Neon ışıkları, lazerler, elektronik levhalardan yayılan yeşil yansımalar ve ekranların mavi parıltıları ile kaplı şehrin tek karanlık noktası; eski zamanların kalbinden kopup gelen, taştan yapılma duvarları, sivri kuleleri ve kocaman kapısıyla bir canavarı andıran soğuk şatoydu. Onun dışında tüm şehir ışığın sanal canlılığıyla parıldıyordu. Ancak bu ucube yapı ışık cümbüşünün ortasında bir devin kör gözü gibi karanlık ve derin bir siyah nokta olarak yıllardır dikilmekteydi.
Gözündeki oynar kamerayla etrafını 360 derece süzen Serpil, yanında oturan ve ayaklarını sallamakla meşgul olan Derviş’e dönüp konuştu.
“İyi bir fikir değil. Orada hayaletler ve başka birçok korkunç şey olduğundan bahsediyorlar.” Konuşurken bir yandan parmağıyla şatoyu işaret ediyordu.
Derviş sinirli bir şekilde güldü.
“Sen de bu hikayelere inanacak olursan işimiz var. Hayalet zannettikleri nano-yanıltgaçlarla desteklenmiş hologramlardan başka bir şey değil.”
“Peki öyle olsun.” dedi Serpil. “Peki şatoya girenleri yok eden, zamanın ötesine ya da belki bambaşka bir evrenin ortasına atıveren cüceye ne demeli.”
“İyi ya,” diye gülümsedi Derviş, “eğer böyle bir cüce varsa bu ışık cehenneminden kurtulmuş oluruz. Zaten şehrin her tarafında aranıyoruz. İçeride cüce de olsa hayalet de olsa bu şatoya girmek zorundayız. Bizi aramayacakları, daha doğrusu girmeye cesaret edemeyecekleri tek yer burası.”
Devletin bu şatoya müdahale etmemesinin sebebi eski bir batıl inanışa dayanıyordu. Işıkla donanmış şehirler dahi kurmuş olsalar insanlar hala bu tür uğursuzluklardan korkmaktan vazgeçmemişlerdi. Ağaçlardan ve toprakla bağı olan her canlıdan nasıl nefret ediyorlarsa bu şatodan da öyle ürküyorlardı.
Elli beş yıl önce kurulmuştu Devlet. Dijital birliktelik, küreselleşmeyi çılgın bir hıza ulaştırmış ve bilinen manada devletlerin yok oluşuna zemin hazırlayarak şimdiki Devlet’in oluşumuna yol açmıştı. Devlet, dijital alandaki gelişmeleri bir tür din olarak benimsemiş ve bunu insanlığın yegâne gelişim yolu olarak dayatmıştı. Kırk sekiz yıl evvel ağaç dikmenin yasaklanması, on dört yıl evvel ise tüm vahşi hayvanların evrensel bir ayinle itlaf edilmesi hep bu sebepleydi. Bu yeni dinin mensupları arasında toprağa değdiği an kendini kirlenmiş hissedip intihar ederek temizlenme yolunu seçen radikaller dahi vardı. Beton ve ışığın zaferi için dünyanın dört bir yanında Devlet’in polisleri görevlerini yerine getiriyor ve insanları ağaçlardan ve topraktan koruyordu.
Serpil gerinerek konuştu.
“Son bir saatimiz. Bir saate Dijital Federasyon buraya damlar. Eninde sonunda bu tarafları da arayacaklar. Hep böyle oldu. Bir kez daha yakalanmak…”
Derviş lafı Serpil’in ağzından aldı.
“Bir daha yakalanma lüksümüz yok. Tekrar kaçmamıza izin vermezler. O yüzden dediğim gibi Şato’ya sığınmak zorundayız. Tek seçeneğimiz bu.”
Serpil isteksizce de olsa başıyla onayladı. Ne kadar korkutucu olursa olsun Şato, son şansları gibi gözüküyordu. Bir süre sığınacakları şatoyu izleyerek sessizce oturdular.
“Anlamsız.” dedi aniden Serpil. Elindeki katlanabilir ekranı eğip büküyordu sıkıntıdan. “Eninde sonunda yakalanacağız. Devlet, eninde sonunda bizi yenecek, hepimizi.” Sesinde umutsuzluğun tınısı vardı. Derviş’e baktı cevap beklercesine. Derviş de ona baktı bir süre. Serpil’i rahatlatmak için bir şeyler söylemesi gerektiğini fark etmişti.
“Küçükken bir kitap okumuştum.” dedi. “O zamanlar kulaklıklarımı takıp müzik eşliğinde kitap okumayı çok severdim. Basılı kitapların sadece müzelerde değil evlerde de olduğu zamanlardı. Kitabın ismi Primatların Çöküşü’ydü. İnsan medeniyetinin çöküşünü anlatan bir tür kıyamet tasviri gibi bir şeydi. Kulağımda Led Zeppelin’in Kashmir şarkısı –Led Zeppelin’i biliyorsun değil mi? eski çağlardan bir grup- çalıyordu. Bu şarkı ve kitaptaki çöküş çok uyumluydu ve o kitaptan çok etkilenmiştim. Kitabın sonunda insan medeniyetini çökertenin dünyayı insanoğlunun ellerinden kurtarmak isteyen kargalar olduğu ortaya çıkıyordu. Ne dersin, belki kargalar bizim dünyaya da bir el atar!”
“Kargalar ha!” dedi Serpil gülerek.
Şatoya doğru yürümek için kalktılar. Tam o sırada üzerinde yan yana duran ışıklı bir ve sıfır rakamları yani Devlet logosu bulunan bir Kıskaç uçarak sokağa daldı. Serpil ve Derviş anlık bir korku yaşasalar da hemen toparlandılar. Çünkü onlar için bir tehdit değildi Kıskaç. Bu uçan ölüm makinelerinin tek görevi sokakta başıboş dolaşan, gözden kaçmış hayvanları itlaf etmekti.
Şatonun bahçe kapısını araladıklarında demirin gıcırtısı kulaklarını doldurdu. Bu paslı kapı uzun yıllardır açılmamış olmalıydı. Bahçedeki çimenler akşam vaktinin durağanlığıyla uzanıyordu. Uzakta yapraklarını karanlığa uzatmış bir meşe ağacı bahçenin geniş avlusunda keyif çatmakta ve rüzgârsız havadan dolayı sisin içinde kamufle olmuş gibi görünmekteydi.
Derviş, tüm bu manzarayı eski İstanbul’a benzetti. Şimdi hem o kadim şehirden hem de onun dijital bir kopyası olarak Tuna boyunda kurulan Yeni İstanbul’dan çok uzakta, Devlet’in en etkin olduğu topraklarda, yani Yeni Dünya’daydı. Bir zamanlar Colomb’un Hindistan zannederek ayak bastığı bu topraklarda, artık toprak kelimesini normal bir cümlede kullanmak dahi terörist damgası yemek için yeterliydi. Toprağın Çocukları, bu dijital aymazlığa çomak sokmak isteyen bir grup başıbozuk tarafından, Aztekler’in, Mayalar’ın ve doğayla bütün olmakta tüm maharetlerini sergileyen Kızılderililer’in bir zamanlar yaşadığı bu kıtada işte bu yüzden kurulmuştu.
Bu örgüte Serpil ve Derviş, Orta Amerika’da otostop yaparak nefes alınabilir bir memleket ararlarken katılmışlardı. Onların Türk olduğunu öğrenen o bölgedeki ayaklanmacıların lideri Robias, nedense buna çok sevinmişti. Toprağın Çocukları hareketinin eski İstanbul’da çok eski tarihlerde yaşanmış bir ayaklanmadan ilham aldığını söylemiş ve onlara uzun uzun bu terk edilmiş şehri anlattırmıştı.
Şatonun yüksek kapısından içeri girdiklerinde içerisinin geniş bir avlu olduğunu ve kubbedeki bir delik sebebiyle içeriden gökyüzünün göründüğünü fark ettiler. Zırhlar, kılıçlar, yıllar evvel sönmüş meşaleler duvarlara asılıydı. Onlar yürüdükçe zemindeki tahta yamuluyor, sanki çökecekmiş gibi oluyordu.
“Eski günlerdeki gibi.” dedi Serpil gülerek. Dünyayı turlayıp bütün karanlık köşeleri gezdikleri ilk gençlik yıllarını kastediyordu. Derviş o sıkıntılı ve maceralı günleri gülümseyerek anımsadı.
Tam bu sırada ikisinin de gülümsemesini bıçak gibi kesen bir şey karşılarına çıktı. Serpil, kilometrelerce öteden dahi duyulabilecek tiz bir çığlık attı hoplayarak. Derviş refleksle hemen Serpil’in önüne geçip onu korumaya çalıştı. Tam önlerinde kesik bir kafa havada uçarak geziniyordu. Boğaz kısmındaki kesikten kan damlıyor, beyaz gözlerinde ise gözbebekleri gözükmüyordu.
“Sakin ol,” dedi Derviş Serpil’e sarılarak, “sana bahsettiğim gibi, sadece bir hologram.”
“Ttttamam.” dedi Serpil dişleri korkudan takırdarken.
Derviş elini uçan kesik kafaya doğru salladı. Yumruğu kafanın içinden geçip giderken hologram titredi, şekli bozuldu, sonra tekrar eski haline dönüp havada uçmaya devam etti.
Muhtemelen şatoyu gizlenmek için kullanan ve rahatsız edilmemek için de şatonun kötü ününü arttırmak isteyen birileri koymuştu bu gezgin hologramı buraya. Derviş yalnız olmadıklarına dair sıkıntılı bir his duydu. Ne var ki Serpil’in daha fazla ürkmesini engellemek için sakin görünmeye çabalıyordu.
“Ben şu kitaplığa biz göz atacağım.” dedi. İçindeki sıkıntıyı Serpil’e hissettirmemek için oradan uzaklaşmalıydı bir süre.
“Tamam,” dedi Serpil, “ama gözden kaybolma, manyak hologramlarla tek başıma yüzleşmek istemiyorum.” Gülüyordu bunları söylerken, endişesini belli eden bir gülüştü bu, şato endişe ve sıkıntıyla doldurmuştu ikisini de.
Derviş, kitaplığa vardığında heyecanlandı ve sıkıntısını biraz olsun unuttu. Uzun zamandır basılı bir kitap görmemişti. Burada ise yüzlercesi vardı. Hem de çoğu çok eski, ciltleri yılların yorgunluğuyla yıpranmış kitaplardı. Rastgele bir kitap seçip eline aldı. Kapağı görünce gülümsedi. Güzel bir rastlantı sonucu onca kitabın arasında Primatların Çöküşü’nü seçmişti. Kitabın üzerinde çeşitli karalamalar ve notlar vardı. Rastgele bir sayfasını açıp okumaya başladı.
“Tüm bu hengâmenin ortasında, bir adam telaşsız bir biçimde medeniyetin çöküşünü izliyordu. İçinde en ufak telaş yoktu. Çünkü yozlaşan her düzenin bir gün batmaktan kurtulamayacağının bilincindeydi.”
Derviş bu satırları okudukça çocukluğuna gider gibi oluyordu. Şimdiki çocukların kitap okumak zevkinden mahrum olduğunu düşünüp hayıflandıktan sonra kitabı yerine koydu. Serpil’in yanına gitti. Onu duvarlardaki yazıları incelerken buldu. Şatonun daha önceki misafirleri duvarları hoyratça, bir yazı tahtası gibi kullanmışlar, siyasi sloganlarla her yeri doldurmuşlardı. Bir köşede, “Dijital despot devrilecek!” yazılıydı. Başka bir köşede, “Devrelerini yaktığımın düzeni!” ve hemen onun altında küfürlü bir slogan… Ancak tüm bu farklı sloganlar arasında bir kelime her yere monte edilmişti. Bir tür şifre gibi her tarafta araya “gezi” sözcüğü sıkıştırılmıştı. Serpil bunun Türkçe bir kelime olduğunu biliyordu, her ne kadar atalarının dilini neredeyse unutmuş olsa dahi hala bir aşinalığı vardı. Ancak bu kelimenin her yere serpiştirilmiş olmasına anlam verememişti. Bu durumu Derviş’e sorunca meseleyi öğrendi.
“Eski bir kelime,” dedi Derviş, “aslında Türkçe kökenli, ancak her nasılsa evrensel bir kelimeye dönüşmüş zamanla. Dünya üzerindeki hemen hemen bütün muhalif örgütler bu kelimeyi bilir ve kullanır. Bütün dünyada muhaliflerce “mücadele” anlamında kullanılır bu sözcük. Açıkçası senin bilmemene şaşırdım.”
Serpil utanarak başını eğdi. Bu sırada yerde bir kâğıt gördü. Bir not yazılıydı kağıtta.
“Toprağa ulaşmayı istiyorsanız üst kata gelin.” Kağıtta yazan buydu.
“Bu da ne demek?” dedi Serpil kağıdı Derviş’e uzatırken. Derviş anlamaz bir biçimde dudak büktü. İkisi de gözlerini merdivene çevirdiler. Şatonun üst katına çıkan uzun basamaklar açık tavandan süzülen ay ışığıyla aydınlanıyor ve merak uyandırıyordu. İki maceraperest elbette böyle bir bilinmezi çözmek isteyecekti. İhtiyatı elden bırakmadan merdivene yürüdüler.
“Önce ben çıkacağım.” dedi Derviş. “Sen arkamdan gel, gözün açık olsun.”
Yukarı çıktıklarında gördükleri manzara inanılmazdı. Envai çeşit çiçekle bezenmiş bir odaydı burası. Çiçeklerin arasında bir yol olacak şekilde boşluk bırakılmıştı. Asıl sürpriz ise yolun bitiminde yani odanın karşı duvarındaydı. Burada taht misali bir koltuğa oturmuş küçük bir cüce vardı. Şu şehirde efsanesi dolaşan meşhur cüce olabilir miydi bu?
Cüce onları görünce oturduğu tahtından yere atladı. Çevik hareketlerle onlara doğru gelmeye başladı. Derviş ve Serpil ürktüklerini belli edercesine birkaç adım gerilediler. Durumu anlayan cüce bir kahkaha kopardı.
“Merhaba!” diye bağırdı. Kubbede çınlayıp tavandaki açıklıktan dünyaya yayılan sesi cüssesinden beklenmeyecek denli gürdü.
Derviş ona doğru yürüdü. Tam cüceyle karşılaştıklarında durdu.
“Sakın yanlış bir hareket yapayım deme! Anında beynine diji-kurşunları yersin.”
Cüce güldü. Bir yandan da zıplıyordu. Bu haliyle hiç korkutuculuğu kalmamıştı aslında. Aksine sevimli, zararsız bir yaratık olarak gözüküyordu.
“Demek beni diji-kurşunla korkutacaksın ha. Çok güldüm kusura bakma. Umarım alınmamışsındır. Bu arada üzerinde silah falan taşımadığını biliyorum.”
“Hadi ya!” dedi Derviş. “Nereden biliyormuşsun bakalım?”
Cüce yine zıplayarak güldü. Bir iki dakika böyle kendince eğlendikten sonra konuştu.
“Çünkü,” dedi, “Toprağın Çocukları silah taşımaz.”
Derviş ve Serpil şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Bu küçük manyak nereden biliyordu Toprağın Çocukları’nı.
“Bir dakika.” dedi Serpil bir adım öne çıkarak. “Toprağın Çocukları’nı nereden biliyorsun?”
“Hmmm… Düşüneyim bakayım.” Cücenin sesinde müstehzi bir ifade vardı. “Toprağın Çocukları’nı ben kurduğum için biliyor olabilir miyim acaba?”
“Bu kadar şamata fazla.” dedi Derviş. “Bizimle daha fazla dalga geçmene izin veremeyiz. Ne istiyorsan söyle ve çek git.”
“Aslında,” dedi cüce, “sizi götürmeye gelmiştim. Bunu yapmadan şuradan şuraya gitmeye niyetim yok.”
“Bizi götürmeye mi?” diye merakla sordu Serpil. “Nereye?”
Cüce sıkıldığını belli eden bir hareketle kaşlarını oynattı. Gerçekten de yasadışı ağaç dikme ve usulsüz fotokopi makinelerinde kitap çoğaltma gibi eylemleriyle tanınan ve ünü tüm dünyaya yayılmış Toprağın Çocukları Örgütü’nü bu sevimli cüce kurmuş olabilir miydi?
“Dijital Büro birazdan buraya baskın düzenleyecek. O yüzden sizi “başka bir yere” kaçıracağım.”
“İyi de,” dedi Derviş, “Büro’nun çalışanları bu şatodan korkar, giremezler buraya.”
“Büronun başına yeni birisi geçti.” dedi Cüce. “Bizi ve tüm Toprak hareketlerini bitirmeye kararlı. O yüzden riske giremeyiz. Kaçmalıyız.”
“Peki nereye gideceğiz?” Serpil’in yüzünde umutsuz bir ifade vardı.
“Gidince görürsün. Beni takip edin ve soru sormayın.”
Cüce önce çiçeklerin arasına sakladığı bir anahtarı arayıp buldu. Daha sonra aşağı kata indiler. Birkaç korku hologramı hala etrafta dolaşıyordu. Cüce eski bir kılıç koleksiyonunun olduğu bir masayı Serpil ve Derviş’in yardımıyla kenara çekti. Bir kapak vardı. Aşağıya inen bir gizli kapıydı bu.
“Bodrumda gizli bir geçit ha!” diye bağırdı Serpil neşeyle. “Eski filmlerdeki gibi.”
Işığın dünyasından yeraltının karanlık mahzenlerine indiler. Taştan merdiven iki yandaki meşalelerin arasında metrelerce uzanıyordu. Sonunda geniş bir alana vardılar. Rutubet kokan alacakaranlık bir avluydu burası. Cüce duvarda kamufle edilmiş bir kapı buldu. Bu kapıdan geçip bir süre daha yürüdüler. Birkaç dakika sonra paslı bir vagonun ve adeta sonsuzluğa uzanan bir demiryolunun bulunduğu bir yere gelmişlerdi.
“Yolculuğa hazır olun.” dedi Cüce neşeyle. “Yolumuz epey uzun.”
Üç yoldaş vagona bindiler. Cüce vagonun frenini çekip serbest bıraktı ve yolculuk başladı. Vagon çok hızlı hareket ediyordu. Derviş bunun sadece eğimden kaynaklanmadığı, bu hızın altında bilmedikleri başka bir teknoloji olduğu hissine kapıldı. Ne elektrik tesisatına ne de buhar teknolojisine dair bir iz gözükmüyordu. Vagon karanlık yeraltında su gibi akıyor ve rayların üzerinde onları bilinmeze taşıyordu.
Saatler sonra rayların sonuna geldiler ve cüce vagonu durdurdu. Serpil etrafına bakındı. Vagonun hızı ve yolda geçen saatler düşünülürse çok uzak bir yerlere gelmiş olmalıydılar. Bilmedikleri ise vagonun aslında çok daha hızlı olduğu, binlerce kilometre boyunca okyanus altında seyahat ettikleri idi. Bildikleri dünyadan çok uzakta, medeniyetin artık uğramadığı, dijital despotların gözden kaçırdığı bir yerdeydiler. Cüce kendisini takip etmelerini işaret edince yürümeye başladılar. Daha öncekine benzer bir merdivenden yukarıya doğru çıktılar. Derviş yukarıya yaklaştıkça burnuna gelen kokuyu tanıdı. Reyhan kokusuydu bu. En son çocukluğunda illegal bir doğa müzesinde almıştı bu kokuyu. Havayı içine çekti.
Dakikalarca merdivenden çıktıktan sonra bir kapakla son buldu yolları. Cüce gülümseyerek onlara baktı ve kapağı açtı. Önce ışık gözlerini kamaştırdı. Ancak hayal meyal gökyüzünün mavisini görebiliyorlardı. Dışarı çıktılar. Gözleri yavaş yavaş ışığa alışınca hayretle bakınlar etrafa. Yeşil çimenler ve kocaman ağaçlar, cıvıldayan kuşlar, çiçeklerin üzerinde gezinen kelebekler, hatta çukurdan çukura dolaşan tavşanlar bile vardı etrafta. Toprak kokusu her taraftaydı. Toprağın Çocukları’nın düşlediği Ütopya’nın gerçek hali burasıydı. Serpil neşeyle etrafta koşturmaya başladı. Cüce ve Derviş ona bakarak kahkahayla birbirine sarıldılar.
“Burası neresi?” diye sordu Derviş ancak eğilerek kucaklaşabildiği Cüce’ye.
“Merak etme,” dedi Cüce göz kırparak, “onların bulamayacakları ve mahvedemeyecekleri bir yer. Toprağın Çocukları hareketinin karargâhına hoş geldiniz.”
Saatlerce etrafta dolaştılar. Pastoral bir coşkuyla kendinden geçen Serpil’i sakinleştirmeye çalıştılar. Oturup yemek yediler, çok acıkmışlardı yol boyunca.
“Burası çok güzel,” dedi Derviş yemek yerken, “ancak onlar dünyayı mahvettikçe burası da bir gün ister istemez bundan etkilenecek, toprak burada da zehirlenecek. Belki biz burada bir müddet mutlu yaşayacağız, peki ya gelecek nesiller?”
“Sen ne saçmalıyorsun?” diye bağırdı cüce alınmış bir şekilde. “Buraya ömrümüzün sonuna kadar saklanmaya geldiğimizi mi sanıyorsun. Dedim ya burası bizim karargâhımız. Yani mücadeleye hazırlandığımız yer.”
“Yani dijital despotluğa karşı eylemler devam edecek öyle mi?” diye sordu Serpil.
“Elbette.” Cüce’nin sesi kendinden emindi. “Şimdiye kadarkiler sadece başlangıçtı, mücadeleye devam!”
Yemekten kalktıklarında akşam oluyor ve güneş ufukta nar gibi kızarıyordu. Esen rüzgar da havayı biraz soğutmuştu.
“Gelin bakalım benimle.” dedi Cüce. “Size bir şey göstereceğim. Bir süre ormanda dolaştılar ve bir açıklığa geldiler. İleride bir kulübe vardı ve bacasından ince bir duman sızıyordu. Serpil ve Deviş manzaranın tadını çıkarıyorlardı. Cüce kulübeye doğru yürümelerini işaret etti. Tam kulübenin önüne vardıklarında cüce,
“İşte,” dedi, “Toprağın Çocukları’nın kaldıkları yer. İçeri girmeye ve mücadeleye dahil olmaya hazır mısınız?”
İkisi de heyecandan yutkunurken başlarıyla hazır olduklarını belirten bir işaret yaptılar. Bunun üzerine Cüce kapıyı açtı.
İçeride, kulübenin tam ortasında, bir masa ve bir soba vardı. Sobanın üzerine kestaneler konulmuştu. Kestane kokusunun doldurduğu kulübede beş kişi bir haritanın ve başka kağıtların bulunduğu masanın etrafında hararetle bir şeyler tartışıyorlardı.
Derviş dikkatli dinlediğinde başka bir ses duydu. Pencere kenarındaki radyoyu açık unutmuşlardı. Radyoda Led Zeppelin’den bir parça çalıyordu.
“… Oh, let the sun beat down upon my face, stars fill my dreams,
I am a traveler of both time and space, to be where I have been…”
- Her Şeyin Destanı - 1 Şubat 2021
- Sıfırıncı Destan - 1 Temmuz 2019
- Tablodan Damlayan Zürafa - 15 Haziran 2018
- Maria’nın Sırrı 1 – Kıyam - 15 Ocak 2018
- Doğru Zamanın Cesetleri - 15 Haziran 2017
öyküyü okudum. öykü kurgusuyla fena değil, beğendim; ama gezi göndermeleri doğrusu biraz yapmacık kalmış. olmasa da olurmuş gibi geldi bana. hatta olmasa daha iyi bile olabilirmiş. onun dışında fikir güzel bence, öykünün kurgusu. dil zaten yerli yerinde. genel olarak hoşuma giden bir öykü oldu. tebrik ederim.