yaklaşık 1,4 saniye daha fazla kalıyor. Sayılarla aram iyidir. Elindeki tokmağa benzeyen şeyi –belki de tokmak- masanın üzerindeki şeye vuruyor. Ses rahatsız edici. İhale başlıyor.
Adamın sesi bir garip, sanırım sigara içiyor. Sesinde bir an önce ihaleyi kapatıp gitme arzusu dalgalanıyor. Bunu fark ediyorum. Adam, yani Gregor, boğazını temizliyor. Bu temizlemeyi ancak üç denemede tamamlıyor. Şimdi sesi biraz düzeldi. Tekrardan etrafı süzerek söze girişiyor:
“Saygıdeğer insanlar. Satılık gezegen adı altındaki ihaleyi başlatıyorum.”
Tokmağı bir kere daha vurup gezegen hakkında ufak bir tanıtım yapıyor:
“Bir hafta önce sattığımız gezegeni anımsarsınız, Plüton. Ne servetler dönmüştü ama! Emin olun şimdi tanıtacağım gezegen, sizi derinden etkileyecek ve tüm servetinizi bu gezegen üzerine yatıracaksınız, buna eminim.”
Bu sırada dinleyiciler arasında ufak bir fısıldama başlıyor, meraklarını sezebiliyorum. Gregor, yaptığı bakışlarla dinleyicileri susturmayı başarıyor. Delici bakışlar.
“Bu gezegenin bir ismi henüz yok. Sizce de gezegene bir isim vermeniz sizin için bir avantaj değil mi? Gregor gezegeni, kulağa hoş geliyor!” diyor Gregor, dudağının sağ tarafında hafif bir kahkaha seğirmesi, biraz sonra düzeliyor. “…Ve size gezegen hakkında bir haber daha! Bu gezegende insan var ama insanlık yok!” sözünü tamamlarken cümlesinin son kelimesini vurguluyor. ‘Yok’ kelimesi. Dikkatimi veriyorum. Hitabesi az çok başarılı. Ama ses tonu kötü, bu ayrıntıya takılmıyorum.
“Gezegen oldukça büyük. Yerinizde olsam hiç düşünmeden, hatta bedelini duymadan satın alırdım! Bedel mi? Evet söylüyorum, yüz bin dolar!” cümlesini tamamlarken etrafa cömert bir gülümseme fırlatıyor.
Neden hep yüz bin diye soruyorum kendime. Klasiktir. Her zaman yüz bin. Ayrıntılara çok fazla takılıyorum. Uykum var. Adamın söylediği bedeli düşünüp, hesaplıyorum. Mantıklı bir bedel. Bana uyuyor. Sağ elimi parmaklarını hafifçe açarak yavaşça havaya kaldırıyorum. Ağzımdan yarı Amerikan aksanlı, hızlı bir cümle çıkıveriyor.
“Yüz bin bir dolar!” bu konuda zekiyim. Gregor yüzünü buruşturuyor, birkaç saniye sonra yüzündeki buruşma hafif bir tebessüme dönüyor. ‘Var mı arttıran?’
Salonda çıt yok. Bu ihalelerde namım bilinir. Ben varken kimsenin gıkı çıkmaz. Buralarda Tanrı diye nitelendiriliyorum. Şaşırtıcı. Aslında şaşırmıyorum. Karşısındakine aşağıdan bakan birisi, onu büyük görür, aşağıdan bakıyorlar. Tanrıyım, bu işte çok para var. Gregor biraz bekliyor, hızlı bir nefesin ardından tekrar soruyor: ‘Yok mu?’ Salon gayet sessiz. İnsanlar fötr şapkalarını gözlerini kapatacak şekilde öne eğmiş ve sanki ilgilenmiyormuşçasına bahsettiğim kuşe broşüre bakıyor. Yaptıkları numarayı biliyorum. Bu beni her zaman güldürüyor. Bu kez kendimi biraz tutuyorum. Sadece biraz gülümsemeye ve burnumdan hafif bir kahkahanın çıkarttığı hava sesi çıkıyor. Az önce suratımda meydana gelen gülümseme, aslında oldukça sinsi bir hareket. İnsanlar ihaleyi kazanmanın verdiği mutluluğun etkisi olarak gülümsediğimi düşünüyor. Bu beni biraz daha güldürüyor. Gülümseme evresi bir dakika kadar sonra Gregor’un tokmağı masaya –veya kürsüye- vurmasıyla sona eriyor. Gregor kahverengi, donuk bakışlarıyla bana öylece bakıyor. İhaleyi hiç uğraşmadan kazanıyorum.
Gezegeni üzerime alma, sözleşmeler, tapular. Bu evreyi atlatıyorum. Gezegen bana ait. İsmi yok. İçimden ‘Dünya’ demek geçiyor. Bir anda diyiveriyorum. Adı Dünya. Aldığım gezegenin bir özelliği dikkatimden kaçmıyor. Bu gezegen 2. el. Kullanılmış. Kirletilmiş ve bırakılmış. İçinde bir sürü insan kılıklı şey var. Kendime bakınca onlara anlam veremiyorum. Ne kadar ilginç. En fazla birkaç saat önce satın aldığım gezegen, yani Dünya, aslında pekte hoşuma gitmiyor. Bir anda Gregor aklıma geliyor. Üçkağıtçı, donuk bakışlı Gregor. Küçük bir tiksinme, onu sevmiyorum. Gezegenimde yükseltiler görüyorum. Bir sürü yükselti. Havada uçan şeyler. Yerde hızla giden bir sürü şey. Bir an bu gezegenin 4. veya 5. el olduğunu düşünüyorum ‘Bu nasıl gezegen böyle?’
Bu gezegendeki insanlar, özellikte batı taraftakilerin sokakta durmadan bana seslendiklerini duyuyorum. Değişik, içten olmayan seslenmeler. ‘Aman Tanrım!’, ‘Tanrım! Yardım et!’, ‘Tanrı sizi kutsasın!’. Bu tür çağırmaları yadırgıyorum. Sanırım burayı benden önce satın alanlarla adaşız. Bir süre sonra alışıyorum. Aşağıdaki insanlar benden bir şeyler bekliyorlar. Onlara verebilecek hiçbir şeyim olmadığını seziyorum, ‘Bu ne biçim Tanrı’lık?’
Gezegeni alışımın ardından yıllar geçiyor. Ben ofisimde oturuyorum. U.P.O’dayım. Uzay Patronları Ofisi. Diğer gezegenlerin sahipleri de buradalar. Hepsinden aynı şeyleri duyuyorum. Hepsi kendi gezegeninde “Tanrı” diye çağırıldığını söylüyor. Ne yani? Hepsiyle mi adaşım? Bu ürkütücü bir şey. Masamdan kalkıp gezegenime doğru birkaç adım atıyorum. Gezegenimde patlamalar görüyorum. Sesler geliyor. Birbiri ardında patlama sesleri, yok, sanki benim ihalede giderken ayakkabılarımın çıkardığı sesler gibi. Silah sesleri. Gezegenimde anlam veremediğim bir kargaşa var. Bu beni şaşırtıyor. Ama içimden bir şey yapmak gelmiyor. Sadece seyrediyorum. Kanlar dökülüyor, insanlar, saniyeler içinde ölüyorlar. Ölüm nasıl bir his? Bilmiyorum. Her şeyi akışına bırakıyorum.
Savaş bir süre sonra bitiyor. Denizlerde bir kırmızılık görüyorum. Kan kırmızısı diyorlar. Kendi gezegenim benden habersiz bir şeylerini değiştiriyor. Gezegenim değil, içindekiler bir şeyleri durmadan değiştiriyor. Öfkeleniyorum. Sanki biri evime benden habersiz girmiş, ortalığı dağıtıp eşyaları kendi kafasına göre düzenliyormuş gibi. Bu hiçte hoşuma gitmiyor. Gregor haklı çıkıyor bir bakıma, ‘İnsan var ama insanlık yok.’ Sanırım ben de insanım.
Savaşın izleri hafifçe siliniyorken gezegenimi teftişe gidiyorum. Dünya’ya. Bir insan olarak insanların arasına gidiyorum. Tanrı diye çağırıldığım yere. Savaşların olduğu yerde geziniyorum. İnsanlar perişan haldeler. Birkaçının değişik şeyler söylediğini görüyorum, benim adımla beraber bir şeyler mırıldanıyorlar. Yanlarına gidiyorum. Omuzlarına dokunup söze başlıyorum: “Ne yapıyorsun?”
Adamdan belli belirsiz bir sesle, farklı bir cevap geliyor: “Tanrı’ya dua ediyorum. O bize yardım eder.”
Bu beni aşırı derecede ürpertiyor. Onun yanındayım. Tanrı yanında. Bana ‘Tanrı’ ya dua ettiğini, onun ona yardım edeceğini –yani benim- söylüyor. Onu sadece dinliyorum. Oradan uzaklaşıyorum.
U.P.O’ya geri dönüyor ve bir daha asla gezegenime dönmüyorum. Sadece orayı izliyorum. Aradan çok yıl geçiyor. Emekliye ayrılıyorum. Bir Tanrı emeklisiyim. Emekli maaşım yok!
Her gün orayı izliyorum. Dünya’yı. Yıllar önce aldığım gezegeni. Ne de ilginç! Sahibinden habersiz gezegeni değişik bir alana çeviriyorlar. Bu beni tiksindiriyor. Onlara asla yardım etmiyorum.
Bir sabah ansızın ölüm denilen şeye yenileceğimi sanıyorum. Ama ne yazık ki canımı –sözde- alacak şey U.P.O’ya giremiyor. Uzayda oksijen yok! Bunu nasıl akıl edemiyor? Ben, ölemiyorum.
Gezegenimi başıboş ve kullanılamaz halde bırakıyorum. Tanrı emeklisi olarak. Dünya, kullanım dışı. İnsanlar bana durmadan istek yağdırıyorlar. Ama tek yaptıkları sahip olduğum şeyi, gezegenimi katletmek. Onlara yardım etmiyorum. Nesiller değişiyor, yüzyıllar geçiyor. Bir insan ölüyor, bir başkası doğuyor. Ölümsüzlük ne büyük nimet azizim! Tanrı emeklisiyim ve ölmeden nesilleri izliyorum. Muhteşem bir his. Ama gelen her nesil beni çağırıyor. Beni her nasılsa konuşmayı öğrendiklerinden beri tanıyorlar.
Bir süre sonra sıkılıyorum. Dünya çok çekilmez bir hale geliyor. Bu anı sevmiyorum. Dünya’yı emekliye ayırıyorum. Emekli bir Tanrı ile emekli bir dünya! İlginç.
Sırtımı yaslıyor ve insanların katloluşunu izliyorum ve onlara hiç yardım etmiyorum. Tanrı’lığın en keyifli yanı doğrusu! Bir aralar Dünya’dan bir ses duyuyorum. Bir çocuk sesi. Beni ürperten birkaç söz söylüyor:
“Tanrı nasıl bir şey? Yardım etmiyor. Buranın sahibiyse neden bakımını yapmıyor?”
Bir an duruyorum. Çocuk sadece bir şey daha mırıldanıyor.
“Büyüyünce Tanrı olacağım.” Diyor. Ona gülüyorum. Oraya yaklaşıp kulağına tek bir cümle söylüyorum.
“Soldan üçüncü kapı.”
Elinize , fikrinize sağlık
Dünyanın emekliliğe ayrılması dikkatimi çekti 😉
Teşekkürlerimle 🙂