Merkez Parkı kentin en büyük ve en işlek parkıydı. Ortada sanki bütün parklarda olması mecbur tutulmuş gibi kocaman bir fıskiyeli havuz vardı. Hemen arkasında görkemli belediye binası bulunuyordu. Güzel çiçeklerin öbek öbek renk kattığı geniş meydanın çevresinde serpiştirilmiş büstler, anıtlar bulunuyordu. Ayrıca hemen dışında sadece yaya yolu ile ayrılmış olan çevrede pastaneler, Çöp şişçiler, restoranlar vardı. Her bütçeye uygun yerler vardı. Ayak üstü atıştırabileceğiniz küçük büfe tarzı lokantalarda vardı büyük ve lüks restoranlarda. Parkı çepeçevre dolanan yürüyüş parkurlarında yürüyenler görülüyordu. Kimileri gayet sakin konuşa konuşa yürürken kimi de bir yerlere yetişecekmiş gibi yüksek tempolu şekilde koşuyordu. Orta yerde küçük çocuk parkından neşeli çocuk sesleri duyuluyordu. Neşeli kahkahalar artınca insanların yüzü merakla o yöne dönmüştü. Yürüyüş yapanlar, amaçsızca dolaşanlar, hayal kuran sevdalılar bakışlarını oraya çevirmişti.
“Bir şeyler oluyor sanki” Yanında yürüdüğü adamın baskısından sıkılmış olan genç kız ileri atıldı. Seslerin geldiği çocuk parkına yöneldi. Adam “dur bekle” diyemeden varmıştı kalabalığın kıyısına. “Koskoca CEO adayının düştüğü hallere bak” dedi kendi kendine.
“Anlamadım” dedi genç kız. “İyi bak neler oluyor dedim.” Kızın yanına vardığında bakışları şaşkındı. “Bu kim” dedi.
“Tanımıyor musun” dedi. Uzun boylu adam yanındaki kız öylece baktı.
“Yoo” dedi sadece. “Her palyaço’yu tanıyamazsınız. Amerika’da pek çok gördüm bunlardan. Hepsi de beş parasızdı.” diye devam etti sözlerine.
“Bu, Tino” dedi ardından parmağıyla işaret ederek ortada duran garip kişiyi gösterdi. Baksana yakasındaki kartta da Tino yazıyor. Adam geniş kalabalığın ortasında duran kişiye baktı. Ardından gerçek olmadığını yalnız yakından tanıyanların bileceği bir kahkaha attı. Hakikatten yakasındaki kesekağıdını andıran kartta çarpık harflerle “Tino” yazıyordu. Bu bir Palyaçoydu bildiğiniz, palyaço dediğinizde aklınıza gelebilecek bir palyaçoydu. Kocaman kırmızı burunluydu. Yüzü neredeyse tamamen beyaz fondöten ile kaplanmıştı. Dudakları kaşları ve gözlerinin çevresi boyanmıştı. Kırmızı üzerine beyaz puantiyeli olan büyük hatta kocaman bir papyon takıyordu. Bol bir pembe ceket, ceketin üzerinde iri dikişlerle tutturulmuş kırmızı abartılı yamaları vardı. Ceketi altında sarı mı sarı bir gömleği vardı. Bol kesimli cırtlak kırmızı askılı bir pantolon ve büyük çok büyük siyah ayakkabılarıyla kıyafetini tamamlıyordu.
“Beğendin mi?” dedi yanındaki kıza abartılı bir şekilde sarılarak.
Kız “Ayıp oluyor insanlara karşı” dedi ve kibar bir hareketle sıyrıldı.
“Beğendim, çocukluğumdan beridir severim bu palyaçoları. İnsanları güldürmek için kendilerini feda ederler. Bir tür fedakârlık duygusudur bu. Kendi gülmese de başkalarını mutlu etme gereği. Bu yüzden palyaçolar saygın kişilerdir benim gözümde.”
“Amma abarttın ha, altı üstü soytarı değil mi?” Kızın bu sözlere canı sıkılmıştı ama belli etmemeye çalıştı.
Tino, kalabalığın ortasında hünerlerini göstermeye devam ediyordu. Elindeki çemberleri havaya fırlatıyor ve tutuyordu. İki elle yapılan bu işlemi beş altı farklı renkli halkayla yapınca hoş manzaralar oluşuyordu. Halkalarla işi bitince bir kenara koydu. Bu defa pinpon topları çıktı çantadan. Parmaklarının arsında kayboldular ve sonra çoğalarak ortaya çıktılar. Beş altı yaşındaki bir kız çocuğunun yanına yaklaştı elinde kaybolan top, çubuklu şeker olarak çocuğun kulağının arkasında çıkınca alkışlar koptu. Diğer çocuklar ağlaşmaya başlayınca boynuna asılı çantasından çıkardığı şekerleri görebildiği her çocuğa vermeye çalıştı. Orta yaşı geçkin bir adam da araya girip oda şeker isteyince çantasını açtı epeyce kurcaladıktan sonra hediye paketi gibi süslü kâğıda sarılmış bir nesne çıkardı adam uzattı. Adam, önce almak istedi ama yanındaki kadın kulağına bir şeyler söyleyince yüzü kızardı. İstemeden de olsa aldı. Gösterilerinde hiç konuşmayan Tino, paketi açmasını işaret edince adam titrek elleriyle açtı. İçinden koyu yeşil bir biber çıktı. Artistik bir çekilde yemesini isteyince adam mecburen biberi ısırdı. Belli etmese de acı yakıyordu ağzını. İzleyenler kahkahayı bastı. Palyaço ’da boş durmuyor abartılı bir şekilde dizlerine vura vura karnını tuta tuta gülüyordu. Sonra diğer elindeki şekeri adama uzatınca barıştılar. Gösterinin sonu gelmişti. Tino başındaki üzerinde kibar bir yapma çiçek olan melon şapkayı çıkardı, seyirciler arasında dolaştırmaya başladı.
“Soytarı buraya baksana” dedi az önceki adam. Genç kız yanında duran adama kızgınca baktı. Hatasını anlayan adam “Palyaço kardeşim bir zahmet buraya bakar mısın?” dedi sesini kibarlaştırarak. Tino, insanların arasından kendine seslenene şöyle bir baktı. Buruk bir şeklide gülümsedi. Parsasını toplamaya devam etti. Turunu tamamlayınca kalabalığı taradı. Gözüne kestirdiği hafif kambur gözlüklü yaşlı bir kadına yaklaştı. Şapkanın içindeki kâğıt paraları avucunda toplayıp yaşlı kadına uzattı. Sonra kendisine seslenen çiftin yanına vardı. Suratı asıkken bile gülüyor havası veren makyajıyla her daim gülmüş oluyordu. Kocaman plastik çiçek takılı ceket yakasını adama uzattı. Adam oyuna dahil olmak ve az önceki kaba davranışını telafi etmek için koklar gibi yaparken suratına fışkıran suyla afalladı. Kızdı ama yanındaki arkadaşından utandığından oda gülmeye başladı kalabalıkla. Çevrelerindeki çember daralmıştı.
Tino, eğildi hafif referans yaptı. Usta biri olduğu yaptığı her harekette belli oluyordu. Sadece palyaço değil aynı zamanda iyi bir jonglör ve pantomim sanatçısı olduğunu da gözlerden kaçmıyordu. Adam,
“Benim adım Kemal, bu fıstık da nişanlım Sıla. İki gün sonra Saray Düğün salonunda düğünümüz var.” Sözün burasında esmer beyaz tenli dalgalı saçlı kız araya girdi.
“Rica etsek, bizim düğünümüze gelir misiniz?” dedi. Bir an belki bir saniye kız baktı Tino. Yüzünde bir hayranlık hatta ötesi bir duygu belirdi.
“Sana avans olarak 100 dolar” dedi Kemal. Cüzdanından çıkardığı parayı Palyaçoya uzattı. Tino hafifçe referans yaptı, parayı aldı. Önce kokladı, havaya kaldırdı ışıkta bir baktı. Avuçlarının içine aldı buruşturdu ve kaybetti. Ardından kızın başının arkasından çıkarıverince çevrede şaşkınlık sesleri duyuldu. Seyircilerine yüzlerine baka baka dolandı bir süre. Gerilerde duran yaşlıca bir adama elini uzattı. Yaşlı, kirli sakallı ama utangaç adam öne çıkınca adamın damarları belli olan zayıf elini aldı. Avucunu açtı. Az önce kendisine verilen yeşil banknotu yaşlı adamın avucuna bıraktı ve parmaklarını sımsıkı kapadı. Yaşlı adamın gözünde minnet pırıltıları belirdi. Palyaçonun beyaz eldivenli elini sıktı. Birden afalladı, bir eksiklik vardı sanki. Tino, yaşlı adamın gözlerini görünce tüm sempatikliğiyle sus işareti yaptı ve parayı yemesi gerektiğini gösterdi. İnsanlar alkışlamaya başladı bu jesti. Palyaço, arkasını döndü üzerinde çalışıldığı belli olan Şarlo yürüyüşüyle uzaklaşmaya başladı Elindeki hayali bastonu çeviriyor havaya atıp tutuyordu. Bir ara topuklarını, koca pabuçlara rağmen havada birbirine çarpmayı başarmıştı.
“Sen kendini ne sanıyorsun” dedi Kemal. Kız adamın koluna girdi “palyaço işte ciddiye alma” dedi. Onlarda ters yönde yürümeye başlamışlardı.
***
Kalabalıktı Saray Düğün Salonu. Böyle yerler her zaman kalabalık olurdu ama bu kere gelenler her zamankinden daha çoktu. Hani derler ya iğne atsan yere düşmez işte öyle bir kalabalık vardı. Oturan, konuşan, dolaşan, dans eden, kahkahalar atan, arka masalarda oturup can sıkıntısında çevresine bakınan, onca gürültüye rağmen elindeki telefondan bir şeyler izlemeye çalışan insanlar doldurmuştu her yanı. Mevcut sandalyeler yetmemiş iki kez depodan sandalye getirtmek zorunda kalmışlardı. Sadece içerisi değil koridorlar, merdivenler, bahçe hep düğüne gelen içeri girmeye çabalayan kişilerle doluydu. Evli-bekâr, genç-yaşlı neredeyse tüm kent salonda ve salonun geniş ışıklı bahçesinde toplanmıştı. Hepsinin ortak özelliği ise oluşan uğultuyu bastırabilmek için yüksek ses tonuyla konuşuyor ve gülüşüyor olmasıydı. Bu da orkestranın aşmakta zorlanacağı bir barajdı. Barajı aşmak için daha yüksek volüm kullanıyorlardı. Yüksek sesli müzikte yanınızdaki kişinin konuşmasını duymakta zorlanacağınız için bağırmak zorunda kalıyordunuz. Tam bir açmazdı yani yaşanan içeride.
Gelin Sıla Akıncı, sevilen ve sayılan doktorun, bir zamanlar Devlet Hastanesinin başhekimliğini de yapmış olan Hasan Akıncı’nın kızıydı. İşletme mühendisliği okumuş ve ardından V. Şirketinde işbaşı yapmıştı. İçeride gelin masasında, resmi olarak kocası olan Kemal’in yanında oturuyordu. Boyu çok uzun değildi ama kısa da sayılmazdı. Esmer Güzeliydi. Eskiden beri Türkan Şoray’ın gençliği dedirtecek kadar güzeldi.
Hemen yanında oturan Damat Kemal Güleryüz’ de V. şirketinin müdürlerinden birinin oğluydu. Yurt dışında eğitim almış ve kariyerini bu şirkette ilerletmeye başlamıştı. Üç dil bilen doktorasını Amerika’da yapmış uzun boylu yakışıklı bir gençti. İyi giyiniyor, düzenli spor yapıyor, kendisine iyi bakıyordu. Bazılarına göre biraz burnu büyüktü. Çalışma arkadaşlarına tepeden bakıyordu ama o kadar olumlu niteliği olan biri başka nasıl olabilirdi ki. Eğitimini tamamlamış, güzel bir işi olan her kişi gibi kendisine bir eş aramaya başlamıştı. Dedikodular Kemal Beyin çok çapkın olduğunu söylese de elbette bu durum evlenmesine engel değildi. Kabul etmek lazım ki kendi bölümünde hatta fabrikada hatta fabrikanın bulunduğu M. ilinde İşletme Mühendisi Sıla’dan daha iyisini bulamazlardı. Öyle de oldu zaten. Tanıyanlar bilenler birbirlerine çok yakıştığını söylüyorlardı. Orkestra ara verince “Biraz hava alalım deyip bahçeye çıktılar. Kendileri için hazırlanmış olan Kamelyada oturuyorlardı.
Önce Damadın arkadaşları geldi yanlarına. Kahkahalar atıyorlardı. Ne de olsa playboylardan biri evleniyordu. Yakışıklılardan biri belki de en etkilisi, ortadan çekilince meydan kendilerine kalacaktı. Ardında birkaç kız geldi ve Gelini diğer bir köşeye çektiler. Sıla, hemen yanındaki en yakın arkadaşı Pelin’e “nasıl Tekin gelir mi?” dedi. Kız başını olumsuzlukla salladı.
“Çocuk fena halde küstü, İstanbul’a atanmasını istemişti haftalar önce. Bu yüzden ortalıkta görünmüyor uzun zamandır.” Diğer kız sözlerini tamamladı
“Çoktan taşınıp gitmiştir” dedi. Gelin’in gözlerine bir hüzün çöktü. Kemal, fabrikaya gelesiye kadar birbirlerini uzaktan sevmişlerdi Tekin’le. Aralarında ilan edilmemiş bir aşk vardı. Arkadaşlarına kalsa Tekin, Sıla ile evlenmeye hazırdı. Hazırdı ama bir fakir işçi oğluyla hastane başhekiminin kızının evlenmesinin mümkün olmadığını düşünenlerdendi. Müdürün oğlu gelince kendini geri çekmişti kendisini. Sonra Sıla ile Kemal’in arasına resmiyet girince atanmasını istemişti.
Aslında damat ve arkadaşları da farklı bir konu konuşmuyorlardı. “İstanbul’a atandı” dedi belki yüzüncü defa biri. “Ben gördüm atama yazısını” dedi bir başkası. “Düğüne gelecek cesaret yok onda” dedi bir diğeri. “Olsun siz gene de dikkatli olun, gözlerinizi açık tutun. O parmaksız serserinin tadımızı kaçırmasını istemem.” Sigara molası bitmiş insanlar içeriye girmeye başlamıştı. Kemal Güleryüz gelinin yanına koluna girmeye yönelince bahçeden gelen kahkahalar dikkatini çekti. Biraz dikkatli bakınca ayağında renkli ışıklı ayakkabılarıyla gelen Tino’du. Kemalin arkadaşlarından biri kahkahayı bastı “Bu deli koca ayakkabılarına lamba mı taktırmış” dedi. Palyaçoyu görenler kenara çekilip alkışlıyor yol veriyorlardı. Tam kapının önüne geldiklerinde kol kola içeriye girmeye çalışan gelin ve damatla karşılaştı.
Bu defa sade bir şekilde giyinmişti Tino. Üzerinde iki ayrı renkli tulumun birer parçalarını birleştirilerek dikilen yakasız tulum vardı. Üzerinde bir iki gün önce parkta giydiği pembe ceket salaş bir şekilde duruyordu. Kocaman papyonu boynundaydı. Bir başka nokta da boynunda kalın plastik zincirle asılmış olan “Mutluluklar Dilerim” yazısıydı. Ellerine her zaman olduğu gibi beyaz eldivenler giymişti. Yüzündeyse makyaj değil gülen palyaço maskesi vardı. Kocaman ayakkabılarını birbirine vurarak gelinle damadı selamladı. Kemal, Sıla’nın kulağına eğilerek “sana geleceğini söylemiştim” dedi. Konuklar düğün salonunun kapısında bir daire oluşturdular.
Kalabalığı görünce Tino, alışkanlıkla başındaki şapkasını çıkarıp herkesi selamladı. Damada yaklaştı, elini uzattı. Arkadaşları araya girmek istemişti ama Kemal’in işaretiyle durdular. Kendisiyle tokalaştı. Burada herkes bir şaka bekliyordu. Bu yüzden Damat Bey’de tedirgindi. Kısa bir süre bakıştılar. Palyaço’nun yüzünde gülümseyen bir maske vardı. Hiçbir şakanın yapılmaması Kemal’i rahatlatmıştı. Sonra yanındaki beyazlar içinde çok daha güzel görünen geline döndü. Biraz arandı ve rüküş ceketinin iç cebinden bir kutu çıkardı. Yalandan elleri titriyordu. Kutuyu açtığında içinde bir gonca gül vardı. Diz çöktü ve gülü geline uzatmak istedi. Sakarca yere düşürdü. Doğrulmak istedi bir kere daha düşürdü. Çevredekiler her hareketine kahkahalarla gülüyorlardı. Gelin’de belirgin bir şekilde gülmeye başlamıştı.
Sonunda gülü verebildi. Göz göze geldiğinde bu defa yüzünde ağlayan bir palyaço maskesi bulunuyordu. Güzeller güzeli gelin gülü aldığında kızın elini tuttu. Kibarca öptü. Sonra aklına aniden gelmiş gibi başına koydu. Çevredekiler bu davranışı alkışlamaya başlamıştı. Sıla Gelin önce anlamadı sol elin serçe parmağının yerinde olmadığını. Tino, çabuk davranmış birkaç adım geri çıktıktan sonra cebinden çıkardığı bir deste gıcır gıcır parayı peş peşe havaya savurmaya başlamıştı. Önce kimse bir şey anlamadı ama atılanların iki yüzer lira olduğunu görünce çocuklar kapışmaya başladı. Bazı gençlerde bu yağmaya katılınca Damat gelini zor götürmüştü salona. Sıla Gelinin yüzündeki iki damla yaşı görmedi bile. Maskeler ayaklar altında çiğnendi.
Düğünün sabahında bahçede çalılıklar içinde buldular Tino’nun ceketini, papyonunu ve diğer giysilerini. “Mutluluklar Dilerim yazısı bir ağaç dalına asılmıştı. Bir daha da ne gören oldu ne de duyan maharetli Palyaçoyu. Bir süre sonra adı unutuldu gitti, bu satırların yazarı ve birkaç kişinin dışında kimse kalmadı Tino’yu anımsayan.
- Tino - 1 Mayıs 2025
- Asman - 15 Ocak 2025
- Mürşit - 1 Eylül 2024
- Sarm’ın Sonu - 1 Temmuz 2024
- Maratondan Kopmamak - 23 Mayıs 2024
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.