Neredeyse balçığa dönüşmüş çamurun üzerinde adım adım ilerliyorduk. Astronotların giydiğine benzeyen, üzerimizdeki o koruma giysisinin ağırlığı ve zifiri karanlığı da eklenince yürümek neredeyse işkence gibi oluyordu. Etrafımızı görmemizi sağlayan tek ışık kaynakları göğsümüze sabitlenmiş olan fenerlerdi. Bunca zorluğa rağmen hızlı olmamız şarttı. Sadece birazcık su bulmak için birkaç saatimiz kalmıştı. Aslında biz öyle zannediyorduk.
Fögardan neredeyse bir kilometre uzaklaşmamıza rağmen en fazla on litre su toplayabilmiştik. Halil’in sesi telsizden duyulana kadar sadece mutasyona uğramış bir kaç kurbağanın sesinden başka bir şey gelmemişti kulağıma. Halil’in söylenmeye başlamasıyla etraftaki sesler de kesildi.
“Orospu çocuğu Rusların işi. Eminim onlar bu hale getirdi burayı.”
Normalde Halil’e bir şeyi anlatmanın zor olduğunu bilmeme rağmen onun sinirli halini eğlenceli bulduğumdan üzerine gittim.
“Belki de Almanlar, kendi vardiyasında kurutmuştu burayı. Belki bizden önce Ruslar da bir şey bulamadan gittiler.”
“Siktir ora…” bir bayanla konuştuğunu fark edince sustu. Aramızın iyi olması bazen böyle sözleri ağzından kaçırmasına sebebiyet verebiliyordu; ancak nişanlısıyla nasıl konuşması gerektiğini arada sırada hatırlayabiliyordu Halil. Telsiz hışırtısı mı yoksa Halil’in boğazını temizlemesi mi olduğunu tam anlayamadığım bir sesin ardından tekrar konuşmaya başladı.
“Kesin Ruslardır. Eğer Almanlar olsaydı şimdiye kadar o Rus yavşakları bütün Tırtıl Hattına dert yanarlardı.”
Tırtıl Hattı hayatımızı geçirdiğimiz yerin adıydı. Arka arkaya sıralanmış on iki adet trenden ibaretti bu hat. Her tren yaklaşık on kilometre uzunluğundaydı ve diğeriyle arasında on katı daha fazla mesafe bırakarak yol alırlardı. Biz, Türklerden oluştan trenin vatandaşları bugün hattın son kısmındaydık. En kötü zamanlar genelde tırtılın sonunda olduğunuz zamanlardı. Zirveden dibe düşmek anlamına gelirdi çünkü bu zamanlar.
“Şuraya bak.” diyerek ilerideki su birikintisini gösterdiğimde bir an olsun Halil söylenmeyi bıraktı. Bata çıka suyun yanına geldiğimizde hemen vakum başlıklarını elimize alıp bu günü de çıkarmamızı sağlayacak olan suyu, sırtımızda taşıdığımız depolara aktarmaya başladık. Her ne kadar su denemeyecek kadar sarı bir sıvıyı topluyor olsak da, işlendikten sonra içilebilir kaynağımız olması bir nebze bizleri sevindirdi. Vakumlar arada sırada çamurdan tıkandığında çıkan yüksek motor sesi, başlıklara birkaç tokat atmamızla birlikte kesiliyor, ardından kısa süre sonra tekrar aynı şeyleri yapmamıza neden olan döngüye giriyorduk.
Yeryüzündeki tek amacımız su aramak değildi. Genelde son durumları kontrol edip, herhangi bir değişiklik olup olmadığına bakardık. O güne kadar da tam olarak bir değişiklik gözlemlememiştik. Aslında eskiyle kıyaslayınca her şey değişikti. Verimsiz araziler, mutasyona uğramış canlılar, solunamaz atmosfer ve zehirli sular… Hayatımın yarısını bu şekilde geçirmiş olmam artık tüm bunları normalleştiriyordu.
Su depolama işlemi sırasında, daha fögara dönmemize bir saat kala Halil gökyüzünü gösterdi. Fanus içindeki kafası zifiri karanlığın içinde yarım yamalak aydınlanıyordu. Bu aydınlığın nedeni benim fenerim değildi; ki bunun anlamı da hiç güzel değildi. Gösterdiği yöne döndüğümde kuzey ışıklarının ufuktan hızla üzerimize doğru geldiğini gördüm. Bunun anlamı güneşin doğmasına yarım saatten az vakit kaldığıydı. Eskiden olsa bu berbat bataklığın ortasında oturup bu anın tadını çıkarırdım. İncecik giysimle esen rüzgarı tenimde hissedip sabah soğuğunu kesen ilk güneş ışıklarıyla ısınmak ve o eşsiz manzarayı izlemeyi öyle çok özledim ki… Ama artık değil güneşin yüzünü görmek, onun doğmasına yakın bir zamanda bile yeryüzünde olmamamız gerekiyordu.
Hiçbir şey söylemeden toparlandık ve mümkün olduğunca hızlı fögara yol almaya başladık. Halil bir yandan hızla ilerlerken diğer yandan telsiziyle ana üssümüze, yani trendekilere haber vermeye çalışıyordu.
“Merkez… Merkez beni duyuyor musunuz?”
“Saçmalamayı kes ve hızlan artık Halil!” diyerek çıkıştım. Hızlı olmamız lazımdı ve onun faydasız çabaları bizi yavaşlatıyordu. “Yerin yüzlerce metre altında seni nasıl duyacaklarını sanıyorsun?”
Soluğumuz kesilinceye kadar koştuk. Daha doğrusu ağır çekimde koşar gibi ilerliyorduk sanki. Üzerimizdeki giysilere bir de sırtımızdaki çamur dolu suyun ağırlığının da eklenmesiyle ilerlemek neredeyse imkansız hale geliyordu. Her adımımızda gökyüzündeki yeşil ve mavinin ağırlıkta olduğu ışıklar gittikçe daha görünür olmaya başlıyordu. Onlar mutlulukla dans ederken biz ölmemek için dua ediyorduk.
O günkü durağımız Mato Grosso idi. Eski adıyla Brezilya denilen bu topraklarda Palmas’dan Cuiaba’ya kadar uzanan on iki fögar kapağı bulunuyordu. Bizler ise en gerisinde olan, yani Palmas çıkışındaydık. Amazon veya Panama durakları buraya göre çok daha bereketli olmasına rağmen her seferinde uymamız gereken rutin nedeniyle Mato Grosso’ya geldik. Tekrar buraya, hatta aynı fögara düşmemiz 133 gün sonraya denk gelecekti.
Fögara vardığımızda güneşin ilk ışıkları ufukta kendini göstermeye başladı. Aynı şekilde kuzey ışıkları da yoğunluğunu arttırdı. Artık güneşten gelen tüm zararlı ışınlara karşı savunmasızdık. Acele etsek bile radyasyon zehirlenmesine uğramış olmamız muhtemeldi.
Fögarın iki arabayı uç uca alabilecek genişlikteki yuvarlak ağzından içeriye girip, kapağını yavaşça kapatan çark mekanizmasını aktifleştirdik. O sırada kemerlerimize dağcı iplerini takıp yüzlerce metre aşağıdaki trenimize kendimizi bırakarak yol alacaktık. Vakit kaybetmeden boşluğa atlarken, son gördüğüm güneşin üst kısmıydı. Henüz tüm güzelliğiyle doğuyorken, görünüşünün aksine önüne gelen her şeyi de yavaşça buharlaştırmaya devam ediyordu.
Kurşundan dökülme fögar kapağı bir nebze olsun güneşten gelen radyasyon fırtınalarını engelleyebiliyordu ancak yine ondan kurtulmak için kesin çözüm değildi. Güneşten kopan parçacıklar yer yüzüne nüfus ediyor, hatta tırtıl hattına kadar ilerleyebiliyordu. Bu yüzden acele etmeli ve trenleri çalıştırarak, dünyanın karanlık tarafına doğru sürekli seyahat etmemiz gerekiyordu. Yıllardır bu şekilde hayatta kalmıştık. Fakat yine de radyasyon bizleri yavaş yavaş öldürmeye devam ediyordu.
Halil’in telsizden son haykırışları en sonunda bir cevap bulabildi.
“Merkez beni duyabiliyor musunuz?!”
“Burası merkez, dinlemedeyiz.”
“Güneş doğuyor! Bütün hattı uyarın. Yuvadan ayrılmamız gerekiyor!”
“Emin misiniz? Henüz gün doğumuna bir saatten fazla zaman var.”
Halil daha fazla açıklama yapacak zamanı olmadığını biliyordu. Saçma sapan protokol sorularına vakit kaybetmemesi gerektiğini tüm sinirini dışarı vurarak dile getirdi.
“Kodumun trenini çalıştırın diyorum size!”
Hızla aşağıya doğru iple kayarken, fögarın en dibinden yükselen gürültü ile tırtıl hattının harekete geçmeye başlamak için hazırlandığını anladık. Eğer yeterince hızlı olamazsak bizleri almadan yola çıkmaları muhtemeldi.
Korkularımız, treni görmemiz ile birlikte geride kalamadı. Metrelerce aşağıda olsak bile zararlı güneş ışınlarına maruz kalmış olmamız muhtemeldi. Yerin altında yaşayarak bunlardan korunabileceğimizin düşüncesi, Vakum Felaketi sonrasında, binlerce kişinin ölümünün ardından yanlış olduğu anlaşılmıştı.
Ayaklarımız yere değdiği anda kemerlerimizi çözüp trenin denetim girişine koşar adımlarla kendimizi attık. Çok geçmeden tırtıl hattındaki tüm trenler de yola koyulmaya başladı. Yan yana üç manyetik rayın üzerinde bulunan, beyaz kurtçuk adı verilen bu trenlerin genişliği neredeyse dört şeritli bir yol kadardı. Maglev trenlerin en gelişmiş tipleriydi ve saatte iki bin dört yüz kilometre hıza ulaşabiliyorlardı. Yer yer, üçlü rayların bazılarında bozulmalar veya kırıklar olmasına rağmen bu trenler durmak bilmeden senelerdir yollarına devam ediyorlardı.
Son hıza ulaşması biraz zaman alsa da genelde her sekiz saatte bir dünyanın kararmaya başladığı noktaya ulaşmakta zorluk çekmemişlerdi bu güne kadar. Sekiz saatte bir dünyayı çelik ağlarla yerin altından sarmış gibi tabir edilebilecek yüz binlerce kilometre uzunluğundaki raylarda seyahat ediyorduk. Sonra durup, o istasyondaki işleri halledip tekrar yola devam ediyorduk. Her istasyonda, en öndeki tren tamir peronuna geçip, diğer on bir trenin geçmesini bekliyordu. Bu sırada hem trenin bakımları yapılıyor, hem de adil bir döngü sistemi oluşturulmak için öndeki tren en arkadaki yerini alıyordu.
Önceki istasyonda en önde olmamıza rağmen Mato Grosso durağında en arkada bulunmamızın nedeni de buydu. Bundan sonraki durağımız Fiji adalarıydı. Genelde en tehlikeli yolculuk Brezilya’dan sonraki kısım olurdu. Yer altından çıkıp birkaç saat boyunca yeryüzünde hareket etmemizi gerektirirdi raylar. Bu esnada trenler tam korumalı olsa bile radyasyona maruz kalırdık ve yavaş yavaş zehirlenirdik. Herkes bir gün bu zehirlenme sonunda öleceğini biliyordu. Ama yine de bunu kabullenemiyor ve zehirlenmiş insanları karantina altına alarak onları dışlıyorlardı.
Trenin en son rayı karantina insanlarına aitti. Derileri dökülen, vücutlarından yeşil sıvılar akan veya tüm derileri yanıklar içindeki ucubelere benzeyen onlarca insan bulunurdu her trende. Bunların üzerlerindeki radyasyon seviyesinin yüksekliği nedeniyle hiçbir şekilde diğer insanlar ile temasa geçmelerine izin verilmezdi. Tükettikleri gıda ve içecekler onlara bir kutu aracılığıyla gönderilirdi. Bunca zamandır orada nasıl yaşadıklarına dair kimsenin fikri yoktu. Sadece diğerlerinin vicdanıydı onları hayatta tutan. Bir tedavi veya mutasyon adı verilen bu insanların yaydığı zehirden korunabilecek bir giysi bulunabilme düşüncesiydi onların hayatlarını bağışlayan.
Denetim girişi, dışarıda çalışmalarını tamamlayan işçiler için yapılmış, radyasyon ve zararlı maddelerin temizlenmesini sağlayan bir solüsyonla uzun süre yıkandığımız ve ardından da vücudumuzdaki radyasyon seviyesinin ölçüldüğü bir bölmeydi. Tünel işçileri, tren bakımcıları, geliştirme mühendisleri, yeraltı ve yeryüzü kaynaklarını tarama ekipleri… Hepsi o anda temizlenmeyi ve kontrolden geçmeyi bekliyorlardı. Toplamda kırk kişiydik. Her fögarda bir diğer vardiya işleri ele alır, bir öncekiler ise yirmi dört saatlik dinlenmeye geçerdi. Bizler de bu vardiyayı bitirmenin rahatlığına henüz erişememiştik. Beklenmedik güneş doğumu herkesi tedirgin ediyordu.
Temizlenme işlemi biter bitmez raporlar gelmeye başladı. Kimlerin denetim odasından çıkabileceğini tek tek okuyan mekanik ses, her ismin okunmasının ardından “neden hala ben okunmadım” tedirginliğini de beraberinde getiriyordu. Çok geçmeden herkesin temiz olduğu -hiç olmazsa zehirlenme yüzdesinin altında olduğu- anlaşıldı ve beyaz tırtılımızın iç taraflarına girme iznimiz verilmiş oldu. İyice rahatsız olmaya başladığım kaskımı çıkarırken omzuma düşen sarı saçlarımı da biraz sallayarak serinlemeye çalışıyordum. Ufak burnum, yuvarlak yüzüm ve kahverengi gözlerimle genelde güzel olduğum söylenirdi. Tabi astronot gibi giyinmiş, kir ve pas içindeyken bunlara inanmak veya önemsemek pek de karakterime uymuyordu.
Trenin tüm duvarları ve neredeyse bütün eşyaların beyaz oluşu ilk zamanlar rahatsız edici olsa da, karanlık tünellerin içinde yıllar geçirince tek görünen beyazlığın bu olması insanın içini huzur dolduruyordu. Denetim odasından çıkar çıkmaz Halil ile birlikte vakit kaybetmeden kumanda vagonuna yol almaya başladık. Bulunduğumuz yerden kumanda vagonu arasında sekiz kilometre mesafe olması nedeniyle, trenin sağında, solunda ve üstünde bulunan, trende boydan boya yol almayı sağlayan asansörlerden birini kullandık. Bu asansörler sadece belirli güzergahlara girdiğimiz zamanlarda aktifleşiyordu. Keskin dönüşlü veya engebeli arazilerde ise acele bir yere varmak isterseniz tek ulaşım kaynağınız ayaklarınız oluyordu.
Birkaç dakikalık yolculuğun ardından kumanda odasına vardık. Tren de bu süre zarfında son sürate ulaşmasına rağmen içerideki kimseyi rahatsız edecek bir G kuvveti oluşturmaması, mühendisliğin ve teknolojinin son harikası bir taşıtın içinde olduğumuzu hatırlamamıza yetiyordu. Kumanda odasına herkesin elini kolunu sallayarak girmesine müsaade edilmezdi ancak tren yönetimi babamda olduğu için serbest giriş iznine sahiptim.
“Neden harekete geçmek bu kadar uzun sürdü?” diyerek babamın danışmanlarıyla oturduğu masaya hızlı adımlarla ilerlemeye başladım.
“Diğer ülkeleri ikna etmek uzun sürdü.” Babamın yüzüme dahi bakmaması, birkaç gündür neden bu denli soğuk davrandığı düşüncesini aklıma getirip duruyordu. “Nasıl olsa tırtılın sonunda olmadıklarından acele edip yetersiz kaynakla yola çıkmayı istemediler. Ama ellerine ulaşan verilerden sonra yola koyulmayı akıl edebildiler. Etmeselerdi de biz onlara çarpana kadar olayın ciddiyetini anlayamayacaklardı sanırım.”
Eskiden tüm ülkelerin trenleri arka arkaya ilerlemezdi. Dünyanın etrafını saran raylardan istediği güzergahı kullanıp, istediği durakta duruyordu trenler. Bu sistem başlarda iyi gibi görünüyordu. Taa ki Hint treni arızasına kadar da her şey kısmen yolunda ilerliyordu.
Hint treninin Hall motoru iflas ettiğinde hemen arkalarından gelen Çin treninin yolunu kesmişlerdi. Treni yoldan çıkaramayacağını anladıklarında kendi vagonları ile diğerlerini birleştirip yola devam etmeyi planlasalar da, trenin bu denli fazla yükü kaldıramayacağını ilk denemenin ardından fark etmişlerdi. Üç gün boyunca dört tren yol üzerinde tıkandığında, radyasyon zehirlenmesine uğrayan insanlar neredeyse on milyonu bulmuştu. Türk treni de dahil altı tren birikince yola, her tren kendi payına düşen vagonları alıp yola çıkarak problemin üstesinden geldiler. Hint ve Çin halkından o gün sadece dört milyon insan kurtulabilmişti. Sonraki günlerde de aynı hat üzerindeki vagonları temizleme işlemi tam anlamıyla bitmediğinden hız düşüren trenler nedeniyle milyonlarca insan daha kaybedildi. Sonunda ise on beş trenden üçü, yok olmaları için Fransa bölgesinde terk edildiler. Fransa hattının kapatılması da tam o güne denk gelmektedir.
O dönemki felaketten sonra benzer bir durumla karşılaşma riski nedeniyle trenler arasında çok büyük mesafeler bırakılmamasına karar verildi. Her bölgelerdeki fögar çıkışları üçten on ikiye yükseltilerek her durakta bütün trenlerin işlerini halletmelerine olanak sağlandı. Bir arıza durumunda ise tüm trenler arızalı trenin vagonlarını alacak, arıza verilen noktaya tekrar gelindiğinde ise hep birlikte treni tamir etmeye çalışacaklardı ve çalışan tren tekrar kendi vagonlarını alarak yola devam edecekti. Tabi Hint Faciasından beri böyle bir sorunla karşılaşılmamıştı.
“Peki neden güneş erken doğmuş, bir bilgi var mı?” diyebildim babamın sözlerine karşı.
“Kutupların değişme zamanı geldi.”
Tüm sorunların başlangıç nedeni yılların ardından gerçekleşiyordu. Dünyanın kutupları yaklaşık 800 bin yılda bir değişiyordu ve bu değişimden önce manyetik alanında büyük bozulmalar meydana geliyordu. Tıpkı dinozorları tarihten sildiği gibi sıra insanlığa gelmişti. Manyetik bozulma nedeniyle dünya, güneşten gelen zararlı ışıklara karşı savunmasız kalmıştı. Belirtilerin ilk başladığı zamanlar, sadece iki ayda meydana gelen afetler nedeniyle dünya nüfusu yarıya inmişti.
Yıllardır bu durumdan kurtulmak adına trenleri ve rayları kullanıyorduk. Fakat artık dünyanın kutuplarının değişme vakti geldi. Bunun anlamı artık batıya doğru değil, bir süre sonra doğuya doğru yol alacağımızdı. Yani güneşin zararından kaçmaya çalışırken, sanki dünya bizi yok edebilmek için yönümüzü çevirecekti. Bundan nasıl kurtulacağımız hakkında hala kimsenin fikri yoktu. Veya kutuplar değiştikten sonra dünyanın tekrar eski manyetik gücüne kavuşmasının ne kadar zaman alacağını da bilen biri henüz ortaya çıkmadı. Tek bildiğimiz, mümkün olduğunca uzun bir süre hayatta kalmaya çalışmalıydık.
Sessizliği bölerek “Ne yapacağız” diyen Halil oldu. Nişanlandığımızdan beri onu ilk defa bu kadar tedirgin ve heyecanlı görüyordum.
“Tüm hattı birkaç saat içinde nasıl geriye çevirebiliriz diye düşünüyoruz. Tabi bu en kötü senaryo. Kutupların ne kadar süre içerisinde yer değişeceğine henüz emin değiliz. Bu günler, hatta aylar bile sürebilir.”
“Tırtıl hattını tersine çevirmek mi? Tamir bölümleri bu işi çok kısa sürede görmemizi sağlar sanırım? Nasıl olsa normal hattı tıkamaması için ayrı bir hat olarak döşendi tamir hatları. Sadece normal hatta bağlanan sarmal çıkışı, düz olarak inşa edip normal hatta bağlamamız gerek ki elimizdeki mühendislik gücüyle bunu bir günde halledebiliriz.”
“Evet. Ama o bir gün içinde kaybedeceğimiz insan sayısı da çok olacaktır. Şu anda dünyanın manyetik koruması en zayıf dönemine girdi. Kilometrelerce yerin altına kadar ışımalar geliyor. Raylar zehirli, insanlar zehirli. En güvenli yer yine trenin içi ancak o bile yeteri kadar güvenli değil. Diğerlerini kurtarmak için kimler kendini feda eder ki?”
“Mutasyonlara ne dersiniz?” Halil aklından güzel bir fikir geçirmiş gibi söylüyordu bunu. Mutasyonlar dediği insanlar radyasyon zehirlenmesi yaşayan ve bunu, nedeni bilinmeyen bir şekilde bulaştıran kişilerdi. Trenin son vagonunda karantina altında kalmaları dışında ne halde olduklarını hiç kimse bilmiyordu. Her gün düzenli olarak bir kutu içinde su ve yiyecek gönderilirdi. Ancak orada hayatta bile olup olmadıklarını bilmiyorduk. Vücutlarından yayılan radyasyon, elektronik aletleri bozuyordu ve ne bir görüntü ne de bir ses alabiliyorduk. Yiyecek takviyesi bile ilkel yollarla, bir kişinin koruma giysileri içinde vagonun girişine kutuyu bırakıp geri kaçmasının ardından gerçekleşiyordu. Tabi her gün kutunun boş olması -sterilize işlemi nedeniyle yüksek ısıyla tüm odanın yakılmasının ardından bir kül tabakası bırakmaması-, hala yaşadıklarını gösteren tek işaretti.
“Mutasyonlar bunu kabul edecekler mi?” derken Halil’e kızgınlığımı yansıtmaktan geri kalmıyordum. “Onca yıldır onlara pislik gibi davranmamızın ardından özellikle?”
“Zaten ölecekler değil mi? Hiç olmazsa diğerleri için bir fedakarlık yaparlar. Sadece onları bu şekilde ikna edecek bir öndere ihtiyacımız var.”
Nişanlandığım adamın bu denli ruhsuz konuşması sinirlerimi bozmuş olsa da bir yandan da hak veriyordum. Aksi halde çok daha fazla insan ölecekti. Yine de mutasyonları birer fazlalıkmış gibi görüp sonra onlardan bunu istemek ne kadar doğru olacaktı, bunu kendime yediremiyordum.
Babama baktığımda onun fikirlerini de duymak istediğimi yüz ifademle anlatıyordum. Onun da daha önceden mutasyonları düşünmüş olduğunu anlamak için ağzını açmasına gerek kalmamıştı. Sanki bütün bunlar çok daha önceden planlanmıştı ancak yufka yüreğim nedeniyle bana anlatılmamıştı.
“Tamam o zaman” dedim soğukkanlılıkla. “Onlara bunu kim söyleyecek? Onların arasına kim girecek?”
Ortama sessizlik çöktü. Her ne kadar koruma giysilerimiz olsa da, zehirlenmiş insanların vücutlarından yayılan, hala ne olduğunu anlayamadığımız salgın hastalıktan korunmak neredeyse imkansızdı.
“Burada milyonların hayatı söz konusu. Her trenden bir kişi kendini bu amaç uğruna feda edecektir” dedi babam. İnsanları yönetmenin ne demek olduğunu bu şekilde gösteriyordu bizlere.
Bir kişinin önemi yoktu. Hatta kimsenin önemi yoktu. Sadece yönetilmesi gereken bir yer ve belirli vicdan kurallarına uymak vardı. Yönetilen yerdeki insanlar bir şekilde yaşamalıydı. Onların kim oldukları, nasıl yaşadıkları veya nelere ihtiyaç duydukları önemsizdi. Bu tarih boyunca da böyle olmuştu. Halk daha fazla toprak istemese de baştakiler bunun doğru karar olduğuna inanıp, kendi ego ve hırsları uğruna milyarlarca insanı ölüme sürüklemişlerdi.
“Kimseyi zan altında bırakmayın. Oraya ben girerim.” Bu cümleyi daha çok babama bir ders vermek için kurmuştum. Oraya girecek rastgele bir insanın da ailesi olabileceğini bilmeliydi. Hatta “mutasyon” dediği oradaki insanların da hala birer insan olduğunu fark edebilmeliydi.
Ağzımdan çıkan cümlelerin ardından babam ve Halil’in tepkisizliği beni daha çok şaşırttı.
“Pekala” oldu babamın kurduğu tek cümle. Halil bile itiraz etmeden, sonuçlarının ne olduğunu bildiği bu göreve beni atıyordu resmen.
Gerekli planlar hazırlanırken, trenimiz de büyük okyanusun üzerinde yol almaya başladı. Genelde yer yüzünde seyahat ettiğimiz bir kaç yerden biriydi bu güzergah. Fiji bölgesine ulaşıp, gerekli inşaat, taramalar ve nakillerin ardından tekrar gün doğumundan kaçarcasına batıya doğru hareket edecektik.
Tırtıl hattındaki tüm ülkeler ile yapılan görüşmeler sonucunda karar verildi. Şimdiye kadarki veriler de kutup kaymasının hızla gerçekleştiğini ve iki gün içinde tamamlanacağını gösteriyordu. Bu durumun güzel yanı, kayma sırasında tamir hattında yapılacak geliştirmeler sırasında uzun bir süre dünyanın karanlık tarafında kalabilecektik. Ama kötü yanı ise diğer hiçbir trende geliştirmeyi yapmayı kabul edecek biri çıkmamış olmasıydı.
O ana kadar tüm trenler mutasyonlara bir vagon ayırmış diye biliyorduk. Ancak öğrendik ki, Hint kazasıyla gelen tüm mutasyonlar bir hafta içerisinde, zararlı gerekçesiyle katledilmişler. Koca tırtıl hattında Hint’li ve Çin’lilerin bulunduğu tek tren bizimkiydi ve onların da büyük çoğunluğu ölmüştü. Kısacası vicdanlı davranan tek tren fark etmeden biz olmuştuk.
Yine de son kalan mutasyonların bu şekilde ölüme terk edilmesini gönlüm razı olmuyordu. Ancak onları buna mecbur da kılmayacaktık. Eğer kabul etmezlerse tüm trenlerdeki mühendisler bir araya gelip geliştirmeyi yapacak, tabi bu süre içinde zehirlenenler tıpkı geçmişte olduğu gibi katledilecekti. Hiç olmazsa diğer trenlerde yaşanacak olanın kesinlikle bu olduğunu biliyorduk.
Hazırlıklar tamamlanıp yerimi aldığımda içimdeki tedirginlik en üst seviyesindeydi. Nişanlandığım adam korkusundan mutasyon vagonundan bir önceki karantina girişine dahi gelmedi. Sadece babam son kez asansörle beni buraya kadar bırakıp geri döndü. Uzun bir veda değildi son konuşmamız. Yüzüme bile bakmadan “görüşürüz” diyerek bitirdi sözlerini. Halbuki geri dönebilecek miydim, bilmiyordum.
Karantina sorumlusunun, mutasyon vagonu için bu günkü erzakları hazırlamasına yardım etmeye başladım. Bayatlamış ve eski yiyecekleri bolca dolduruyordu kutuya. Yirmi kişiden çok olduklarını biliyorduk mutasyonların ancak erzaklar en fazla on-on beş kişiyi doyuracak kadardı. Ki bizler bile bu kadarını her zaman yiyemiyorduk.
Temizleme ünitesi içinde çeşitli işlemlerden geçen, yeryüzünden, altından, hatta nemlenen demir yüzeylerden toplanan suyun büyük kısmı pislikten arınmıştı. Bütün trene bir kaç gün daha yetebilecek kadar suyumuz vardı. Tam korumalı su doldurma tankına temizlenmiş sudan doldurmak üzereydim ki, karantina sorumlusu kolumu bir hışımla kavrayıp çatık kaşlarıyla gözlerini yüzüme dikti.
“Ne bok yediğini sanıyorsun?” dedi. Ne yaptığım son derece ortada olmasına rağmen söyledim.
“Su dolduruyorum. Onlara su veriyorsunuz değil mi?”
“Elbette veriyoruz. Ama o suyun ne zahmetle temizlendiğini biliyor musun?”
“Eee” derken ben de onun kadar sinirlenmiştim.
“Onlara temizlenmemiş sudan doldur. Nasıl olsa mutasyonlar. Daha fazla zehirlenmek onları etkilemez.”
İşlerin şimdiye kadar böyle yürüdüğünü daha önce öğrenmiş olsaydım muhtemelen ortalığı ayağa kaldırırdım. Ancak artık ne mutasyonların, ne benim, ne de tepkilerimin bir önemi olmadığını öğrendim. Sevdiklerim bile hemen benden vazgeçmişti. Burada bu yapılanların yanlış olduğunu kimseye kanıtlayamayacaktım. Tek bir insan bir şeyi değiştiremezdi nasıl olsa. Ama bir o kadar ironikti ki, tek başıma tüm hattı kurtaracak olan planı uygulamaya koyacaktım.
Koruma giysimi giyip kutuyu önüme katarak son vagon ile bağlantı noktası olan bölüme girdim. Arkamdan bağlantı kapısını kapattıklarında tren de büyük bir hışımla sarsıldı. Sıkıntılı raylardan biri olan Buobuo bölgesindeydik. Üç raydan biri kopuktu ve her geçişte bu sarsıntıyı yaşamamıza neden oluyordu. Tabi bu sarsıntı aynı zamanda Fiji bölgesine bir saatlik mesafemizin kaldığını gösteriyordu.
Mutasyon vagonuna iyice yaklaşırken kapıya vuranların sesleri geliyordu. “Su verin” inlemeleri kulaklarıma geldikçe içim burkuluyordu. Normalde tam durduğum yerde kutuyu bırakıp geri dönerler ve ardı ardına koruma sağlayan üç kapıyı da kapatıp, mutasyon kapısını açarlardı. Arkamdaki üç kapı kapanmasına rağmen ben hala buradaydım ve hemen önümdeki mutasyon kapısının açılmasını bekliyordum. Bu işlem elle yapıldığından biraz uzun sürüyordu. El kumandası bir dizi çark yardımıyla karantina kontrol odasına bağlıydı. Oradan çevrilen bir vana sayesinde mutasyon kapısı açılıyor, bir dakika sonra da kapatılıyordu. Bugün ise on dakika açık kalacaktı ve ben bu süre içinde bütün olacakları mutasyonlu insanlara anlatmak zorundaydım.
Kapı yavaşça ve gıcırtılı şekilde açılırken ilk gördüğüm şey bir adamın eli oldu. Kapının altından uzattığı elini bir an önce oradan çıkıp kutuya ulaşmak için zorluyor gibiydi. O an için nasıl bir hata yaptığımı düşünmeye başladım. Buradaki insanlar belki de konuşabilecek durumda bile değillerdi. Anlatacaklarımı anlayabilecek olup olmadıkları bir yana, birer yabani hayvan gibi benim üzerime saldırmaları kafamdaki en büyük korku oldu.
Kapının biraz daha açılmasıyla kolunu uzatan adam beline kadar içeri girdi. Sürünerek dışarı çıkınca tüm detayları iyice seçilir hale gelmişti. Uzun, siyah sakalları yer yer dökülmüş, esmer tenli, zayıf bir adamdı. Hint kazasında mutasyona uğrayanların ölmüş olduğunu biliyorduk ancak bu adam tam bir Hint fakirini andırıyordu. Adamın yırtık giysileri vücudunun önemli kısımlarını örtmeye yetecek kadardı. Hatta bir kısmı birbirine bağlanarak yamalanmıştı. Çıkık elmacık kemikleri ve koca gözleriyle, “su” diye haykırışları birleşince adamın bir zombi olduğunu düşünmekten alıkoyamıyordum kendimi.
Adam tamamen çıkıp ellerinden destek alarak ayağa kalktığında göz göze gelebildik. O anda bu insanlara neden mutasyonlar denildiğini anladım. Yeşil parlayan gözleri normal bir insandan ayrılan tek yeriydi. Beni görür görmez kollarıyla yüzünü siper etti. Kapı biraz daha açılınca içeri giren diğer adamlar da bir sürelik şaşkın bakışların ardından tıpkı o adam gibi kollarıyla yüzlerini kapatmaya başladılar.
“Neden burada biri var!” dedi ikinci giren genç. Her ne kadar genç olduğu anlaşılsa da, zehirlenmenin etkileri neredeyse seksen yaşındaymış gibi görünmesine neden oluyordu. Buruşuk beyaz teni kemiklerine yapışmıştı.
“Nerden bileyim!” dedi ilk gelen adam. O an içimdeki korkular dindi. Hiç olmazsa bir grup vahşi tarafından işkence, tecavüz, yamyamlık veya daha adlandıramadığım yüzlerce düşüncenin olma ihtimalini kafamdan attım. Ancak bu hala zehirlenmeyeceğim ve bu insanlara dönüşmeyeceğim anlamına gelmiyordu.
“Sizinle konuşmak için buradayım” dedim. Sesim sakin çıksa da kalbim aynı tepkiyi veremiyordu.
“Git buradan çabuk. Kapı kapanacak, bize kutuyu gönder. Git hemen yoksa sen de zehirleneceksin” adamın sesi çaresizdi. Bir yandan beni, diğer yandan kendisi gibi olanları düşünüyordu.
“Merak etmeyin kapı kapanmayacak ama çok vaktimiz yok. Hemen beni dinlemelisiniz.”
“Git buradan. Sana bakarsak sen de zehirlenirsin.”
Bu sözler durmama neden oldu. Zehirlenmenin nedeni bakışlar mıydı? O yeşil gözler kimin üzerine çevrilirse o da zehirleniyor muydu? Daha bu düşünceler ile boğuşurken küçük bir kız çocuğu adamların arkasında belirdi. Genç olanın beline varıyordu. Onun bacağına sıkıca sarıldığında genç adamın bu küçük kızın abisi veya babası olduğunu anlamam uzun sürmedi. Ancak beni en çok etkileyen yeşil, masum gözleriyle beni süzmesiydi. Dökülmüş saçları, yer yer çürümüş tenine rağmen sevimli bir kızdı. Ve büyük bir ihtimalle uzun süredir ilk defa normal bir insan görmenin şaşkınlığını yaşıyordu.
Babası olduğunu tahmin ettiğim adam küçük kızın gözlerini kapatıp haykırana kadar öylece bakıştık.
“Melis, gir çabuk içeriye!”
Çocuk boynunu büküp karanlık vagona doğru ilerlemeye başladı. Aynı anda bizim bulunduğumuz bağlantı vagonunun ışıkları da gidip geliyordu. Mutasyonların elektronik her şeye zarar vermelerinin sonucunda ışıkların arızalanmaya başladığını anlamak uzun sürmemişti.
“Dediğim gibi çok vaktim yok. Hemen konuya girmem gerekiyor. Kutup kayması gerçekleşiyor ve tırtıl hattının tersine çevrilmesi gerekli. Tersine döşenen tek hat Fransa bölgesinde ve orası da kapalı. O yüzden yeni bir hat döşenmesi gerekli. Bunun için de sizlerin yardımına ihtiyacımız var.”
İlk gelen adam söylediklerimi umursamadan yanıma kadar gelip tekerlekli kutuyu ucundan tutup, sürükleyerek geldiği karanlık vagona soktu. Bir varil içinde çalkalanan çamurlu suyu tüketmek için herkesin sabırsızlandığı içeriden gelen seslerden anlaşılıyordu. Karanlığın içinde beliren onlarca yeşil göz bir anda içimi ürpertti.
“Yani bizler nasıl olsa öleceğiz, hiç olmazsa bir amaç uğruna ölelim diyorsunuz.” Kızın babası son derece ifadesizce söylediği cümlenin ardından devam etti. “Emin olun ben canımı vermeye hazırım. Buraya atılmadan önce zaten maden işçisiydim. Orada bir gün elbette zehirleneceğimi biliyordum. Ancak unuttuğunuz bir şey var.” Adam karanlık vagonu göstererek kaşlarını çattı ve gözlerini tam üzerime dikti. “Daha ışıklar bile bize küsmüşken, nasıl teknolojiyi kullanıp o hattı inşa edebileceğimizi düşünüyorsunuz?”
Olduğum yerde kalakaldım. Adam haklıydı. Onlara bu işi yapmaları için şimdiden makineler ayarlanmıştı ancak mutasyonların teknolojiye verdikleri zararı unutmuştuk. Koskoca treni yöneten babam ve danışmanları bile bu kadar basit bir gerçeği unutmuştu. Tek düşüncemiz kurtuluş ve mümkün olduğunca az insan kaybıydı ama bu düşünce doğrultusunda detaylar gözümüzden uçup gitmişti.
“Ben… Ben…” kekeleyip durdum sadece.
“Sen bir salaksın!” dedi karşımdaki adam. Şaşkınlığım yüzüme yansıdı. “Seni de tıpkı bizim gibi öldürmek için buraya gönderdiler. Tüm trenler kendi mutasyonlarını öldürdü. Bunu bilmediğimizi mi sanıyorsun. Sadece biz kaldık. Bizler tehdit ediyoruz gerçek dünyayı. Yoksa hat döşeme yalanına inandın mı? Ben yıllarca madenlerde çalıştım. Hatta bir süre mühendislere yardım ettim. Evet, Fransız bölgesindeki kavşak kullanılamaz belki ama ya Çin bölgesindeki? Ya da Hazar bölgesindeki? Hepsini geçtim sırf Mısır üzerinde fögar durağı olmamasına rağmen geri dönüş kavşağı var. Sana bunlardan bahsetmediler değil mi? Sence en başından bunu hesap etmemişler miydi? Yani tüm bu raylar döşenirken? Bizleri öldürmek için bir bahane atıyorlar sadece ortaya. Biz yaşadığımız sürece herkese zararlıyız. Tıpkı şu anda seni öldürdüğümüz gibi, onları da tehdit ediyoruz.”
“Beni öldürmek mi?”
“Ne zannediyordun? O kıyafetlerin seni korumayacağını bile bile buraya geldin. Üstelik seni buraya gönderdiler. Demek senden de kurtulmak istiyorlardı.” Arkasında kapı yavaşça kapanmaya başladığında adam üzerime diktiği gözlerini ayırıp arkasını döndü. “Sana tekrar kapıyı açmayacaklar. Eğer burada kalırsan yarın bu saatlerde sterilize işleminde, alevler içinde ölürsün.”
“Ama…”
“Aptal olma. Bizlere bir mesaj göndermek isteselerdi bunu kutu içinde yazılı olarak da yapabilirlerdi. Seni buraya gönderdiler. Anla artık.” Adam daha fazla söz etmeden yavaşça kapanan kapıya girip karanlıkta kayboldu.
O an için taşlar yerine oturdu. İki gün önce zehirlenmiş olmalıydım. Babam ve Halil bunu bilmelerine rağmen bana söyleyemediler. Mutasyonları kullanma yalanı da onlara bir fırsat verdi. Nasıl olsa böyle bir tepki vereceğimi biliyorlardı. Tren başkanının kızı olduğumdan hiçbir işe girmek zorunda değildim ancak ben yeryüzü araştırma ekibine katılmıştım. Eşitliğe olan inancımı gayet iyi biliyorlardı ve mutasyonlar için de böyle bir karar alacağımdan emindiler. Bana olan soğuk tavırları da artık daha iyi anlaşılıyordu. Daha fazla sorgulamadan yavaşça kapanan, içeride yeşil parlayan gözlerin olduğu karanlık odaya doğru yürümeye başladım
Hata yapıp yapmadığımın düşüncesi sonraki gün gelen kutunun içindeki mektup ile netliğe kavuştu.
“Üzgünüm kızım. Senin için en doğru olan buydu.” yazıyordu mektupta. Yine de her şey yalan değildi. Kutupların değişimi sırasında mısır kavşağında beklemeye koyuldu tırtıl hattı. Ardından hiç güneşi tepelerine almadan tüm trenler tersine seyahat etmeye başladılar. Günler geçtikçe dünyanın manyetik alanı da güçleniyordu. Muhtemelen yirmi yıl sonra tamamen temizlenmiş ve korumalı bir dünya bizleri bekliyor olacaktı. Hiç olmazsa hayatta kalanları.
Toplamda on dört günümü mutasyonlar ile birlikte geçirdim. Gözlerimin renk değişimi ilk birkaç gün içinde olmasına rağmen vücudumdaki çürümeler ve hastalıkların artması zaman alıyordu. Ciğerlerim her nefes alışımda acı veriyordu artık. Burnum tıkalı, sağ gözümdeki yanma hissi dayanılmaz olduğu günler geçiyordu. İki kişi ölüp, dört kişi katıldı on dört gün içinde aramıza. Melis adındaki çocuğun babası öleli de altı gün olmuştu. Kızcağız ağlayamayacak kadar vücudu deforme olmuştu. Sekiz yaşında olduğunu öğrendiğim çocuğun bakımını ben ele aldım. Aksi halde gelen kutudan kimseye bir şey bırakmıyorlardı. Kutu geldiği gibi üstüne çullanıp herkes kaptığını tüketiyordu.
İlk zamanlar bu düzene alışamasam da sonradan ben de vahşileştim. Çamurlu sudan içmeye alıştım. Vücudumdaki zehre zehir katarak yaşadım. Ama artık sona gelmiştim. Ölüm yakındı. Melis ile son konuşmamızın ardından kararımı da vermem gecikmedi.
“Biliyor musun” dedi Melis. Kucağıma kafasını koymuştu. Bir tutam saçını okşuyordum o anda. “Ben hiç güneşin doğduğunu görmedim.”
Sekiz aydır burada yaşıyordu ve doğduğundan beri trenin içindeydi. Gerçek dünya ile ilgili bildikleri, anlatılanlar ve arada sırada oynatılan halk sinemalarından ibaretti. O an bu şekilde ölümü beklemenin bir anlamı olmadığını fark ettim. Kimse bizi tedavi etmek için uğraşmıyordu. Aksine bizden kurtulmanın vicdani bir yolunu bulsalar anında yapacaklardı.
Bizler… Bu kelimeye çok kısa sürede alışmıştım sanırım. Artık bir insan değildim. Ama bir insan gibi ölmeye kararlıydım. Son gelen kutu ile birlikte bir mesaj gönderdim. Normalde buradan o tarafa hiçbir nesnenin geçmesine izin verilmezdi. Anında yakılarak yok edilirdi bağlantı vagonunda. Eğer ilk gün karanlık vagona geçmeyip orada kalsaydım, muhtemelen beni de yakarak öldüreceklerdi. Ancak bir umut ile her gün üzerimizden bir parça giysi koparıp bir mesaj göndermeye çalıştım.
Dört gün sürmüştü sesimi duyurmam. Aslında ona bile umutlu değildim, fakat duymuşlardı. Mali bölgesindeki tamir alanına girdiğimizde arkamızdaki trenler tek tek bizi geçip gidiyorlardı. En son sıra yine Türk trenindeydi.
O gün, vagon bakım bölümüne mutasyon vagonunu bırakıp yola koyulmadan önce kapımızı bir metre kadar açtılar. Mutasyon vagonu artık bağımsızdı. Bundan sonraki zehirlenmeleri tıpkı diğer trenlerde olduğu gibi anında infaz ile çözmeye gideceklerdi anlaşılan. Bizlere bakmak masraflıydı. Kısacası “bizi dış dünyaya serbest bırakın” çağrımdan hem onlar, hem de biz kazançlı çıktık.
Üç yüz metrelik fögar tünelini tırmanabilen sadece on yedi kişi oldu. Diğerleri vagonlarından dahi çıkmadan son nefeslerini orada vermeyi istediklerini dile getirmişlerdi. Böylece yıllar içinde bu durağa uğrayan insanları da zehirlemeden, yavaşça çürüyüp gideceklerdi.
Fögarın kapağının gıcırtılı açılışıyla tenimdeki yanma hissi aynı ana denk geliyordu. Melis acıyla haykırdığında “şşş, geçti hepsi, tamam” diyebildim sadece. Kapaktan çıkıp yıldızların altında bir süre yürüdük. Ayaklarımızın altı yanıyordu. Zehirli toprak herkese acı veriyordu. Ama kimse bundan rahatsız değildi. Uzun zaman önce gördükleri dünyaya son kez bakmanın heyecanı içindeydi herkes.
En başından zehirli olan gözlerimiz yakıcı havaya en iyi dayanabilen organlarımızdı. Batıya bakıyorduk hepimiz. Melis bana sarılmıştı ve üzerimize doğru gelen kuzey ışıklarını hayretle izliyordu.
“Resim gibi” dedi. Yüzüne bakıp, başımı sallayarak onayladım.
Turuncuya dönen gökyüzüyle birlikte güneş de kendini göstermeye başladı. Kuzey ışıkları tüm gökyüzünü kapladı. Rüzgar hiddetlendikçe acı veriyordu. Ufuktan gelen buhar huzmesine aldırmaksızın güneşin doğuşunu seyrettik. Bizleri birkaç dakika içinde yakıp buhara dönüştürecek olan güneşin tadını çıkarırken, ayakta kalan ve birbirimize sarılan sadece Melis ve ben vardık.
İşte bu etkileyici bir öykü… Teşekkürler.
Beğenmenize sevindim. Okuduğunuz ve yorumladığınız için asıl ben teşekkür ederim 🙂
Aşırı hareketli bir yerde okuduğuma pişman edecek kadar güzel bir hikayeydi.
Yanlış algılamadıysam bir iki yerde, birleşik cümlelerdeki eklerden kaynaklanan anlatım bozukluğu vardı.
Çocuk karakterin kullanılışı beni azıcık rahatsız eden tek şeydi. Başkaları tarafından da biraz sıkça kullanılan bir teknikmiş gibime geldi.
Harika bir hikaye, teşekkür ederim
Anlatım bozukluğu veya yazım yanlışları olması muhtemel. Öyküyü 4 günde yetiştirmek zorunda kaldığım için aceleye geldi. Aceleye gelmese bile gözden kaçıyor bazen, hatalar için kusura bakmayın 🙂 Hatta kurgum ilk başta farklı olmasına rağmen öyküyü iki kat daha uzatacağı için böyle yazmayı uygun gördüm.
Çocuk karakteri kullanıp kullanmamak arasında ben de çelişki yaşadım. Dediğim gibi kurguyu değiştirmek zorunda olduğumdan spontane gelişti biraz orası. Yine de haklısınız.
Okuduğunuz ve güzel yorumunuzu eksik etmediğiniz için çok teşekkür ederim 🙂
oldukça başarılı elinize sağlık 🙂
Yorumunuz için teşekkür ederim 🙂
Çok güzel bir distopik eser olmuş. Tıpkı sizin Ütopya Projesi gibi iyi düşünülmüş. Tebrikler.
Güzel yorumunuz için çok teşekkür ederim 🙂
Severek okuduğum etkileyici bir öykü oldu gerçekten. Distopik, gerçekçi, acı ve hüzünlü bir öyküydü. Ellerine sağlık.
Vakit ayırıp okuduğun ve güzel yorumunu eksik etmediğin için teşekkür ederim 🙂