Annem, diğer dünyaya doğalı beş gün olmuştu. Bir çocuğun iki kolu arasına sığan şu koca dünyada artık yapayalnızdım. Yemek yemek, uyumak veya nefes almak… hepsi ağır geliyordu.
Bu zor dönemimde “Biz hep yanındayız,” demişti patronum, ama gerçekten yanımda olmayı istemiş olacak ki cenazeden dört gün sonra işe çağırdı beni. Mecburdum. Depresyona giremeyecek kadar fakirdim.
Önce 317’ye, sonra Batıkent metrosuna bindim. Dünyada olduğu gibi metroda da bana yer yoktu. Ayakta, nefesi nefesime değen bir gençle Zülfü Livaneli şarkısını canlandırıyorduk adeta: Kahvaltıda sigara ve kahve varmış dedim içimden.
Neyse ki OSB’ye kadar inenlerin sayısı binenlerin sayısını geçti. Ekmek almaya Ulus’a gidip dönmekte olan yaşlı amcaların arasından slalom yaparak boş yer bulup oturdum. Yanımdaki adam bacakları gibi iki yana açmıştı gazetesini. Bir manşet dikkatimi çekti.
Dev puntolar haykırıyordu yaşanan dehşeti:
“BAŞKENT’TE KORKU FİLMLERİNİ ARATMAYAN CİNAYET!”
O andan sonra ne zımpara makinesinin ne de gönye kesme testeresinin sesi bastırabildi kafamın içinde dönüp duran haberi. Bedenim işteydi, zihnimse hâlâ haber görselindeki vitrinin önünde. Zamanın nasıl geçtiğini ilk defa anlamadım, mesaim bitmişti.
Eve girer girmez bilgisayarın başına geçtim. Gazetedeki o blurlu fotoğrafı net hâliyle görmek istiyordum.
Biri Reddit’e yüklemiştir kesin dedim.
Haklıydım.
Bir an tereddüt ettim. Midemin bunu kaldıramayacağını düşündüm, fakat merak duygum ağır basıyordu. Hem, Mustafa’nın çalışma hayatını bitiren kazada yanında kim vardı? Ben. Kustum mu? Asla…
Gönderiye tıklayıp fotoğrafı açtım.
Vitrininde ‘Vahit Kuru Temizleme’ yazısının izleri kalmış boş dükkânın önüne toplanmıştı kalabalık. Yazının aksine, kuru yeri kalmamış yaşlı adam, küçük bir kan gölünün ortasında yatıyordu.
Elleriyse gülmekten karnını tutan birini andırıyordu.
Öğle yemeğinde yediğim tavuk, boğazımın kapısını tıklattı. Duymazlıktan gelip görseli incelemeye devam ettim. Yaşlı adamın uzun, kemerli burnunun altından sarkan dili yanağına değiyordu. Zaten başka şansı yoktu; ağzının olması gereken yerde derin, keskin ve rahatsız edici bir boşluk vardı.
İnsanoğlunun çirkin yüzünü sabah kuşağına taşıyan programlarda bile görülemeyecek bir vahşetti bu. Acı, ölüm ve mutsuzluk karabasan gibi üzerime çökmüş, çıplak elleriyle canımı sıkıyordu.
Bilgisayarı kapatıp yalnızlıkla ev arkadaşlığı yaptığım odalarda birkaç tur attım. Sabah yine erken kalkacak olmanın stresiyle, kendimi yatağın soğuk yüzüne bıraktım.
“Oğlum kalk, işe geç kalacaksın…” cümlesini duymadan uyandığım altıncı gündü.
Dünün kopyası olan güne başlarken bela makamından güzel bir beddua mırıldanarak giyindim. Metrodayken, gülümsemeleri, kas hafızasına kayıtlı bir refleksten ibaret olan insanların yüzüne baktım.
Çünkü katil aramızda olabilirdi.
Belki şu bond çantalı, pardösülü, gizemli adam.
Belki şişmiş gözleriyle “sevgilimden ayrıldım” diye sessiz çığlıklar atan kadın.
Belki de okulda zorbalığa uğrayan o çelimsiz, biçimsiz burunlu çocuk…
İşin içinden çıkamadan, metrodan çıktım.
Kapının önünde sigarasını içiyordu Azmi. Ayılana kadar birkaç tane daha içmesi gerekirdi. Başımla selam verip içeri girdim. Çalıştım, çalıştım, çalıştım…
Öğle arasında, şiddete uğramadan görüntü vermeyen 32 ekran tüplü televizyonun karşısına geçtim. Karıncalara özel yayın yapan birkaç kanal arasında dolaştıktan sonra, “Son Dakika!” yazan ekranda durdum.
“Katil zanlısını”, “ka:til zanlısı” olarak telaffuz eden, tecrübesiz ama ekranlara yakışan genç spiker, bir cesedin daha bulunduğunu aktarıyordu.
O andan sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlamıştım.
Artık, gündüzleri birine çarpmamak için kıvrak hareketlerle yürünen Konur, Karanfil, Tunalı; akşam olunca terk edilmiş bir şehir görünümüne bürünüyordu. Eskiden sabahlara kadar dolup taşan ikramlarıyla ünlü restoranda inle cin seyircisiz bir futbol karşılaşması yapıyordu.
Şehirde böyle bir panik havası eserken, bir akşam mesaiye kaldım. Patron bize sormadan yine söz vermişti birilerine. O, karısının beline sarılırken, biz de kerestelerle sıcak dakikalar geçiriyorduk. Saat geç olmuştu, “Az kaldı, gerisini sabaha hallederiz,” deyip hep birlikte çıktık.
Azmi, arabasıyla Kızılay’a kadar bıraktı beni, fakat gece 12’yi geçtiği için otobüs yoktu. Eve kadar yürümek zorundaydım.
Hareket eden her gölgede arkama bakıyor; gecenin, sahibini gizlediği en ufak seste irkiliyordum. Yürümeyi yeni öğrenmiş çocuk gibi düşe kalka Bağlar Caddesi’ne vardım. Eski koleji geçtikten sonra, Billur Sokağı’na çıkan merdivenlerin önüne geldim. Kafamı kaldırdığımda, gölgelerin arasında birinin dikildiğini gördüm.
Üstünde rengârenk, yamalı bir kıyafet vardı. Elinde, sarımtırak bir balondan köpek figürü tutuyordu. Fakat balon, plastikten çok insan bağırsağından yapılmış gibiydi. Kafasındaki peruk o kadar eski ve pisti ki arasında dolaşan örümcekleri buradan bile görebiliyordum.
Gölgelerden çıkıp sokak lambasının altına geldi.
Gözlerinin çevresi maviye boyanmış; burnu, kahverengine göz kırpan kırmızı süngerle örtülmüştü. Bildiğimiz palyaçoydu bu, fakat bilmediğimiz bir sırrı taşıyor gibiydi. Daha tuhafı, ağzıydı. Pürüzsüz, bembeyaz bir yüzey. Dudak yoktu. Diş yoktu. Dümdüz bir et parçası…
Göz göze gelince, yüzündeki o donuk ifadeyle bana el salladı. Bu hareket benim için start ateşi sayılıyordu. Rüzgâr yüzüme küçük öpücükler kondururken ardımda toz bulutu bırakarak koşmaya başladım.
Apartmana vardığımda kalbimin gümbürtüsü merdiven boşluğunda yankılanıyordu. Eve girdim. Alttan ve üstten anahtarın döndüğü kadar kilitledim kapıyı. Soğuk bir su içtikten sonra yatağa uzandım. Aklımda onlarca soru, gözlerimin önünde pürüzsüz beyazlık…
Aslında sorulması gereken tek soru vardı fakat bunu sormaya cesaret edemiyordum.
Belki kuruntu yapıyordum, belki yorgunluğun paranoyası… Ama cevabı öğrenecektim. Hem de yirmi dört saat geçmeden.
Güneş yüzümü okşadığında pek direnmedim. Dünkü kıyafetleri giyip yola koyuldum. İş yerine adım attığım an, tek dileğim günün çabuk bitmesiydi. Bu yüzden hiç olmadığı kadar odaklanıp çalıştım. İlk çay molasında telefonu alıp komik videolar izlemek yerine haberlere baktım.
İnsan, yüzleşemeyeceği gerçekleri öğrenmekte ısrarcı olabiliyor. Tıpkı benim gibi… İşte, içten içe aradığım o haber karşımdaydı:
“ANKARA’DA BİR CESET DAHA!”
“…Ankara’nın Çankaya ilçesinde, eski bir kolejin yakınında ağzı olmayan bir ceset daha bulundu. M.Ç. (21) isimli gencin saat iki sularında hayatını kaybettiği düşünülüyor…”
Eğer gördüğüm katilse -ki öyleye benziyor- onunla tekrar karşılaşacağımı biliyordum. Çünkü beni görmüştü. Ama korkum bir caninin eliyle ölmek değildi. Korkum, ruhumda büyüyüp duran karanlığın ölmeden önce benden geriye hiçbir şey bırakmamasıydı.
Patrondan rica minnet izin alıp polise gittim. Korkulan şeylerin başa gelme gibi kötü bir huyunun olduğunu herkes bilir. Malum olan bir kez daha gerçekleşmişti.
O gün polislerin inanası nereye gittiyse bir türlü gelmiyordu. Hepsi birer mantık abidesine dönüşüvermişti. Ya hayal gördüğümü söylediler ya da delirdiğimi… Hatta birisi beni içeri atmakla tehdit etti, polisin vaktini çalmaktan…
“Memur Bey, neden yalan söyleyeyim. Katil, bir palyaçoydu!”
“Cinayet aleti neydi? Balon mu?”
Fakat içlerinden biri vardı ki ben anlattıkça not alıyor gibiydi. Ya da ben öyle düşünüyordum. Ayağa kalkıp yanıma geldi, “Beyefendi, sizi şöyle alayım,” dedi. Tek taraflı camı bile olmayan, küçük ve boğucu bir odaya götürdü.
“Onların dalga geçmesine aldırmayın. Bugünlerde herkesin siniri bozuk. Siz vatandaşlık görevinizi yapıyorsunuz.”
Bu açıklamanın ardından bir “ama”nın geleceğini biliyordum.
“Ama cinayet mahallindeki ve yakınındaki tüm kamera kayıtlarını inceledik. Tarifinize uyan kimseyi görmedik.”
“Başka tanık yok mu?”
“Var, var. Merdiveni gören binalardan birinde adamın biri dışarıdan gelen kahkaha seslerini duymuş. İkaz etmek için pencereden dışarı baktığında kimseyi görememiş.”
“Ne olacak peki şimdi?”
“Bilmiyorum. İsterseniz amirimi bekleyin. Ama ne zaman gelir, diğerlerinden farklı mı davranır bilmiyorum.”
“Anladım, yine de şansımı deneyeyim.”
Üç bardak bayat çayın ardından, tüm umudumu vücudumdaki gözeneklerden soğuk terler eşliğinde dışarı atıyordum.
Duvarlar üstüme gelmeye başladığında daha fazla duramayıp odadan çıktım. Polislere dönüp kinayeli ses tonumla “İyi günler, kolay gelsin,” derken kelimelerin tam çıkmadığını hissettim. Sanki dudaklarım düzgün açılmadığı için bazı harfler içeride kalmıştı. Kendimi çok sıktım herhalde diye düşündüm. Yalnızca eve gitmenin, pikeye bir sevgili gibi sarılıp uyumanın hayalini kuruyordum. Bu basit hayali gerçekleştirmekte bile zorlandım, çünkü bir sorun vardı.
Kapıyı açtığımda vestiyerin aynasında kendimle yüz yüze geldim. Yanaklarım, dudak kenarlarımı vahşi bir istilacı gibi ele geçirmişti. Parmaklarımla yüzümü yoklarken içerden belli belirsiz bir ses yükseldi.
Mutfaktan bir bıçak alıp dizlerimdeki titreme geçene kadar evi köşe bucak aradım. Korkacak bir şeyin olmadığına kendimi ikna edince yatağa girip gerektiğinde bir kalkan gibi kullanacağım pikeyi boğazıma kadar çektim. İsminde “rahatlatıcı” kelimesi geçen müziklerden birini açıp kendimi düşler alemine bıraktım.
Bir süre sonra, arp telleri arasına sıkışan alakasız mutluluk belirtisi; örs, çekiç ve üzengimi gıdıklamaya başladı. Banyo fırçasıyla tavana vurmak için ayağa kalkmıştım, fakat üst katta yaşayan bir genç kızın olmadığını hatırladım. Yastığı başıma bastırdım. Zihnim bana oyun mu oynuyordu, anlamıyordum.
Sesler bir türlü kesilmiyordu. Romantik bir film sahnesini yeniden çeken genç çiftin, sokak lambasının altında olmasını umarak pencereye yöneldim. Sokağa baktığımda, park hâlindeki birkaç araba ve iki kedi dışında hiçbir şey göremedim. Tam yatağa dönecekken, karşı binadaki hareketlilik bana “Dur,” dedi.
Üçüncü katta, penceresi ve perdesi kapalı, ışıkları açık bir oda vardı. İçeride bir kadın, kulağında telefon varmışçasına -perdeye yansıyan gölgesinden anladığım kadarıyla-, odanın içinde gidip geliyordu. Zaman zaman da vücudunu hafifçe geriye atıp tekrar dikiliyordu; sanki kahkaha atıyormuş gibi.
İlginç olan, her o hareketi yaptığında net bir kahkaha sesi duyuyordum.
Fizik ve mantık ötesi bir durum yaşıyordum. Düşünceler zihnimi, zihnim bedenimi ayakta tuttu. Dolunay, büyüğüne yer veren bir küçük gibi usulca çekilmiş, yerini güneşe bırakmıştı. Mutfaktan kahve alıp, karnımdaki şişliği gidermek için banyoya yöneldim. Kapıyı açtığım anda bardak elimden düşüp bin parçaya ayrıldı.
Çünkü aynadaki yüz, bana ait değildi.
Kafamda ve yüzümde tek bir kıl veya tüy kalmamış, gözlerimin çevresi morarmıştı. Ağzımsa… yoktu! Yanaklarım ve çenemle bir bütün olmuştu. Bunun bir rüya olmasını dileyerek gözlerimi ovuşturdum. Fakat filmlerden öğrendiğimiz bu trik işe yaramamıştı. Aynadaki yansıma aynıydı. Klozetin üstüne oturup elim çenemin altında, ne yapacağımı düşündüm bir süre.
“Maket bıçağı,” diye haykırdım içimden.
Evin altını üstüne, üstünü tekrar altına getirdim. Elimde maket bıçağıyla aynanın karşısına geçtim. Aradığım cesareti bulmak için zaman kazanmaya çalışırken, defalarca çalan telefona baktım. Koçbaşıyla kapım kırılmasın veya bir itfaiye eri balkondan içeri dalmasın diye patrona mesaj attım.
“Mehmet Bey, hastayım. Yataktan kalkamıyorum. Rapor alıp getireceğim.”
Hazırdım. Bunu yapacaktım. Bıçağın soğuk ve keskin yüzü tenime değince sırtımdaki tüylerde bir ayaklanma yaşandı. Hafifçe bastırınca gözyaşı gibi incecik bir kan sızdı. Biraz daha bastırdım. Tüm çığlıklar boğazıma dizilmiş, çıkacak açıklığı bekliyordu. Elimi yana kaydırıp eti ayırdım. Üstümdeki beyaz tişört kıpkırmızı kesilmiş, üzerinde ilginç bir motif oluşmuştu.
İşte oldu, başardım dediğim anda kapı aralığı gibi açılan boşluk saniyeler içinde kendiliğinden kapandı. Tekleyerek çalışan aklıma artık başka bir şey gelmiyordu.
Anlaşılan tek çare vardı: “O”nu bulmak.
İnsanlar evlerine çekilip perdeler arkasına saklandığında, pandemiden kalan maskeyi ve güneş gözlüğünü takıp dışarı çıktım. Kim, nerede kahkaha atıyor duyabiliyordum.
Şu kadının kahkahası sinirden.
Bu çocuğunki babasının şakasına.
Karşı binadaki adam, yanındaki kızı tavlamaya çalışıyor.
Yürürken arkama bakmadım. En ufak bir seste irkilmedim. Artık korkacak bir şeyim yoktu, çünkü korkulacak kişi bendim.
Kurtuluş Parkı’na yaklaştığımda bir grubun eğlendiğini duydum. Ama bir tuhaflık vardı: farklı yaşlardan insanlar, aynı anda, aynı içtenlikle gülüyordu. İçimdeki sesi dinleyip bir aslanın, avına yaklaştığı gibi sokuldum sesin kaynağına.
Karşımdaki ağacın dallarını yavaş yavaş araladım. Palyaço, son kurbanıyla birlikte oradaydı.
Beni görünce parmağını burnuna götürerek sessiz olmamı işaret etti. Sonra cesedin üstüne eğildi ve tereddüt etmeden adamın ağzını kesip aldı.
Yüzümde, damla damla kanın sıcaklığını hissettim. Korkuyla karışık iğrenme duygusu başımı döndürmüştü.
Arkasını döndü. Ellerini yüzüne götürdü. Tıkırtılar geliyordu; makine dişlilerinin, yerlerine otururken çıkardığı ses gibi. Ellerini iki yana açtı, zıplayıp yüzünü gösterdi.
“Taa taaa!”
Cesedin ağzı, artık ondaydı.
Duygularım kaçmamı, uzuvlarıma emirler yağdıran beynimse kalmamı söylüyordu. Çünkü bu işten kurtulmanın tek yolu gerçeği öğrenmekten geçiyordu. Elini bana doğru uzattığında duygularım “İşte beni dinlemeliydin!” dedi ama çok geçti.
Maskemi usulca aşağı indirdi. Ağzımın olmadığını görünce işaret parmağıyla beni göstererek dans etmeye başladı. Sanki bir ayini tamamlıyor gibiydi. Sonra durdu.
“Bak, sana uygun olan var mı?” dedi yıllardır toprağın altında olan birinin gülerken çıkardığı sesle.
Anlamadığımı belli eder şekilde hızlıca kafamı iki yana salladım.
“Bak, bak…” dedi tekrar, başıyla aşağıyı göstererek.
Üstündeki kıyafetin düğmelerini açmış, mahallenin delisi gibi bana içindekileri ifşa ediyordu. Bedeninde farklı boyut ve renklerde delikler vardı. Hayır, hayır… bunlar delik değil, ağızdı. Vücudunun her yerinde kahkaha atan ağızlar vardı. Demek beni buraya getiren sesler, onlardı.
Sonrasını hatırlamıyorum. Bayılmışım.
Yüzüme çarpan soğuk ellerin ölüm kokusuyla kendime geldim. Burnu, burnuma değiyordu. Ani bir refleksle geri çekildim.
“Ne hassasmışsın ya… Korkma,” dedi.
Çok soru vardı ama soramıyordum.
“Hmm, şu nasıl?” diyerek kırmızı rujlu bir kadının ağzını gösterdi.
“Yok, beğenmedin… O zaman buna ne dersin?”
Sadece bakıyordum.
“Eğer bunlardan birini almazsan anlaşamayacağız.” dedi, tepkisizliğimden sıkılmış bir tavırla.
Bilgiye ulaşmak için bu oyuna katılmak zorundaydım. Elimi uzatıp birine dokundum. Hâlâ sıcak ve ıslaktı.
“Yardım edeyim. Bu işe yabancısın.”
Demonte bir ürünü takar gibi yerleştirdi olması gereken yere. Dişleri tıkırdattım, dilimle dudağa dokundum. Vakit kaybetmeden:
“Sen nesin? Bana ne oldu? Neden insanları öldürüyorsun?” dedim sesimin çıktığı kadar.
“Sakin ol. Hepsini cevaplayacağım.”
Her şeyi gülerek anlatması sinirimi bozuyordu. Ama ben de gülüyordum. Belki de taktığımız ağızlardandı…
“Ben neysem, sen de osun,” dedi bir bilge gibi.
“Biz Efendimizin hizmetkârıyız. Onun için gerçek kahkahaları toplar, açlığını dindiririz. Bu yüzden duyuyorsun o sesleri.”
“Efendiniz kim?”
“Adını anmaya layık değiliz. Ama bil ki ‘O’, Haldi’den, Nergal’den, Kakasbos’tan da eski… ‘O’, insanlığın bile hatırlayamadığı çağlardan beri bu topraklarda.”
“Ya itaat etmezsem?”
“Kaybedersin. Büyük bir açlıkla, kahkahaların içinde çürürsün sonsuza kadar. Hem Efendimiz cömerttir, seni ödüllendirir.”
Yaşarken özgürlük kandırmacasıyla susturulmuş bir köleydim. Bu, en azından dürüst bir anlaşmaydı.
“Neden ben?”
“Onu Efendimiz bilir, fakat içindeki karanlığı ben bile görebiliyorum. Efendimiz için mükemmel bir hizmetkâr olacaksın…”
Peki anneme ne diyecektim? O, benim öğretmen olmamı istiyordu, bense katil mi olacaktım?
“Eee, ne diyorsun? Fazla vaktim yok, bir kurban daha bulmam lazım.”
Etim kadar ruhum da hâlâ sıcaktı. Ya sonra? Bir yıl, beş yıl, on yıl sonra insanlığımı tamamen yitirdiğimde ne olacaktı? Bu durumda yapılacak tek bir şey kalıyordu geriye…
“Palyaço kostümü şart mı?” diye sordum görevi kabul ettiğimi belli eder gibi.
“Ben, insanların gerçek kahkahalarına ulaşmak için kullanıyorum. Sen başka yöntem bulursan neden olmasın…”
Durdu. Düşündü. Hâlimden emin oldu.
“O zaman… işimizin inceliklerini anlatayım…”
- Son Kahkaha - 1 Ağustos 2025
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.