1
Metro istasyonu açılışında, konuşmasını tamamlayan başbakan; koruma ordusuyla beraber alandan ve şehirden ayrılmıştı. Küçük bir şehre metro istasyonu kurmanın verdiği gurur vardı üzerinde. Konuşması sırasında yapılan birkaç protesto moralini bozmuştu ancak; kendisi, yapılan olumsuz eleştirileri kulak ardı etmeyi uzun zaman önce öğrenmiş, bildiği yolda ilerlemeyi görev edinmişti.
Küçük bir şehre, hele de nüfusu eğitim-öğretim döneminde bile yüz bini geçmeyen bir şehre metro istasyonu kurmanın, nasıl gereksiz bir yatırım olduğunu hatta nasıl bir müsriflik olduğunu dile getiren, çoğunluğunu öğrencilerin, sendikalı işçi ve memurların oluşturduğu protestocu grup yaka paça göz altına alındıktan sonra, hınca hınç dolu alan sakinleşmiş, yuhalamaların yerini takdir edici alkışlar almıştı.
Başbakan, bir yurt dışı seyahatine gitmek zorunda olduğu için metroyu ilk kullanan adam olamayacaktı. Ancak, açılış günü şerefine ilk gün bütün seferler bedavaydı ve halk, metroya binecek olmanın verdiği heyecanla istasyonda kargaşaya neden olmuştu. Şehrin iki ucu arasında elli kilometre bile olmamasına rağmen, herkesin bunu tecrübe etmek istemesi anlaşılmaz bir şeydi. İnsanlar, daha önce hiç görmedikleri ve de aslında ihtiyaç bile duymadıkları bir şeye neden bu kadar meraklı olabilirlerdi ki?
O kalabalığın içinde, kendini kaybetmiş gibi bağıran halktan uzak bir köşede dört genç daha vardı. Abraham, Alex, Mehmet ve Serin… Üniversitede okumak için, Anadolu’nun bu küçük şehrine gelmiş farklı dört uyruktan olan gençler, burada ortak bir hayat kurmuşlardı. Hiçbiri siyaset ve dinden anlamaz, ilgilenmezlerdi de. Onları bir araya getiren şey, yazma sevdalarıydı. Metro açılışına geliş amaçları da, ortak bir kurgu oluşturmak için farklı insan karakterlerini tahlil etmekti. Böylece, her birinin yaratacağı karakterleri, oluşturdukları kurguya yedirecekler ve yıllarca biriktirdikleri paralarıyla da bunu yayımlayacaklardı. Abraham’ın, -arkadaşlarının, kendi isteği üzerine seslendikleri ismiyle İbo- önerisi üzerine gelmişlerdi buraya. Bu mahşeri kalabalıkta onlarca, yüzlerce ve hatta binlerce tipi bir arada görme şansları vardı.
Nispeten daha sakin ve daha sessiz olacağını düşündükleri için son sefere katılmaya karar verdiler. Durum, istedikleri gibi gerçekleşirse, takibe aldıkları tipin konuşmalarını daha rahat takip edebilecekler ayrıca da hareketlerini izlemekte güçlük çekmeyeceklerdi. Açılış alanının yanındaki bir parkta oturmuş kalabalığı inceliyorlardı. Nihayet, belediye başkanı da konuşması bitirmişti. Seferlerin yarım saat sonra başlayacağını ve uyulması gereken kuralları anlatan bir ses konuşmaya başladığında kalabalığın bir kısmı evlerine doğru hareket etmeye başlamıştı. Geriye kalanlarınsa çoğu, dağıtılacak olan kumanya, promosyon ürünü ve benzeri gibi bedava şeyler için bekliyorlardı. Metroya binmeye hevesli kalabalıksa yeraltına doğru uzanan kapının önünde birikmişti.
Parkta, oturdukları banktan ayağa kalkıp, “Birazdan gidelim biz de, aşırı kalabalıktan girişi kapatırlarsa şapa otururuz.” dedi Mehmet. İbo’nun, şapın ne demek olduğunu düşünürken çizdiği görüntü görülmeye değerdi. Mehmet’in yüzüne, ona belli etmemeye çalışarak bakarken sol elini sağ dirseğine yaslamış, sağ yumruğuyla ağzını kapatmıştı. Alex, İbo’ya bakıp, kıkırdarken Mehmet, “Sokak ağzından bir deyim. Anlamını öğrenmenize gerek yok.” diyerek İbo’nun, kulağınızın dibinde aniden havlayan bir köpeğe verdiğiniz tepkiye benzer bir şekilde ürpererek kendine gelmesini sağladı. Garip Amerikan aksanıyla “Tamam bir şey yok. Haydi, gidelim.” dedi. Alex, sevgilisine bakarken hala kıkırdıyordu, “Let’s go!” dedi haylaz bir tonda ve İbo’nun yanağından sinsi bir öpücük aldı. Aslında İbo böyle şeylerden hoşlanmazdı ama ne var ki deliler gibi âşık olduğu kız tam bir serseriydi…
Dört genç yazar adayı, parktan ayrılıp kalabalığa iyice karıştıklarında, birbirlerinden kopmamak için neredeyse birbirlerine bitişik yürüyorlardı. İnsanlar sanki çıldırmış gibi, tünele girebilmek için birbirlerini eziyor, önünü kapatanlara küfürler yağdırıyorlardı. Bu kalabalığı yarmak çok güç olacağa benziyordu. Bir süre kalabalığın bittiği yerde beklediler. Gruplar artık teker teker metroya binme amaçlarını gerçekleştiriyorlar, kalabalık da eriyordu. Girişin önünde bir sefer daha gerçekleştirilebilecek kadar insan kaldığında, Mehmet önderliğinde kalabalığı yarıp tünele girmeyi başardılar.
Daha metronun hareket edeceği yere varmadan Serin ve Alex, takip edecekleri insanları gözlerine kestirmişlerdi. “Ben adamımı buldum.” dedi Serin bir kaç adım önlerinde, insanlara çarpa çarpa yürüyen kalın gözlüklü sakar adamı göstererek. Yirmili yaşların ortasındaki adamın her hareketinden, sakar olduğu anlaşılıyordu. Boynuna dek uzanan kirli sakallarını, alnının terini siler gibi sıvazlayarak çarptığı insanlardan hırıltılı bir sesle özür diliyordu. “Güzel bir seçime benziyor.” dedi İbo, sesleri yutarak. Herkes, gözüne kestirdiği karakterin her hareketini izleyip onunla ilgili notlar alacaktı. Bunun için, birbirlerinden ayrılmaları gerekebilirdi. Son durağa geldikten sonra, eğer işleri biterse buluşma yerlerini ayarlamışlar, karakterler üzerinde konuşmak için sözleşmişlerdi. Yolda başlarına bir bela gelmezse eğer, her zaman takıldıkları nargile kafede buluşacaklardı.
Sanırım ben de birisini buldum.” dedi Alex. Abraham’ınkinden çok daha iyiydi, babası Türk annesi Amerikan olan Alex’in telaffuzu. Onun karakteri, sağa sola çarparak yürüyen gözlüklü adamın çarptığı bir kadındı. Elindeki fino köpeğinin yere düşmesine sebep olan gözlüklü adama çemkirdikten sonra boynuna sarmaladığı garip fuları geriye atarak çarpık adımlarla yürümeye devam etmişti. Sürekli burnu akan bir ilkokul çocuğunun yaptığı gibi kafasını yukarı yönelterek yürüyor, diğer insanlara, caka sattığını düşünüyordu. Alex, cep telefonunu çıkarıp kadının bir fotoğrafını çekti ve onu takibe koyuldu. Mehmet ve İbo da takip edecekleri insanları seçmişlerdi. Birbirlerine şans dileyerek ayrıldılar.
Her biri, takip ettikleri insanlara yakın yerlere oturmuşlardı metroda. Birbirlerinden uzak yerlerde oturuyorlardı. Metro yolculuğunun kısa sürecek olması çok kötüydü. Ancak gerekirse, gözlerine kestirdikleri şahısları yolculuk bittikten sonra da takip edecekler ve tatmin edici gözlemler alana kadar işlerini bitirmeyeceklerdi. Metronun birazdan hareket edeceğini bildiren bir sesin ardından, araç hareket etmeye başladı. Bu sırada herkes, karakterlerini göz hapsine almış, söyledikleri her kelimeyi, telaffuzlarını, hareketlerini ve mimiklerini tek tek not alıyorlar, değişik açılardan fotoğraflarını çekiyorlardı.
2
Metro, tünelde hızla ilerlerken, ilk defa metroya binenlerin verdiği tepkiler görülmeye değerdi. Kimi, pencerelerden şaşkın gözlerle akıp giden ışıklandırmaları izliyor kimi koridorda pervasızca dolaşıyor, aracın içinde fotoğraf çekiyordu. Yarı aydınlık tünelde inanılmaz derecede hızlı giden metronun içindekileri bir panik kapladı. Araçtaki çoğu insan daha önce hiç metroya binmemiş olmasına rağmen bir anormallik olduğunu sezmiş gibiydiler sanki. Olması gerekenden çok daha hızlı hareket ediyordu metro. İnsanlar ne yapacaklarını şaşırmış haldeydiler. Hiç kimse oturduğu yerden kalkıp yürümeye cesaret bile edemiyordu; çünkü metro hızını gittikçe artırıyor ve bu sırada da şiddetle sarsılıyordu. Serin, Alex, İbo ve Mehmet ise, gerçekten bir terslik yaşandığını anlamışlar, koridorun sonundaki oturak sıralarından birine çoktan toplanmışlardı. Neler olacağına dair en ufak bir fikri yoktu kimsenin.
Metro, raydan çıkmak üzereydi. Artık panik havası yerini önlenemez bir kaosa bırakmış, insanlar koridorda avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Bir kaç orta yaşlı adam, sürücü kompartımanına doğru harekete geçmişti. Yüz ifadelerinden ve bağırtılarından ne kadar kızgın oldukları belli oluyordu. Ancak, daha yaşlı olan ve muhtemelen akrabaları olan bir kadın onları engelleyip bunun bir işe yaramayacağını söyledi ve adamlar küfürler yağdırarak oldukları yerde beklemeye başladılar.
Bu sırada, koridorun en arkalarında öylece bekleyen dört arkadaş neler olacağını korku ve heyecanın birleştiği bir merak duygusuyla bekliyorlardı. Sarsıntı artık iyiden iyiye artmıştı. Metro bir kaç saniye sonra, üzerinde ilerlediği raydan da çıkınca büyük bir gürültü koptu. Metro hızla duvarlara yaklaşıyordu. Birazdan büyük bir çarpışma olacaktı. İnsanlar, ölecek olmanın verdiği dehşetle çığlık çığlığa, oradan oraya koşuşturuyor, birbirlerine çarpıyorlardı. Bazıları daha araç raydan çıkmadan, kendini pencerelerden dışarı fırlatmış, rayların altında kalan bedenlerinden akan kanlar gene pencerelerden içeri sıçramış, etrafı kısmen kana bulamıştı. Sanki kıyamet kopuyormuş gibiydi o anda metroda yaşananlar. Kadınlar bile bebeklerini düşünmekten vazgeçmiş, yalnız kalan çocuklar nereye gideceklerini bilemez halde ortalıkta avaz avaz ağlaşıyorlardı. Bu kıyamete kendilerini esir etmemiş tek gurup, dört yol arkadaşı oldu. Onlar, ne diğerleri gibi bağırıp çağırıyor ne birbirlerini kaderlerine terk ediyorlardı. Dördü birbirine tutunarak ve gerekli önlemleri alarak -kafalarını korumak, olanak sağlayan oturakların altına saklanmak gibi- olacakları bekliyordu.
İnsanlar, metronun duvara çarpacağını ve öleceklerini düşünüyorlardı. Raydan çıkmalarının üzerinden neredeyse bir dakika geçmiş olmasına rağmen her hangi bir çarpışma gerçekleşmemiş üstelik metro da durmuştu. Artık kalabalıktan yükselen feryat ve yardım çığlıkları, yerini rahatlama ünlemlerine bırakmıştı. ancak hala yardım isteyen bağırışmalar ve ağlama sesleri duyulabiliyordu. Kazanın etkisinden olsa gerek, tünelin aydınlatma sistemi çökmüş, etrafı zifiri bir karanlık sarmıştı ancak aracın içindeki ışıklandırmalar hala çalışır durumdaydı. Araçtakilerin konuşmalarının oluşturduğu uğultunun arasında, birisinin gürültülü bir şekilde düşüşü duyuldu. Herkes gürültünün olduğu yere dikmişti gözlerini. Gördükleri, metronun sürücüsüydü. İnsanlar adamın başına toplanmış ona yardım etmek için çabalıyorlardı. Bu sırada Serin de kamerasının flaşını açmış dışarıya bakıyordu.
Yerde yatan sürücü, bir şeyler sayıklıyordu. Ne dediğini anlamaya çalışan kalın gözlüklü adam, kulağını sürücünün ağzına dayamış onu duymaya çalışıyordu. Ancak adam ne sayıklıyorsa anlaşılmaz şeyler söylediği muhakkaktı. Kalın gözlüklü adam, sürücüyü doğrulttu. En azından nefes alıp vermesini sağlamak istiyordu. Bu sırada, omzundaki heybeye benzer, siyah kot kumaştan bir çanta taşıyan kalın gözlüklü adam, çantasından bir şişe su çıkararak ona uzattı. Kalın gözlüklü adam, şişenin kapağını açtı ve sürücüye içirmeye çalıştı. Sürücü bir yudum almıştı ki, suyu yutmaya fırsatı olamadan gözleri kapandı. Artık sürücü nefes almıyordu.
Serin, hayalet görmüş gibi geriye sıçradı. Hıçkırıyor muydu nefes alış verişi birden yüz katına mı çıkmıştı anlaması zordu. Mehmet, Serini kolları arasına aldı. Daha doğrusu, Serin, Mehmet’in kollarına adeta bırakmıştı kendisini. Ne olduğunu anlamaya çalışan Mehmet, kız arkadaşına, dışarıda ne gördüğünü soracaktı ki, metro iki yana adeta beşik gibi sallanmaya başladı. Fırtınalı denizdeki kayık gibi sarsılan metronun içindeki insanlar, bir yerlere tutunmaya fırsat bile bulamamıştı. Bedenler, bir o yana bir bu yana savrulup duruyor, kimi, açılan kapılardan dışarı düşüyordu. Dışarı düşen insanların attığı çığlık, delirme evresine çoktan girmiş olan insanların çığlığı gibiydi. Koridorda kalan on beş yirmi kişi de delilik belirtilerini gözler önüne seriyordu.
Sarsıntının üzerinden beş dakika geçmeden, metro patlayan bir yanardağın çıkardığı gürültüyle sola doğru devrildi. Havaya savrulan bedenler çarptıkları yerden tekrar havaya kalkıyor başka bir noktaya savruluyordu. On iki yaşlarında bir çocuk, Alex’in zar zor tutunmayı başarabildiği bir direğe çarpmıştı. Çarpışmanın şiddetini gözler önüne sermek ister gibi, küçük beden ikiye ayrılıp kızın ayaklarının üzerine düştü. Bağırmaya bile dermanı kalmayan Alex hıçkırıklarla ağlamaya başlamıştı.
3
Metro devrildiğinde, dört arkadaşın dışında hayatta kalanlar, kalın gözlüklü adam, havalı kadının köpeğinden başkası değildi. Mehmet, olduğu yerden doğrulup küçük el fenerini dışarı doğrulttuğunda gözlerine inanmak istemiyordu. Metronun devrildiği yer, içinde ilerledikleri tünele hiç benzemiyordu. Beton duvarlar yerini, içinden kılcal kökler fırlayan toprak bir duvara bırakmıştı. Ancak bu, diğerleri yanında bir hiç gibi kalıyordu. Çünkü çocuk, dışarıda ağır adımlarla oraya buraya yürüyen karanlık siluetler gördüğüne bahse girerdi. Siluetler, ağır ve emin adımlarla onlara doğru yaklaşırken, Mehmet, bunların kurtarma ekibi olduğuna inanmak istiyordu. Düz yolda bile doğru düzgün yürüyemeyen adam, ağzının içine girmek üzere olan gözlüğünü düzeltmeye çalışarak onlara doğru sürünüyordu. Cesetlerin üzerinden, bir yandan önünü görmeye çalışarak bir yandan da kusmamaya gayret ederek, gençlerin yanına doğru gelen adam, önce kendisini tanıttı gençlere, onlara mı yoksa başka bir yere mi baktığı belli olmayan bakışlarla. “Merhaba. Benim adım Derya. Sanırım çok büyük bir belanın içindeyiz gençler.” dedi. Alex ve Serin hala için için ağlamakla meşgulken, kendilerini toparlayabilmişti gurubun erkek elemanları. “Sanırım… Bu, yanlış kelime oldu sanırım. Kurtarma ekibi bizi bulana kadar ölmezsek iyidir.” diye bir çıkış yaptı Mehmet. Ancak kalın gözlüklü adam oralı bile olmamıştı. “Kurtarma ekibini unutun. Olmayan bir yere ekip falan gelemez.”
Ne demek istemişti kalın gözlüklü sakar adam? Serin, beklemekten başka bir şey yapamadığı gri metal direğe sarılıp oturduğu yerde bunu düşünüyordu. Kimi zaman da oraya buraya saçılmış cesetlere bakıp gözünde birikmiş yaşları salıveriyordu yanağına. Serin, kulağını bütün seslere kapayıp olduğu yerde, en son duyduğu sesleri düşünürken, Diğer iki arkadaşı ve Mehmet, Derya’yla kaynaşmaya başlamışlardı. Ancak bu, arkadaşlık gibi değildi. Bunun altında daha çok karşılıklı çıkar ilişkilerinin ve Derya’nın anlattığı inanılması zor hikâyenin yattığı bir dostluktu. Derya, gençlerin yanına gelip, bu Allah’ın cezası yere kurtarma ekibinin gelemeyeceğini söyledikten ve hikâyenin geri kalanı güç bela anlattıktan sonra Serin’i kendine getirmek için sevgilisinin onu tokatlaması gerekti. Serin bir şeye yoğunlaştıktan sonra onu normal hayata geri döndürmenin başka bir yolunu henüz bulamamışlardı.
Artık bu yıkımın içinde beş kişi ve bir köpektiler. Alex, diğerlerinin itiraz etmesine rağmen, havalı kadının köpeğini yanına almak istemişti. Metro enkazının altında canlı kalmayı başaran beş insan, birbirlerine en cesur yüzlerini göstermek için çaba sarf ediyorlardı. Bunu yapmak zorundaydılar. Metro devrileli henüz yarım saati bile geçmemişti, ama oradakilerin çoğu ölüm korkusunu artık içlerine kadar sindirmiş durumdaydılar. Derya, garip hırıltılı ve sesi kısılmış gibi bir sesle ağır aksak sürekli bir şeyler anlatırlarken, İbo bir el işaretiyle herkesi susturdu ve enkaza ölüm sessizliği çöktü. Dışarıdan, derinden gelen bir takım sesler ve toprağa basan ayak sesleri geliyordu. Bunun ne anlama geldiğini tahmin edebiliyorlar ama öğrenmek istemiyorlardı.
Ayak sesleri yaklaştıkça, sessizlik daha bir anlaşılır hale geliyordu. Kısılıp kaldıkları bu daracık yerde, kaçmak, yapılabilecek en son şeydi. Beklemek ve olacakları yaşamak zorunda olduklarını düşünmekten başka yapabilecekleri bir şey yoktu. Adımlar artık daha net ve daha yakından duyulur olmuştu ki enkazdan duman mı sis mi olduğu anlaşılamayan beyaz bir bulutumsu tabaka yükselmeye başladı. Sis tabakası, enkazın ilerilerinden akarak onlara doğru yaklaşıyordu. Sis, orada öylece bekleyen guruba beş adım kadar yaklaştığında içindeki silik siluetler de görünür hale gelmişti. Alex ve Serin ne kadar cesur görünmeye mecbur olduklarını bilseler de kendilerini titremekten ve gözlerini kapatmaktan alıkoyamıyorlardı. Derya, onları sakinleştirmek ve başlarına kötü bir şey gelmeyeceğine ikna etmek için dil döküyordu. Mehmet ve İbo ise, sevgililerini kollarına alıp onları, sakinleştirme amaçlı öpücüklerle yatıştırmaya çalışmaktan başka bir şey yapamıyorlardı. Siluetler, artık, yanlarına kadar gelmişti. Bulutumsu sis tabakası ortadan kaybolmuş, yürüyen cesetler en net şekilde görülebilir olmuştu.
Metro enkazının içine doluşmuş onlarca ölü, orantısız adımlar atarak koridorda dolanıyor, yere saçılmış cesetleri toplayıp dışarı bırakıyorlardı. Her bir cesedi bir ölü taşıyor ve işini bitirdiğinde tekrar metroya giriyor ve bir başkasını taşımak üzere ceset arıyordu. Ölüler, bir köpek ve beş canlı insanı sanki görmezden geliyor gibi, yanlarından geçiyor, yüzlerine bile bakmadan işlerine devam ediyorlardı. Mehmet, soluk alış verişini minimum düzeyde tutmak için çaba sarf ederek kalın gözlüklü adama, “Ne yapmaya çalışıyorlar?” diye sorabildi. Sesi, fısıltıdan bile daha alçak seviyedeydi ancak sesini gözlüklü sakar adama duyurabilmişti. “Hiçbir fikrim yok.” dedi sadece Derya.
Derya, enkazda sürünerek, dört gencin yanına gelip kendini tanıttıktan sonra anlattığı hikâyede, ölemeyenlerden bahsediyordu. İbo’nun kafasında, ‘zombi’ler mi diye bir soru oluşmuştu bunu duyunca; ama sormaya korkuyordu. Kalın gözlüklü adamın hikâyesinde anlatılan ölemeyenler, ne zombilerdi ne de dünyada sıkışıp kalmış ruhlar. Bu insanlar, çeşitli kazalar sonucu hayatlarını yitiren ama ölmemesi gereken insanlardı. Onların yeri yer altı olmasa da burada kalmak zorundaydılar. ‘Yaşayanlar, yerüstünde olmak zorunda’ demişti Derya, ‘ölülerinse yeraltıdır, mekânı.’ Ancak enkazda, onları yok sayarak dolaşan insanlar, ölmemesi gereken kişilerdi ve anlattıklarına göre, yerlerinin burası olmaması gerekiyordu Derya’ya göre. Daha fazlasını anlatmamıştı Derya. Anlatamamıştı; çünkü o da ancak bu kadarını biliyordu ve kafasındaki tahminlerin gerçekleşmemesini umuyordu. Bir başka kaza sonucu ölenlerin bedenlerini ele geçirerek tekrar yeryüzüne çıkmak… Derya’nın korktuğu senaryo buna benzer bir şeydi.
Ölü bedenler, metro içindeki cesetleri neredeyse bitirmek üzereydi. Sosyetik kadının fino köpeği cırtlak bir sesle havlamasa, onları fark edecekler miydi en ufak bir fikri yoktu hiç birinin. Ama sonunda ölüler onları da fark etmiş, ya da sıraya onları koymuştu. Hiçbir zaman bilinemeyecek olan bu ayrıntının bir önemi de yoktu aslında. Koridorun en sonunda bir köşede, birbirlerine sokulmuş altı canlıya doğru, Osmanlı Külhanbeyi gibi kıyafetleri olan bir beden, bembeyaz suratından dışarı fırlarcasına çıkan feri sönmemiş gözleriyle onlara bir bakış attı. Hala hayatta olduğu zamanlardaki gibi dik ve asil duruyordu. Üzerindeki giysiler de temiz ve ütülenmiş olsa, kimse onun uzun zaman önce öldüğünü iddia edemezdi. Osmanlı, eliyle yanında bulunan birkaç kişiye işaret etti. Diğerlerinin de Osmanlı zamanında ölen insanlar olduğu anlaşılabiliyordu… Gözleri fal taşı gibi açılmış insanlara doğru yaklaşmaya başladıklarında, kızlar yeri tekmeleyerek geri kaçmaya çalıştılar. Ağlamak istediği halde ağlayamayan, astım hastası birisi gibi nefes alıp veren Alex ve Serin’i durmaya, bir dokunuşla ikna eden İbo ve Mehmet’in ayaklarına basacak kadar yaklaşan ölüler, insanları başka bir yere götüreceklerdi. Çamura bulanmış kıyafetleri ve hastalıklı soluk suratlarındaki belirsiz ifadelerle onlara bakan ölüler, yaşayanları kollarından tutup ayağa kaldırdılar. Kalkmak için hiçbir çaba sarf etmeyen insanları, ölü bedenler, çuvalmışçasına sürükleyerek ilerliyorlardı.
Derya, Mehmet ve Abraham ne kadar korkuyor olsalar da cesur davranmaya sanki yemin etmişler gibiydiler. İki ölü adam kollarında sürükleyerek onları taşırken, sanki baygınlık geçirmişler de hasta bakıcıları onları hastaneye kaldırıyorlar gibi davranıyorlardı. Mehmet ve Serin’i; Alex, İbo ve Derya’nın hemen önünde taşıyorlardı. Derya, sesini olabildiğince kısarak, yeni kader arkadaşlarına, korkmamaları gerektiğini ve buradan bir şekilde çıkmayı başaracaklarını söylüyordu.
Ölü ve canlı bedenler metro enkazının içinde ilerliyorlardı. Yan yatmış ve çoğu yeri parçalanmış ve göçmüş olan enkazda ilerlemek, ölüler için ne kadar basitse canlılar için de o kadar zor ve teferruatlıydı. Ancak, şimdi onlar; ölü bedenlerin ruhlarının elleri arasında ‘canlı’ sıfatından sıyrılmışlardı. Bunu, bedenlerini ağır ama emin adımlarla enkazın duvarlarına ilerleyip, hiçbir şey yokmuş gibi katı maddenin içinden geçtiklerinde anladılar.
İnanılmaz bir şekilde, metronun metal yüzeyinden, ışığın camdan geçmesi gibi geçtiklerinde kendilerini zifiri karanlık bir dehlizde buldular. Göz gözü görmeyen bu ortamda, ölülerin ellerinde mahkûm kalan canlılar nereye gidecekleri konusunda bir fikre sahip olmadıkları gibi az önce yaşadıkları olağandışı şeyden dolayı da aslında öldüklerini düşünemeden edemediler. Derya dışında… Ölülerin çıkardığı sesler, canlı birinden farksız olmakla beraber bir ‘glass harmonica’ gibi derinden ve pürüzsüz geliyordu. Koltuk altlarından sürüyerek taşıdıkları insanları, bu karanlığın içinde sanki aydınlık bir yolda yürürmüş gibi rahatça götürüyorlardı. Ne kadar olduğunu ölçemedikleri bir süre sonra, ölü adamlar kendi aralarında bir şeyler fısıldaşarak insanları ve köpeği mahzen gibi bir yere kapattılar. Artık onlarında gözleri bu karanlığa alışmış, bir nebze olsun görebiliyorlardı. Ölülerin onları kapattığı yer, bir mağaradan farksızdı ve zemini yarı nemli bir kumulla kaplıydı.
Şimdi kendilerini tam bir ölü gibi hissediyorlardı. Burası onların toplu mezarı olacaktı. Alex, İbo’ya “I don’t want to die” diye fısıldadı. Sesindeki korku öylesine barizdi ki… “Don’t worry. We all will survive, my love” diyerek onu sakinleştirmeye çalışıyordu ama nafile bir çabadan başkası değildi İbo’nun bu yaptığı… Yer altında yaşayan ölüler, onları bir paçavra gibi bu izbeye attıklarında hepsi bir köşeye, soğuktan korunmak isteyen bir kedi yavrusu gibi sinmişti.
Kalın gözlüklü sakar adam, gözlüğünü eline alıp, balıkçı yaka kazağıyla temizlemeye koyuldu. Bir yandan da yeni arkadaşlarına sesleniyordu, “Burası onların mekânı, bizlerle ne yapacaklarını bilmiyorum. Umarım tahmin ettiğim şeyi yapmazlar.” Diye kısa bir konferans verdi. Mehmet, kendisini biraz toparlamış gibi görünüyordu. En azından artık cesur görüntüsü çizmek zorunda kalmayacak kadar sakinleşmişti. “Anlattığın şu öykü… Nereden biliyordun? Yani…” Kelimelerini tamamlayamamıştı. Yaşadığı şeyler, yazdıklarından çok daha farklıydı. “Çünkü en yakınımdakinin de başına böyle bir şey gelmişti zamanında.” Sesinden, hatırlamak istemediği şeyleri tekrar anlatmasının verdiği keder belli oluyordu. “Kim? Ona ne oldu?” diyebildi İbo, boğazına bir yumru takılıp kalmış gibiydi adeta. Gözlüğünü tekrar gözüne taktıktan sonra, daha fazla kirlenmiş olmasını umursamadan devam etti Derya, “Karım… Daha yeni evlenmiştik ve bir gemi seyahatine çıkmıştık. O zamanlar ne kadar yakışıklıydım bir bilseniz.” Diye uzaklara daldı. “Dev gibi bir yolcu gemisiydi ve en güzel kamarasında biz yolculuk ediyorduk. Rotamız, Viyanaydı. Evliliğimizin ilk günlerinde o aşk kokan şehirde gondol gezintilerinde perçinleyecektik aşkımızı. Ama rıhtıma ayak basmaya fırsat bulamadan gemi battı. Evet, suyun içine gömülüyorduk yavaş yavaş ve çaresizdik!” kimseden çıt çıkmıyordu. Köpek bile, Alex’in kucağına kurulmuş sanki olayları dinliyordu kulaklarını dikerek. Serin, bir iç geçirdi, Alex, kucağındaki köpeğin tüylerini okşuyordu temizler gibi. Mehmet ve Abraham, oldukları yerde sadece Derya’yı dinliyorlar, Mehmet, yanında kibriti veya çakmağı olmadığı için homurdanıyordu ara sıra. Bunu fark eden Derya, converse çantasının küçük bölümünden gümüş bir çakmak çıkardı ve Mehmet’e uzattı, bir tane de kendisi için sigara yaktıktan sonra. Ezilmiş bir paketi de Mehmet’e doğru uzattı ancak Mehmet reddettikten sonra hikâyesini anlatmaya devam etti.
“Gemi tamamen battığında biz hala kamaramızdaydık. Orada sıkışıp kalmıştık ve dışarı çıkacak zamanımız olmadı. Gemi tamamen battığında, tıpkı metroya olduğu gibi, anormal bir hızla, deniz ile karanın birleştiği noktaya çarptık. Daha doğrusu kara parçasının içine girdik. Tıpkı burada olduğu gibi…” Sigarasından bir nefes daha çekmişti ki, küçük mağarayı oluşturan girintinin önünden birkaç ölü beden gelip geçti. Onlardan sonra, ilk gördükleri, Osmanlı elbiseli, asil duruşlu herif içeri daldı. Dışarıdan geçen görüntülerden birinin, köpeğin sahibi olduğuna yemin edebilirdi Serin…
Ölü Osmanlı, insanları işaret ederek konuşmaya başladı. Aynı derinden gelen temiz sesiyle… “Sizler! Ölmesi gereken insanlar… Bizlerse ölmemesi gerekenler. Her ikimiz de aynı yerdeyiz. Yer altında… Hâlbuki sizin olmanız gereken yer burası. Tıpkı trendeki diğer insanlar gibi. Ancak sizler ölmediniz. Şimdi olması gereken olacak ve siz buraya, bizlerse yukarıya taşınacağız.” Alex, bu sesi yukarıda dinlese, sahibine âşık olabilirdi; ne var ki birisine aşık olunacak en son yerde duruyordu şu an. İbo, ayağa kalktı. Ayaklarının titremesine hâkim olabilmek için nefesini bir an tuttu ve aynı hızda geri verdi. Yıllardır bu eylemi gerçekleştirmeyen Osmanlı, Abraham’a doğru iki adım attı ve “Söyle yaşayan!” dedi. “Sen… Bizi öldürecek mi..” Son hece boğazına takıldı. “Öldürmek… Sen zaten öldün yaşayan.”
Bu ne tezattır… ‘Sen öldün yaşayan’ kan dolaşımını hala gerçekleştiren bütün kulaklarda bu ses yankılandı bir an. “Herkes ait olduğu yere gidecek artık.” Yeraltında yaşayan, son cümlesini kurduğunda, mağarada yankılanmasını beklemeden aynı vakur havasıyla arkasını döndü ve çıktı. Serin, “Biz öldük mü? Bir şeyler söyle Mehmet, öldük mü biz?” diye ağlamaya başlamıştı bile. Oturduğu yerden çıldırmış gibi, anlamsız hareketler yapıyor, sinirini boşaltmaya çalışıyordu. “Henüz ölmedik.” dedi Derya. “Hikâyenin geri kalanını anlatsam iyi olur ha?”
“Hiç birimiz, anı dinleyecek havada değiliz.” diyebildi Mehmet, umutsuz ve artık pes etmiş bir ses tonunda. Kalın gözlüklü adam, onu duymazdan gelerek anlatmaya başladı hikâyesini, “Toprağın içine, gemiyle birlikte girdiğimizde, neler olduğunu anlayamamıştık. Dışarı çıkmaya cesaret edebildiğimizde kamaraların olduğu koridorda kendinden geçmiş gibi dolaşan birkaç kişi vardı hala. Bir şekilde gemiden kurtulmanın yollarını ararken onlar geldi ve hepimizi tıpkı buradaki gibi bir yere götürdüler. Bilmiyorum, belki de bir su kanalıydı götürdükleri yer. Hayatta kalan herkesi tek tek bir yerlere götürüyorlardı. Hiç birimizin elinden bir şey gelmiyordu, çaresizdik.” Adam, sesini olabildiğince temiz çıkarmaya çalışıyordu. Kimse onu dinlemiyor gibi görünüyordu ancak köpek dahi kulaklarını kaldırmış sessizce adama bakıyordu. “Götürdükleri insanlara neler yaptıklarını tahmin edebiliyorduk. Tıpkı deminki herifin dediği gibi, bizi öldürmekten bahsediyorlardı. En sona ben ve karım kalmıştık. Birbirimize sarılmaktan başka bir şey yapamıyorduk ki içeriye, hayatta kalan arkadaşlarımızdan birisi daldı. Neler olduğunu öğrenmek için can atıyordum. Birden yakasına yapışıp neler olduğunu sordum. Madem onu öldürmemişlerdi ve geri göndermişlerdi belki de buradan çıkmanın bir yolu vardı. Adam, öfkeyle bakıyordu suratıma. Ağzından bir kelime bile çıkmadan beni kenara itti ve karıma doğru yürümeye başladı. Neler olduğuna anlama veremiyordum. Güçlükle ayağa kalkıp adama saldırdım ancak nafileydi. Herif, karımı sürükleyerek dışarı çıkardı ve ‘sıranı bekle’ diye sırıttı. Sinirden deliye dönmüştüm. Kafayı yemiş gibi ağlıyor, duvarlara yumruk atıyor Tanrı’ya küfürler yağdırıyordum. Duvarları ne kadar yumrukladığımı hatırlamıyorum ama artık kendime geldiğimde yapmam gereken şeyin farkına vardım. İntihar edecektim.” Mahzendeki bütün gözler bir anda adama döndü. Herkes, şu durumda dahi, devamını dinlemek ister gibiydi. “Ve ettim de…” diye devam etti Derya. “Buradan kurtulmanın tek yolu kendinizi öldürmektir…”
“Böyle bir durumda nasıl şaka yapabiliyorsun?” diye gürledi Alex. Ağlamaktan gözleri şişmiş, irisi dahi kıpkırmızı olmuştu. Sinirlerin had safhada olduğu bir durumda kimseden anlayış bekleyemezdiniz ancak Derya, ayağa kalktı, kıza doğru hışımla birkaç adım attı. Mehmet, adamı kollarından yakalamak için davranmıştı ki, kalın gözlüklü sakar adam bağırmaya başladı, “Sence gözlerimde yalan söylüyor gibi bir hal var mı ha? Ben yıllar önce yaşadım aynı boku ve keşke ölseydim orada diyorum her gün.” Adam aynı hışımla yere çöktü ve bir çocuk gibi ağlamaya başladı. Nedense, adam; küçük bir çocuk gibi ağlamaya başlayınca ortamın havası birden değişiverdi gene. Bir gün içinde onlarca duygu arasında ani geçişler yaşayan dört arkadaş ne yapacaklarını şaşırmış haldeydiler. Geleceğe dair planlarını gerçekleştiremeyecek olmanın kırgınlığını mı yaşasınlar, ölmeden mezara girmenin nasıl bir şey olduğunu anlamaya mı çalışsınlar yoksa zavallı sakar adama mı acısınlar bilemiyorlardı.
Tıkılıp kaldıkları mağarada ne yemek yeme ne su içme şansları vardı. Ölümü bekleyen fillerden farksız durumda bekliyorlardı öylece. İbo, kol saatine baktı ve duyulamayacak kadar mırıltılı bir tonda, buraya sıkışıp kalalı beş saat olduğunu söyledi. Derya’nın öyküsünü dinlemelerinin üzerinden neredeyse üç saat geçmişti ve o andan beri neredeyse hiç konuşma geçmedi aralarında. Biraz sonra, mağaranın önünü kapatan kaya iniltili bir sesle çekildi. Herkes girişe bakıyordu. İçeriye, üzerinde çuvaldan farksız bir kıyafet olan genç görünümlü bir ölü girdi. Elinde bir takım şeyler vardı. Ağır adımlarla içeri girdi ve elindekileri yavaşça ortaya bıraktı. Alex, “Bize ne yapacaksınız?” dedi ve ağlamaya başladı sessizce. Onlara yemek getiren genç ölü, dağınık saçlarını karıştırdı ve işaret parmağını dudaklarına görürerek sus işareti yaptı. Daha sonra yavaşça ellerini göğsünde birleştirdi, sanki onlara, onları sevdiğini anlatmak ister gibiydi. Dışarı çıkmadan önce de, yere bıraktığı şeyleri göstererek “Ye-mek.” diye heceledi. Bir anlam veremeyen Alex, yerdeki paketi usulca aldı ve içini açtı.
Genç ölünün yere nazikçe bıraktığı paketin içinde herkese yetecek kadar ekmek ve birkaç çeşit yiyecek vardı. Ekmekler bayatlamış, peynir küflenmiş olsa da hiç birinin buna itiraz etme lüksü olmadığı için yemeklerini keyifle yediler. Kalanların bir kısmını da köpeğe vermeyi ihmal etmediler. Yemek yeme faslını bitirdikten sonra artık sinirler daha da yatışmıştı. Hatta içlerinden bazıları bu doğaüstü şeye alışmış, bundan keyif bile almaya başlamıştı. Mehmet, “Buradan kurtulmanın tek yolunun intihar etmek olduğu fikrine inanmıyorum.” diye çıkıştı. Mantığa da aykırı gelen bu durumu izah etmeliydi kalın gözlüklü adam. “Nasıl olur da canımıza kıyarak çıkabilir buradan?” diye sordu Derya’ya. “Bunun nasıl olduğunu bilmiyorum genç adam inan bana. Ama bütün umutlarımı yitirip intihar etmeye karar verdiğimde beynimdeki bütün endişe ve korkuyu boşaltmıştım. Tek istediğim kendimi öldürerek karımın yanına gitmekti. Etrafta, kesici bir şeyler aranırken, bir adamın cebinden düşen çakıyı fark ettim. Onu kullanacaktım. Bileklerimi kestikten sonra, gözüm karardı ve müziğe benzeyen bir ses duymaya başladım. Bunun, kan kaybından olduğunu düşünüyordum. Ve sonunda ölmüştüm. Yani öyle olduğunu sanmıştım. Ancak gözlerimi yatağımda açtım…”
Serin, bir köşede Mehmet’e sarılmış adamı dinlerken bir yandan da gözlemlediği ve hakkında notlar tuttuğu adamla ilgili düşünüyordu. Adam, yürürken sürekli birilerine çarpıyor, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Bunun, gözlerinden dolayı olduğunu zannetmişti Serin. Ama biraz daha izleyince gördü ki, adam yürürken sanki dünyadan bağımsızmış gibiydi. Çarptığı insanları sanki görmüyor ya da onların farkına varmıyordu. Bir de kendi kendine mırıldanması vardı. Çarptığı insanlardan özür dilediğini düşünmüştü. Ama aslında bu mırıltılar, hayattan ve sosyal ortamdan kopuk bir obsesifin mırıltılarıydı…
“Sence de bir gariplik yok mu şu adamda?” bunu fısıldayarak söylemeye bile cesaret edememiş, Mehmet’in kulağına söylemişti Serin. Derya’da şüphelendiği bir şeyler vardı. “Garip olması normal değil mi? Adam neler yaşamış…” dedi Mehmet de aynı şekilde. Ama Serin, şüphelenmekte haklıydı. Metro İstasyonundan beri gözleme aldığı adam, dünyayla bağlarını koparmış, ölmüş karısına saplantı derecesinde bağlı bir adamdı ve hemen hemen bütün durumlarda, karısıyla ilgili bir hikâye uydurma yetisine sahipti.
4
Yemeklerini yemelerinin üzerinden, Alex’in saatine göre, yaklaşık bir saat geçmişti. Artık zaman kavramı da onlar için önemini yitirmiş, olacakların bir an önce olup bitmesi için dua eder olmuşlardı. Yorgunluk belirtileri de baş göstermeye başlamış ancak kimse şu ortamda uyumaya cesaret edemediği için uyumuyorlar, birbirlerini de uyanık tutmaya çalışıyorlardı.
Mağaramsı oyuğun ağzını kapatan kaya hareket etmeye başladı. Osmanlı giysileri giymiş vakur duruşlu adam, aynı eda ile içeriye girdi. İnsanlar, yerlerinden kıpırdamaya bile tenezzül etmemişlerdi ancak adamın temiz ama korku veren sesi mağarada yankılanınca ürpertiyle, bazıları oturur konuma geçmişti bazıları da ayağa fırlamıştı. Karanlıkta dahi parlayan koyu mavi gözleriyle insanları süzdükten sonra, “Ait olduğunuz yere gitmeye hazır olun, yaşayanlar.” dedi. Bunu söyler söylemez, oyuk girişinden kalabalık bir ölü asker mangası girdi ve beş insanı yerlerinden sürükleyerek dışarı çıkarmaya çalıştılar. Hem Mehmet hem Abraham, sevgililerine bir şey olmasına izin vermeyeceği için, sakladıkları son enerjileriyle, ölülere karşı koymaya çalıştılar ama nafileydi.
Mağaramsı oyuğun bulunduğu dehlizde yarı sürüklenerek yarı yürüyerek, daha pis kokulu ve daha karanlık bir yere getirildiler. Burası, içine tıkıldıkları mağaramsı yerden daha genişti ancak duvarlarından sızan, tavanından akan ve zemininden çıkan pis kokulu sular, burayı daha cazip hale getirmiyordu. Yaşamdan ve insanlıktan, belki hatta dünyadan uzak bu yerdeki tek modern şey, içine atıldıkları yerin bir kapısının olması ve duvarlarına yerleştirilen meşalelerin bulunmasıydı. Meşalelerin kızılımsı ışıkları odayı görülebilir kıldığında, buranın dikdörtgen şeklinde bir odadan farksız olduğu anlaşılabiliyordu. Odadaki tek aksesuarlar meşalelerdi. Osmanlı kıyafetli adam da onların arkasından odaya girdi.
Osmanlı, ağır adımlarla ve derinden gelen sesiyle onlara doğru yürümeye başladı. Sürekli, ait olanın, ait olduğu yere gideceğinden bahsediyordu. Artık, yere yığılmış insanların yanına geldiğinde, Derya’yı kollarında tutarak tek harekette kaldırdı. Derya’yı ayakları üzerinde durabileceği konuma getirdikten sonra yakasından tek eliyle tuttu ve adamı havalandırdı. Bir ölüye göre inanılmaz güçlüydü! Adam, Derya’yı havada tek koluyla tutarken nereden geldiği anlaşılamayacak kadar derinden gelen bir sesle bir şeyler fısıldıyordu. Ağzını, Derya’nınkine yaklaştırırken görülen sahne inanılmazdı. Adamın ağzından ve yüzündeki bütün deliklerden dumanımsı bir şeyler çıkıyordu. Mor ve siyah arası bir renge sahip bu duman, ölünün bedeninden Derya’nın bedenine aşılanırken Derya sanki kendini yitirmiş gibiydi. Vücudu esriyor, kasları inanılmaz derecede kasılıyordu. Bir süre böyle devam etti ve adam Derya’yı beş metre ilerisine sanki içi kâğıtla dolu bir poşetmiş gibi attı. Derya yere düştüğünde hala canlı görünüyordu ama bu hal en fazla on saniye daha sürdü. Sonrasında önce nefes alıp vermesi kesildi ve sonraki dakikalar boyunca da vücudundaki kanlar, içinde buharlaşıyormuş gibi bembeyaz kesildi. Artık Derya yoktu. Derileri, hızla kırışıyor, sanki aniden yaşlanıyordu ve artık bir süre sonra Derya’dan geriye sadece buruşmuş deri yığını ve onun içindeki zayıf kemik kalıntıları kalmıştı.
Neyse ki ölü Osmanlı, bunu yaptıktan sonra, kalanlara, alaylı bir şekilde “Sıranızı bekleyin.” deyip dışarı çıkmıştı. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. “Belki Derya haklıdır.” dedi Alex, yorgun bir sesle. “Öldürmeliyiz kendimizi.” Herkes ciddi ciddi düşünmeye başlamıştı bu fikri. En iyisi kendilerini öldürmekti ve bu lanet olası yerden ebediyen kurtulmaktı. Uzun süren sessizlikten ve bakışmalardan sonra karar verildi.
Mehmet, “Nasıl yapacağız?” diye sordu. Ellerinde kendilerini öldürmeye yarayacak hiçbir şey yoktu. “Bir şekilde yapmalıyız. Ben kendimi o yaratığa kurban etmem.” diye bağırdı Alex. Sakinleştirmek için, ona sarılan Abraham, “Derya’nın çantasından bir şeyler bulabiliriz belki.” dedi. Haklıydı. Kalın gözlüklü adamın çantası, ne kadar gerekli ya da gereksiz ıvır zıvır varsa onlarla doluydu. Serin, titreyen elleriyle, çantadan çıkardığı bir kamayı ortalık yere atıverdi sanki korkunç bir sıçana dokunmuş gibi. Yerden bıçağı ilk alan İbo oldu. Elindeki şeye bakarken, onu kullanmayı hiç istemediğini fark etti ama bunu yapması gerektiğini de biliyordu. Ya Derya’nın dediği gibi, kendilerini yataklarında bulacaklardı ya da ölmüş ve yok olmuş olacaklardı. Gerçi artık ölümden sonra yok olunacağına inanması beklenemezdi ama eğer bir Tanrı varsa ona hak vereceğini umut ediyordu en azından.
“Nasıl ve ne şekilde yapacağız?” İbo, elinde bıçağı tutmakta zorlanırken, nasıl yapacağını gerçekten bilmiyor gibiydi. “Ve… Ben hala buradan çıkabileceğimizi umut ediyorum. Bunu yapmak zorunda değiliz çocuklar. Biliyorsunuz.” İbo, her zamanki sözlerini tekrar ediyordu. ‘Umut her şeydir’ derdi İbo. En kötü durumu bile çekilebilir hale getiren o şey… “Yapmak zorundayız.” Sevgilisinin ağzından çıkan tek kelime bu oldu. Sonrasında, dudağa kondurulan son öpücük… Yapmak zorundaydılar. Kendilerini öldürerek bu şeylere son vermek…
İlk kimin yapacağına hala karar verememişlerdi. Çünkü herkes ilk kendisinin yapmasını istiyordu. Sonraya kalanlar, arkadaşlarının ölü bedenlerini göreceklerdi ve bunu hiçbiri görmek istemiyordu. Ne kadar egoist bir istek olsa da haklılardı. Sonunda Mehmet, “Ben en son yaparım.” dedi. Kimsenin, Serin’in bile itiraz etme hakkı yoktu. Artık bunu bir an önce bitirmeleri gerekiyordu.
5
Kapı açıldı ve ağır adımlarla gene o genç görünümlü ölü girdi içeri. Yüz ifadesi mutlu görünüyordu ama aynı zamanda tedirgin. Yavaş ve korkak adımlarla onlara yaklaşmaya başladı. Başı önde ama ileri bakıyordu göz uçlarıyla. Gençler, ölüm konusunu tartışmayı bırakıp sustular. Ona bakıyorlardı. Dudaklarına oturttuğu garip gülücük ve gözlerindeki tedirginliğin ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyorlardı. Belki de sıradakini, kendisi öldürecek ve ait olduğu yere, yukarıya o çıkacaktı. Bu yüzden sırıtıyordu genç ölü. Hangisinin ruhunu emecekti acaba? ‘Evet, biraz önceki durumu en iyi açıklayan cümle bu olur; ruhunu emmek’ diye geçirdi içinden Mehmet. Oradaki hiç kimse bir başkasının ölümünü, ağzından ve burnundan garip dumanların, -belki de ruhlarının- çıktığı görüntüyü görmeye dayanamazdı. Genç ölü, yanlarına varınca, “Git-tiler.” diye heceledi. Bunu söylerken de dişlerini göstermekten çekinmedi. Ardından aceleci hareketlerle kızları ellerinden tutup kaldırdı ve diğerlerinin de kalkmasını istedi. Gurubun kızları, genç ölü, onların ellerinden tuttuğunda korktuklarını hissettiler ve kendilerini ondan kurtarmak istediler; ama ölü, onlara o kadar nazik davranıyordu ki ne yapacaklarını bilemediler. İbo ayağa kalkıp ona sert çıkmaya başladı. İbo bağırıp çağırırken, ölü, kızları bırakmış, elleriyle yüzünü kapatmıştı. Ağlamaklı bir sesle, “Ben kö-tü de-ilim.” diyebildi. Sesi şimdi, gerçekten acı çeker gibiydi. Bunun karşısında ne yapacağını bilemeyen İbo, bağırmayı bırakıp arkadaşlarıyla bakıştı. Hepsinde bir şaşkınlık vardı. Kendini ilk toparlayan Serin oldu. “Sen kimsin?” genç ölü, ellerini yüzünden çekip kıza baktı. Aynı tebessümlü ifade hemen geri gelmişti bile. “Cem kö-tü. Ben, ya- dım edi-cem. Size..” diye hecelediğinde kızda da ister istemez bir gülümseme hasıl olmuştu. “Cem kötü. Sen? Senin bir adın var mı? Bize neden yardım etmek istiyorsun?” dedi. Bir anlık gülümsemesi yüzünden hemen silinmişti ama içinde onun, Osmanlı kılıklı adamlar gibi olmadığına inanmak istiyordu. “Evet. Siz-e yardım. Ben ede-ceğim.” Artık herkesteki rahatlama gözle görülebiliyordu. “Nasıl yardım edeceksin bize?” Mehmet, gence birkaç adım yaklaştı. Tıpkı diğerleri gibi, bembeyaz yüzü olan genç ölünün gözleri bir çayır tarlası kadar yeşildi ve diğerlerine göre daha çok parlıyordu. Üzerindeki paçavralara ve kötü kokmasına rağmen yüzündeki gülümsemeden anlaşıldığı üzere burada bile mutlu olmayı başarabiliyormuş havası vardı çocukta.
●
Genç ölü, onlara yardım için geldiğini söylediğinde, Serin ve Alex biraz olsun rahatlamıştı ama erkekler en azından ona hemen güvenmek istemiyordu. Yeşil gözlü ölü, onları ısrarlı bir şekilde kollarından çekiştirerek bir yere götürmek isterken, gençler de, ölüyü soru yağmuruna tutuyorlar onun hakkında ve bu yaşadıkları şey hakkında bilgi almak için uğraşıyorlardı. Öğrendikleri ise sadece, Osmanlı’nın adının Cem olduğuydu. Yeşil Gözlü’nün adını sorduklarındaysa aldıkları cevap ‘unuttum” olmuştu. Yeşil Gözlü, onları kâh çekiştirip kâh onlara el işaretleriyle gidecekleri yeri gösterirken, burası hakkında sorduklarına da cevap –tatmin edici cevap- alamamışlardı. Tek öğrenebildikleri, Osmanlı’nın da söylediği gibi, onların ölmemesi gerektiği ve buraya tıkılıp kaldıklarıydı. Ama Yeşil Gözlü, diğerlerinden farklı olarak, ‘gerçekten buraya ait değil’ diye düşünüyordu, zaman geçtikçe Alex. Nasıl yardım edeceğini sorduklarındaysa ya cevap vermiyordu ya da geçiştiriyordu. Uzun ve aynı pis kokulu dehlizde çocuğun adımlarına uyarak yürüyorlardı. Dehlizde, sürekli başka koridorlara dönüyorlar, bazen yokuş yukarı çıkıyorlar bazen de merdiven benzeri yerlerden aşağı iniyorlardı. Geçtikleri yerlerde meşale olmasına rağmen, meşaleler yanmıyordu.
Uzun bir yolculuktan sonra, farelerin ve daha büyük sıçanların rahatça dolaştığı, iki tarafından kanal gibi pis kokulu su veya başka bir sıvının aktığı bir koridora geçtiler. Burası, yürüdükleri diğer koridor ve geçitlerden daha dar ve daha alçaktı. Bu yüzden İbo’nun yürürken kamburlaşması gerekiyordu. Ağır koku ve üzerlerine sabit aralıklarla damlayan sıvı, Serin’i hasta etme derecesinde rahatsız etmeye başlamış, öksürüklere boğulmasına neden olmuştu. Dar geçitte Yeşil Gözlü, hala onları bir yere götürmek için çabalıyordu. Mehmet, “Gideceğimiz yere daha çok var mı?” diye sorunca, az kaldığını, sabretmelerini gerektiğini hecelemiş, onları kurtaracağına dair söz vermişti. Sürekli, diğerlerinin kötü kalpli olduğunu mırıldanıyor, bazen ağlar gibi sesler çıkarıyor bazen de tam aksine neşeli gülücükler saçıyordu etrafa.
Dar geçitte yapılan kısa ama zorlu bir yolculuktan sonra, karşılarına, iki farklı yol çıkmış, Yeşil Gözlü biraz durakladıktan sonra soldaki koridora doğru sekmeye başlamıştı. Bu arada, yolda dikkatli yürümeleri gerektiğini, bastıkları yere bakmaları gerektiğini söylemişti. Duvara bitişik şekilde, hemen yanlarındaki uçuruma düşmemek için dikkatle yürümeye başlamışlardı. Yeşil Gözlü, Derya’nın öldüğü odaya gelip onları yürütmeye başlayalı tahminen yarım saat geçmişti. Guruptakiler, ne adam akıllı bir şeyler öğrenebilmişlerdi ne de nereye gittiklerine dair bir ipucu, Yeşil gözlü neşeli ölüden. Bu duruma ister istemez sinirlenmeye başlamışlardı ancak hiçbirinin kalbinde, çocuğu kıracak sözler söylemek yatmıyordu. Serin, hemen önünde ağır aksak yürüyen çocuğun elinden tutarak onu durdurmuştu. “Nereye gidiyoruz? Bizi korkutmaya başladın…” diye sordu. Sesini yumuşatmak için gayret göstermesine gerek yoktu. Yeşil Gözlü, ona doğru döndü ve “Sizi, yu-kağı gö-tür-cem. Az kaldı.” dedi. O an, Yeşil Gözlü’nün içinde, Serin’i öpmek ya da onu sevdiğine dair bir gösteri yapmak isteği vardı ama bunu nasıl yapacağını bilmediği için, bir an Serin’e baktı ve “Si-zi, sev-dim.” diyebildi. Kim bilir kaç yüz yıldır bu iğrenç yerde yarı yaşıyor olsa da içindeki sevme gibi duygularını köreltmemişti.
Uçurum ve ancak iki ayak boyundaki yolun kesiştiği yolda da birkaç dakikalık yolculuk yaptıklarında artık uçurum sonra ermişti. İbo birkaç kez sendeleyerek aşağıya toz toprak ve taş düşmesine neden olmuştu. Son sakarlığında neredeyse kendisi de düşecekti ki Mehmet’in atik hamlesiyle ölmekten kurtulmuştu. Uçurumun bittiği, toprak yolun yerini, beyazımsı, kil ya da kum gibi bir maddeden oluşan bir açıklık aldığında, açıklığı oluşturan duvarların her birinde ikişer üçer oyuk ya da kapımsı şeyler vardı. Bir kumsal kadar yumuşak olan zemine geçtiklerinde guruptakilerin çoğu kendini garip şekilde rahatlamış hissetti.
Yeşil Gözlü, “Gel-dik işte…” dedi. Kapılardan birine girdi tıkırtılar çıkararak bir şeyler aldı ve birkaç saniye içinde geri geldi. ‘Biraz daha’ diye, yapması gereken şeylerin olduğunu belirttiğini düşünerek, kapılardan birine giriyor ötekinden çıkıyor, muhtemelen bir şeyler alıyordu. Ancak kimse ne aldığını, neler yaptığını bilmiyordu. Kısa bir süre sonra, alanın tam ortasına, bir zamanlar elbise olduğu anlaşılabilen birkaç paçavra ve bir takım ev eşyası veya kişisel öteberi yerleştirdi.
Serin’e bakarak, herkese hitaben, “Az kal-dı.” dedi. Ve eşyaların olduğu yere dikilerek, gençlere, kendisini tutmalarını söyledi. Bunu da Serin’i kullanarak göstermişti. Serin’i kolundan yakalayıp yanına çekti ve Serin’in sağ elini, kendisinin sol kolundun dirseğine değdirdi ve “Tut-unun.” dedi. Bunun üzerine herkes birbirine baktı. “Ne yapmaya çalışıyor!” dedi Alex, İbo ve Mehmet’e. “Güvenmekten başka seçeneğimiz yok. Buraya kadar geldik.” diye itiraz mı yoksa öneri mi olduğu anlaşılamayan bir cümle kurdu İbo, aynı Amerikan aksanıyla ve gidip Yeşil Gözlü’nün kolunun bir köşesinden de o tuttu. Bundan sonra artık yapacak daha iyi bir şey yoktu ve Mehmet ve Alex de gence tutundular.
6
‘Ne olacak şimdi’ diye düşündü Mehmet. Ölü bir bedene ya da yer altında sıkışmış bir ruha tutunmuş neler olacağını bekliyorlardı. Onları, yukarıya mı çıkaracaktı? ‘Sonuçta o bir ruh ve ruhlar uçabilir’ diyordu Alex içinden. Yere özenle yerleştirdiği paçavraların ve eşyaların üzerine tünemiş olan ölü, bir şeyler mırıldanıyordu. Onlarla konuşurken yaptığı gibi heceleyerek değil akıcı bir şeyler söylüyordu. Hangi dilde olduğunu anlayamadılar. Zaten önemli de değildi. Buraya kadar gelmiş ve onun dediklerini yapıyorken hangi dili konuştuğunu ve ona ne yapacaklarını bilmelerine gerek yoktu. Mehmet’in içinde, Yeşil Gözlü’nün onlara iyilik yapmayacağına dair hala bir şüphe vardı ama o her zaman şüpheci davranırdı.
Islak ve gevşek kumlu zeminin üzerindeki bu seremoni başladığında, Yeşil Gözlü, onlara, hiç konuşmamalarını söylemişti. Çöktüğü yerden devamlı bir şeyler fısıldayarak geçen yaklaşık beş dakikadan sonra, Yeşil Gözlü’nün üzerine tünediği paçavralardan duman çıkmaya başladı. Ona tutunanlar neler olduğunu anlayamamıştı ama; Mehmet’in aklındakilerin gerçek olacağına dair hissi giderek güçleniyordu. Yeşil Gözlü, gerçekten de zarar verecekti onlara… Bir an onu bırakmaya yeltendi ama Serin’in bakışlarıyla bundan vazgeçti. Sanki ikisi arasında telepatik bir iletişim olmuştu. Paçavraların orasından burasından sigara dumanı gibi yükselen alevler giderek daha da artıyordu. Ama ısı artışı söz konusu değildi.
Birazdan Yeşil Gözlü, mırıldanmayı kesmiş sadece bekliyordu. Dumanlarsa bulundukları ortamı tamamen sarmış, duvarlardaki kapılardan içeri giriyor tekrar mekâna dönüyordu. Ölü’ye tutunanlar, vücutlarında garip bir elektriksel akım hissettiklerinde bir an kendilerini geriye atmak istediler ama bunu yapamadılar. Sanki çocuğa yapışmışlardı. Birbirlerine bakıp, göz temasıyla anlaşmaktan ve çocuğa güvenmekten başka bir şey yapamadılar. Çünkü konuşma yetileri de sanki ellerinden alınmış gibiydi. Yeşil Gözlü, tünediği yerde gözlerini kapatmış, kafasını önüne düşürmüştü. Dumanların artık daha da yoğunlaşmış sanki maddeleşmiş olduğunu gördüler. Çocuk, başı önde, dudakları hafif hafif açılıp kapanıyor hala bir şeyler fısıldıyordu.
Gençler, vücutlarındaki elektriksel akımın gittikçe yoğunlaştığını, içlerini garip bir hissin sardığını görüyorlar ama bir şey yapamıyorlardı. Bir an sonra, odayı kaplayan yoğun bulut tabakası erimeye başladı ve odayı yeşil bir ışık huzmesi kapladı. Mekânı oluşturan duvarlardan ve kim bilir daha nerelerden gelen yeşil ışın huzmeleri odada serbestçe dolaşıyor, her biri doksan derece karşısındaki duvara çarpıp geri yansıyordu. Bu ışık oyunu birkaç saniye daha devam ettikten sonra ışınlar, Yeşil Gözlü’nün ve gençlerin üzerine vurmaya başladı. bu olurken gençleri saran huzur ve güven duygusu daha da artıyor kendilerini daha önce hiç olmamış gibi mutlu hissediyorlardı.
Yeşil ışınlar göz alıcı bir parlaklığa ulaşıp artık sanki gençlerin ve Yeşil Gözlü’nün vücudunu sarmaladığında, ani ve kuvvetli bir ışıma meydana geldi. Yarım saat önceki zifiri karanlık dehlizler saniyenin kim bilir milyonda kaçı bir süreliğine güneş gibi parladı ve söndü. Bundan dolayı gözlerini gayri ihtiyari kapayan gençler, ışık parlamasının sona erdiğini düşünüp gözlerini açtıklarında, gözlerine inanamadılar.
Metro enkazının içinde, kazadan önceki pozisyonlarında buldular kendilerini. Ayaklarının altındaysa hareketsiz yatan Yeşil Gözlü genç ölü…
7
“Tatlı elmalı ve vişneli lütfen.” İki yıldır neredeyse her gün geldikleri Nostalji Nargile Kafe’nin çalışanlarıyla hala samimi olmayı başaramamıştı. Aslında bunu pek de istediği söylenemezdi. O, esnaf veya satıcılarla her zaman mesafeli olmayı tercih ederdi Mehmet. ‘İçecek olarak ne alırdınız’ sorusuna yanıt, Alex’den geldi, “Dört çay, üçü demli.”
Metro enkazının içinde kendilerini bulduklarında, Yeşil Gözlü çocuğu, yanlarında bulmasalar, hepsinin aynı rüyayı gördüğüne yemin edebilirlerdi ancak o oradaydı işte. Yaşadıkları tamamıyla gerçekti. Zavallının, onları kurtarmak adına kendini feda ettiğini o anda öğrendiler ve kurtarma ekibi gelene kadar Yeşil Gözlü için gözyaşı dökmekten utanmadılar.
Nargileleri geldiğinde, muhabbetlerini dumanla taçlandırdılar. “Gotik roman yazma işinden vazgeçsek iyi olur. Bence bir anı roman yazalım.” Sesin sahibi, peltek Amerikan aksanıyla konuşmuştu…
- Güneş Tohumu - 1 Ağustos 2021
- Honor Heshima - 15 Haziran 2017
- Göl Festivali - 15 Ekim 2016
- Adamcıl Kurt - 15 Aralık 2015
- Gulyabani’nin Asası – 2 - 15 Temmuz 2014
Uzun olduğu için mi daha yorum gelmedi yorumlamaya değer bulunmayacak kadar berbat olduğu için mi merak ettim. 🙂
Uzun olduğu için 🙂 Bitiremedim bir türlü… Vakitte kısıtlı olunca bitirmeye zaman da bulamadım. Kusura bakma…
Kısa yazmayı pek beceremiyorum 🙂 Bunda bile zaten ruh durumlarına neredeyse hiç girmeden sadece olaya yoğunlaşmaya çalıştığım halde bu kadar uzun oldu (= Umarım pek sıkıcı değildir.
Bunda en azından bölümleri kısa tutmaya çalışmıştım 🙂 Belki bölüm bölüm eleştirmek daha kolay olur diye (=