Hayaller gerçeğin ta kendisidir.
Hayallerin tek gerçeklik olduğuna inananlara…
(Edgar A. Poe)
***
TÜRKUAZ
Hayaller… Bir insanın sahip olduğu yegâne hazine… Hayal kurma yetisini kaybeden bir insan, tahmin edilenden çok daha fazlasını kaybetmiştir. Çünkü hayal kurduğumuz ölçüde varız ve hayal kurduğumuz ölçüde varlığımızı sürdüreceğiz. Bir kişi düşlediklerine ne kadar yakınsa, aslında düşlerini elde etmeye o kadar uzaktır; hayaller elde edilene kadar vardır çünkü. Ulaşıldığında yenisi arzulanır ve bu arzu yaşamın tek amacıdır.
Ne denli talihsiz olduğumu bilemezsiniz. Hayal edebileceği her türlü şeye sahip birinin düştüğü umutsuzluğu tahmin edebilir misiniz? Hayatın temel ve evrensel tüm ihtiyaçlarına, dolayısıyla tüm hazlarına doğuştan sahip olmakla herkesten bir adım önde başlamıştım yaşamaya: çabalamadan, çalışmadan, diğerlerinin “hayatının amacı” yaptığı şeylere zaten sahip olarak doğmakla…
Hayatımın ilk yılarına ait anılarıma mesken olan evimiz, diğerlerine tepeden bakacak kadar yüksekteydi. İnce bir kulenin üzerindeki şımarık bir adayı andıran yaşam alanımız, yapay bir bahçenin ortasına oturtulmuş devasa bir malikâneydi. Evimizin diğerlerine tepeden baktığını söylemiştim. Bu, ne kadar pahalı bir mevkide oturduğumuzun en belirgin kanıtıdır. Çünkü bir alan ne kadar yüksekte ise, fiyatı da o derece fazladır. Yüksek alanlar daha temiz bir hava, daha bol oksijen anlamına geldiğinden yalnızca yaşamak dışında nefes almak lüksünü de arzu edecek kadar varlıklı insanların tercihidir. Durum böyleyken ben, en yüksekte doğmuştum!
Soyumuza büyük bir servet kazandıran, Türkiye’den başlayarak tüm dünyaya yayılan ve insanlığın vazgeçilmezleri arasına giren “Yanıltıcı Çipler” büyük dedem tarafından bulunmuştu. Sıradan bir biyoinformatik profesörü iken, bir anda dünyanın yarısını satın alacak bir servete sahip oluvermişti. İnsanlığın en büyük ihtiyacını karşılamıştı bu buluşuyla: Kendi metabolizmanı yanıltabilmek… Yanıltıcı Çipler küçük kapsüller haline getirilmişti ve yutulması çok kolaydı. Bir kez yutulduktan sonra bedene yerleşiyor, dışarıdan kontrol edilerek beyne istenen sinyali yolluyordu. Örneğin çok mu yemek yediniz? Beyninize emredin yediklerinizi yaksın, depolamasın. Yolculuğa mı çıkıyorsunuz? Emredin karnınız iki gün acıkmasın. İstediğiniz acıyı duymayın, istediğiniz kadar uyuyun, ya da âşık olun… Hayal gücünüze kalmış. Daha bunun gibi pek çok emri beyninize verebiliyordunuz Yanıltıcı Çipler ile. Büyük dedem bir dahiydi. Onun dehası hem kendini hem de soyunun bireylerini zengin etmişti. Fakat onun için hissettiğim şey, kesinlikle minnet değildi.
Büyük dedem hayallerimi çalmıştı bir kere. İstediğini, kılını bile kıpırdatmadan elde edebilecek kadar zengin biri ne ile mutlu olabilir ki? Hele benim gibi yapayalnız kalmışsanız, kimin mutluluğu ile avunabilirsiniz? Ailemi kaybetmek, hayata tutunduğum incecik pamuk ipliklerini koparan şey olmuştu. Bir kadını sevmek ve yeniden bir aile inşa etmek bile saçmadan da öte, anlamsız ve gereksiz geliyordu. Yapayalnız ölecektim ve bunu hak edecek kadar sevgisiz, bencil biri olup çıkmıştım. Fakat bencilliğimin, kaybettiğim mutluluğu ve heyecanı günün birinde bana altın tepsi ile sunacağını nereden bilebilirdim ki?
Hayattan alamadığım zevklerin karanlık çukurlarında sürüklenirken aklıma acayip bir fikir gelip de yerleşivermişti: Aile servetimizi son kuruşuna kadar harcayacaktım. Evet, derdime, beş parasız kalmaktan daha içi bir ilaç bulunabilir miydi? Tüketmesine tüketecektim paramı, ancak böyle bir servet nasıl eritilebilirdi ki? Bağış yapmak beni amacıma ulaştırmazdı. Parayı kendim için harcamak, hem elde ettiğim şeyle mutlu olmak, hem de paramın tükenişini izlemek istiyordum. Aklıma gelen hiçbir yöntem beni tatmine ulaştırmıyordu; işte böylelikle başladım pahalı arayışlara.
Satın alınabilecek, somut bir varlığın beni mutlu etmeyeceğini anlamam uzun sürmedi. Bir macera, bir serüven satın almalıydım. Fakat sıradan bir dünya turu işimi görmezdi. Arzuladığım şey daha büyük bir maceraydı. Eşi benzeri görülmemiş, duyanı kıskançlıktan çatlatacak, verdiği hazla beni kendime getirecek bir macera: bir uzay macerası.
Ülkemin uzay bilimlerinde vardığı noktanın, dünyanın geri kalanına nazaran çok yükseklerde olması belki de beni bu fikre iten en önemli husustu. Yıllarca dünya devi sıfatıyla refah dolu zamanlar geçiren ülkelerin güçlerinin tükenmesi gibi, uzayda gezegenler üzerinde oluşturdukları üsler de birer birer yok oluyordu. Tam da bu sıralar uzay bilimlerinde yaptığı atılımla devreye giren ülkem, bu üslere ve daha pek çok gezegenin karanlık yamaçlarına Türk Bayrağını dikerek kâinatın her köşesine milletimin imzasını atmıştı. Elbette insanoğlunun hâlâ ayak basmadığı pek çok yer vardı. Hatta belki de keşiflerimiz kâinatın azametine kıyasla gülünç orandaydı. Sınırları bilinmeyen bir alan hakkında fikir yürütmek öyle zordu ki…
Tanınmışlığımı kullanarak Türk Uzay Bilimleri Araştırma ve Geliştirme Merkezi’ne, yani TUBAGEM’e kolayca ulaştım. Büyük dedemin bir zamanlar Merkez’e yapmış olduğu cömert bağışların da kabul edilmemde etkisi büyüktü tabii.
Merkezin genel müdürünün karşısında otururken hissettiğim heyecandan başım dönüyor, vücudumda dolanan kanın, beynimi en ücra köşelerindeki zerrelere kadar büyük bir basınçla doldurarak zonklatmasına şahit oluyordum. Mutluluğumun anahtarı karşımdaki kısa boylu, çatık kaşlı adamın avuçlarındaydı. O anda diğer insanlar gibi Yanıltıcı Çiplerden bir tanesini vücudumda bulundurmadığıma pişman olmuştum. Dedeme duyduğum kin yüzünden çocukça bir şımarıklıkla kullanmayı reddettiğim kapsüller imdadıma yetişebilirdi. Heyecanımı yatıştırıp kalp atışlarımı normal seviyeye indirmeye büyük bir ihtiyaç duyuyordum.
Genel müdür meşgul biri olmasına rağmen bana vakit ayıracak kadar nazikti. Tabii benim yerimde sıradan bir vatandaş olsa nasıl bir tavır alırdı bilemiyorum. Nezaketini kötüye kullanmamak için daha fazla sabrını zorlamadan çabucak lafa girdim. Fakat ölçüyü tutturamamış olmalıyım ki, “Ben bir uzay seyahatine çıkmak istiyorum. Turistik gezilere benzemeyen gerçek bir seyahat…” deyiverdiğimde önce gülümsemesi bir saniyeliğine yüzünde dondu, ardından suratında zoraki bir gülümseme peyda oldu ve en sonunda başını sallayıp, ellerini kavuşturup bana, bunu hiç beklemediğini itiraf etti. Belki de isteğimin saçmalığını yüzüme vurmak istiyordu. Ona hak veriyordum; isteğimin, servetimi tüketmek için seçmiş olduğum yöntem olması nedeniyle bir hayli “delice” olduğunu kabul ediyordum. Ama yine de kararlıydım; sözlerimi yineledim ve büyük bir bağış yapacağımı da ekleyerek her türlü masrafı karşılayacağımı belirttim. Genel müdür bu kez şımarık çocuğuna her istediğini elde edemeyeceğini anlatarak öğüt vermeye çalışan zengin baba rolüne büründü ve bana bunun yalnızca parayla çözülemeyeceğini babacan tavırlarla izah etmeye koyuldu.
Almam gereken eğitimi ayrıntılarıyla değil de yalnızca “zorlu bir eğitim” şeklinde tanımladığında, beni caydırıp başından savmaya çalıştığını kolayca anlamıştım. Lafını kestim ve hepsine razı olduğumu söyledim. Başta, seyahati gerçekleştirme nedenimi açıklamak istememiş olsam da başka çarem olmadığını görerek “servetimi tüketme” fikrimi açıkça anlattım ve başıma gelecek tehlikeleri hiç umursamadığımı söyledim. Konuşmamın tek kelimesinde dahi yalan yoktu. Tüm samimiyetimle bu seyahati ne denli arzu ettiğimi anlattım. Kararlılığımdan etkilenmiş gibiydi. Onu ikna etmeye giden yolun üzerini kapatan taşları birer birer kenara çektiğimi hissediyordum. Nitekim tahmin ettiğim gibi de oldu. Sonucun bana haber verileceği sözünü aldıktan sonra işi olmuş bilip, sevinçle Merkez’den ayrıldım.
Genel müdürden gelecek haberi beklerken geçirdiğim sabırsızlık nöbetlerini daha kolay atlatmamı sağlayan tek şey, isteğimin kabul edildiğini varsayarak çocukça ve tüm benliğimi esir eden hayaller kurmak olmuştu. Aksine tahammülüm yoktu. Yaşayacağıma inandığım serüvenin gerçekleşmeyecek bir hayalden ibaret olduğunu düşünmek beni muazzam buhranların içerisine sürüklüyordu. Akıl sağlığım bu hayallere bağlıydı ve serüvenime başlamadan evvel aklımı kaybetmeye hiç niyetim yoktu.
Sonunda beklediğim haber umduğum sonuçla bana iletildiğinde, endişe haliyle ne komik durumlara düşüp de kendime eziyet ettiğime şaşırmıştım. Artık genel müdüre ikinci isteğimi açıklamanın zamanı gelmişti. Ben insanoğlu tarafından hiç görülmemiş ve hiç ayak basılmamış bakirlikte bir yere gitmek istiyordum. Komşu galaksinin çorak gezegenlerinde son yıllarda zengin züppeler tarafından tertip edilmesi moda olmuş partilerden bir yenisini vermek değildi niyetim. Baş döndürücü bir uzaklığı arzuluyordum ve bu isteğim gerçekleşmediği takdirde büyük bir hayal kırıklığı yaşayacak olsam da hiç gitmemeyi tercih ediyordum.
İsteklerim hayal bile edemeyeceğim çabuklukla kabul edildikten sonra birkaç ay sürecek eğitimime başlamıştım. Genel müdürün beni caydırmak için abarttığı kadar olmasa da epey yorucu geçmişti bu süre. Benim gibi hayalleri uğruna her şeye katlanmayı göze almış birine göre bile zahmetliydi. Son olarak bu seyahate kendi isteğimle çıktığımı, başıma gelebilecek herhangi bir kazadan kimseyi sorumlu tutmadığımı belirten belgeleri imzalayıp yüklüce bir bağışta bulunduktan sonra yolculuğa birkaç gün içerisinde çıkabileceğim söylendi ve beni şaşırtmaktan ziyade ürküten, ama bir o kadar da heyecanlandıran bir haber verildi: Yolculuğa tek başıma çıkıyordum. Bana açıklandığına göre bunun nedeni, genel müdürün benim bu seyahate çıkmamı kabul etmesinin nedeni ile aynıydı. Henüz bu denli uzaklığa hiç gidilmemişti ve karşılaşılacak fiziksel ortam konusunda herhangi bir fikir mevcut değildi. Dolayısıyla ilk seyahatin kahramanı olacak gözü pek, ya da canına susamış bir kimse bulunamamıştı. Zaten TUBAGEM de milyonlarca Lira döktüğü bir uzmanını gözden çıkarmak istemiyordu. Sonunda benim gibi birisi çıkıp geldiği için hem sevinmişler, hem de endişelenmişlerdi. Fakat imzaladığım -“tüm mesuliyeti” kabul ettiğimi belirten- belgelerden sonra aradıkları avanağı bulduklarını anlamışlardı. Kısacası her iki taraf da memnundu. En azından onlar öyle zannediyordu. Çünkü benim duyduğum memnuniyet kahkaha ise onlarınki ancak tebessüm olabilirdi.
Ebeveyni korkutup, beyinlerine kan sıçratmak için zirzop arkadaşlarla yapılan ufak kaçamaklardan değildi bu seferki seyahatim. Gideceğim yer hakkında gönlüm arzu ettiğince ipe sapa gelmez hayaller kurabiliyor olsam da, herhangi bir fikrim mevcut olmadığından kurduğum hayallerin yanılma paylarının derinliği, yanıma almam gereken eşya konusunda zihnime tam bir dumûr hali yaşatıyordu. Nelerle karşılaşacağımı hiç bilmiyordum. Atmosferin durumu, yer çekimi ya da bunun gibi pek çok faktör yanıma almam gerekenleri etkilerdi. Bir müddet düşündükten sonra tedarikli bulunmaktan bir zarar gelmeyeceğine kanaat ettim ve sıcak su bulup bulamayacağımı düşünmekten vazgeçip tutkunu olduğum Türk usulü nefis kahvemi de yanıma almaya karar verdim.
Kahve paketi küçük seyahat çantamda öylesine yalnız, öylesine mutsuz görünüyordu ki, onun girdiği bir çantaya daha başka ufak tefek şahsi malzemeleri koymamak kahveye büyük bir haksızlık olacaktı. Güneş gözlüğüm, nemlendirici losyonum ve küçük bir plaj havlusunu da çantaya koyduğumda kahve paketinin artık o kadar da eğreti durmadığını fark ederek memnun olmuştum. Gideceğim yer hakkında saçma sapan fikirlere kapıldığımı biliyordum. Her ne kadar hazırladığım çantadan pek belli olmasa da akıl sağlığım yerindeydi. Ben yalnızca şansımı deniyor, sonradan üzülüp pişman olmaktansa baştan hazırlıklı olmayı yeğliyordum. Yine de çantamı kimseye göstermemem gerektiğini bilecek kadar aklıbaşındaydım. Benim gibi “her ihtimali göz önüne alan” birine sıklıkla rastlamak pek mümkün değildi.
Kalkışın gerçekleşeceği günün sabahında, geceleyin gözümü dahi kırpmadığım için uyanmakla ilgili herhangi bir problem yaşamamıştım. Sabaha kadar dönüp durmaktan vahşi bir hayvanın darmadağın ettiğini düşündürecek kadar berbat biçimde dağıttığım yatağımı terk edip mutfak yardımcılarımın benim için hazırladığı hafif kahvaltımı yedim ve kalkışın gerçekleşeceği üsse gitmek üzere yola çıktım.
Şehrin yerleşim alanı dışında kalan büyük bir arazinin tam ortasına kurulmuş olan TUBAGEM Üssü’ne vardığımda büyük bir hareketlilik gözüme çarptı. Onlarca insan, kısa bir zaman sonra çıkacağım yolculuğun kusursuzca gerçekleşmesi için titizce çalışmaktaydılar. Gelişimi heyecanla karşılamışlardı. Kendimi, bunca hazırlığın tek kahramanı, dolayısıyla günün en önemli kişisi gibi hissediyordum. Nitekim görevliler de benden farklı bir düşünce içerisinde değillerdi.
Aracım muazzam görünüyordu. Gideceği yeri küstahça işaret eden devasa metal bir parmağı andırıyordu. Heyecanlanmamak mümkün değildi. Mekiğe hayranlıkla bakarken görevliler gelip, son kez sağlık kontrolünden geçmem gerektiğini söyleyerek beni üssün beyaz boyalı büyük binasına götürdüler. Son günlerde çektiğim uykusuzluk illeti sayılmazsa çok iyi bir sağlık kondisyonuna sahip olduğumu söylediler ve çok kısa bir süre sonra mekikte yerimi alacağımı hatırlattılar.
Midem, hissettiğim tarif edilemez heyecanın şiddetiyle kasılmış, ellerim buz kesmiş, sesim titremeye başlamıştı. Mekiğe girip yerime yerleştikten ve önceden hazırlamış olduğum çantamı şeffaf, basınç korumalı dolabın içerisinde gördükten sonra göreceli olarak sakinleşmiştim. Artık beklemekten ve yolculuğumun keyfini çıkarmaktan başka işim kalmamıştı.
Bundan önce pek çok kez kendi güneş sistemimiz içerisinde gezmiş, çeşitli gezegenlere turistik seyahatlerde bulunmuştum. Bu yüzden aracımın ilk kalkışı ya da fezaya çıktığım ilk dakikalar beni gördüklerim açısından pek heyecanlandırmadı. Elbette daha önce bindiğim araçlara nazaran, hali hazırdaki aracım çok daha hızlıydı ve bu durum beni azıcık heyecanlandırmış, biraz da midemin kalkmasına sebep olmuştu ama genel olarak kalkışımdaki halimden daha sakindim. Fakat çok geçmeden hıza alıştım, oksijen, basınç ve yer çekimi düzenleyicilerinin de yardımıyla kendimi çok daha rahat hissetmeye başladım. Aracım izlemesi gereken rotayı kusursuzca izlediği ve kumanda edilmeye gerek duymadığı için de biraz istirahat edip dışarıyı gözlemlemeye karar verdim.
Kalkışımdan saatler sonra kendi güneş sistemimizin dışına çıkmakta olduğumun farkına vardım. Bir zamanlar insanoğlunun bir ömre sığmayacağını düşündüğü mesafeleri saatler içerisinde alıyor olmaktan tuhaf bir gurur duyduğumu bile söyleyebilirim. Sistemden dışarıya yalnızca birkaç kez çıkmıştım ama boşlukta yön tayin etmek mümkün olmadığı gibi etrafın birbirine benzemesi nedeniyle buralara daha evvel gelip gelmediğimi bir türlü kestiremedim. Kendimi yorgun hissediyordum. Günlerin uykusuzluğu yorgunluk olarak bir anda bedenime üşüşmeye başlamıştı. Yeni fiziksel ortamın böyle bir etki yapabileceği önceden belirtildiği için telaşlanmadan uyuma kabinine giderek hem biraz dinlenmek, hem de vakit geçirmek için emniyet kemerlerimi çözerek ayağa kalktım. Uyuma kabinin darlığı ya da diri diri tabuta giriyormuşum hissi vermesinin dışında büyük bir sorunum yoktu. Güzel bir uyku çekmekten başka bir şey istemiyordum.
Dünyadan ayrılalı iki gün olmuştu. Hesaplarıma göre yarım günlük yolculuğum kalmıştı. Hâlâ simsiyah, koyu kıvamlı bir sıvının içerisinde yüzüyormuşum gibi hissediyordum. Etrafımdaki parlak noktalar ve türlü renkteki gezegenler kayıp gidiyor, yerlerini ara sıra ışık sarmallarına, bazen de öbekler halinde uçuşan sivrisineklere benzer meteor topluluklarına bırakıyordu. Aracımın akıl almaz hızı zihnimi toparlamama engel oluyordu. Aynı anı peş peşe yaşıyormuşum gibi hissediyordum.
TUBAGEM’in yaşanılır bir gezegen olabileceğini düşünerek beni gönderdiği 318A-72’ye varmama dakikalar olduğunu düşünüyordum. Yolculuğun bana söylenen süresinin sonuna gelmiş olmamın yanı sıra hızımın da hissedilir şekilde azalması ve koyu yeşil görünen bir gezenin yörüngesine girmeye başlamış olmam bunu doğruluyordu. Kısa bir süre sonra neler yaşayacağımı, ne çeşit bir yerle karşılaşacağımı bilmiyordum ve bu his beni sarhoş ediyordu. Heyecanlanmak, sabırsızlık duymak ve mutlu olmak uzun zamandan beri unuttuğum hislerdi. Doğuştan kör birine ışık bahşedilmiş gibi mutluydum. Eşsiz bir gezegene ineceğim anı iple çekiyordum.
Gezegene giderek yaklaştığım sırada aracımın dışarıyı görmemi sağlayan saydam panelleri güvenlik nedeniyle kapatıldı. Bana bundan bahsedilmişti: Aracım inilecek yüzeyi tarayarak renk ve doku bakımından onu taklit edecekti. Bir bukalemun gibi saklanmak beni bilinmeyen tehlikelere karşı koruyacaktı. İşe bir de güzel yanından baktım. İneceğim gezegen yavaş yavaş serilmeyecekti gözlerimin önüne. Gözünü açtığında doğum günü armağanını tam karşısında bulması için gözleri önceden kapatılan çocuklar gibi ben de armağanımı ansızın görecek, büyük bir heyecanı bir anda yaşayacaktım.
Panellerin kapanmasından itibaren etrafımı bir periskop yardımıyla görecektim. Aletin başına geçip gözümü yerleştirdim Kısa süre sonra gezegenin ilk görüntüleri alacağımı düşünürken aletin çalışmadığını fark ettim. Görebildiğim tek renk siyahtı. Endişelenmemin gerekip gerekmediğini bile bilmiyordum. Büyük bir arızanın habercisi olabilir miydi bu? TUBAGEM’le iletişime geçip durumumu rapor etmem de imkânsızdı. Önceden tahmin edildiği gibi, ulaşılması planlanan 318A-72 haberleşmeyi engelleyecek kadar uzaktaydı ve herhangi bir problem çıkmaması için dua etmekten başka seçeneğim yoktu.
Bekleyip, armağanımı aracın dışına çıktıktan sonra görmekten başka çarem yoktu. Bana söylenilene göre gezegen yüzeyine indikten ancak iki saat sonra dışarıya çıkabilecektim. Bu sürede araç etrafı gözlemleyecek, oksijen seviyesi, basınç, yer çekimi ya da atmosferde bulunabilecek diğer gazlar gibi dış etkileri kontrol edecekti.
Bekleme süremin sonunda aracın vereceği raporu almak üzere kumanda bölümüne geçtim. Birkaç dakika içerisinde raporu dev ekranda gördüm: Uyumlu… Aracın onayını almamla birlikte çıkış kapısının açıldığını duydum. Her ihtimale karşı giymiş olduğum giysilerimin ağırlığı altında ezilerek kapıya ilerledim. Heyecandan gözlerimi kapatmıştım. Derince bir nefes arak gülümsedim ve gözlerimi açtım. Şaşkınlık, hayal kırıklığı, korku, ama mutluluk değil… Hissettiklerim bunlardı. Gözlerimi açmadığımı düşünüp yeniden kırpıştırdım. Etraf karanlıktı. En ufak bir ışık kaynağı ya da yansımadan kaynaklanan refle mevcut değildi. Canıma susamamıştım ve bu boşluğa inmeye hiç niyetim yoktu. Yeniden araca girmeyi dakikalar sonra akıl edebildim.
Saatlerce kendi kendime fikirler ürettim. Aracın Dünya ile iletişimi sağlayan cihazın güneş sistemi dışına çıkıldığında çalışmadığını bile bile yine de kontrol ettim. Sonunda aracımın yanlış hesaplarda bulunduğuna kanaat getirdim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Aracı kumanda etmeme imkân yoktu. Yapabileceğim tek şey geri dönüş programlamasını devreye sokmaktı. Bunca yoldan eli boş dönecek olmama inanamıyordum.
Aracımın güvenlik için gerekli gördüğü sürenin sonuna gelindiğinde gözlem panelleri tek tek açılmaya başladı ve ben aracımın içerisine dolan güneş ışığıyla kendime geldim. Nasıl da akıl edememiştim? Ay ışığından mahrum bir gezegenin gecesi elbette zifiri karanlık olacaktı. Şimdi güneş, daha doğrusu güneşler doğuyordu ve ben sabahın ilk ışıklarıyla hayalini kurduğum bu yere inebilecektim.
Çocuksu bir mutlulukla korkmadan aracımdan indim. Yerdeki toprak koyu kahverengiydi ve hafif ıslaktı. Etrafım, ömrünün her dakikasında yapay hormonlarla beslenerek büyümüş gibi görünen, topraktan adeta fışkırmış devasa bitkilerle doluydu. Burasının Dünya’dan pek farkı yoktu doğrusu. O anda aklıma geliveren bir fikirle başlığımı çıkardım. Aldığım ilk nefes önce beni öksürttü çünkü tamamen doğal ve tertemiz bir havayı ömrümde ilk kez ciğerlerime çekiyordum. Bundan cesaretle tüm giysilerimi çıkardım, yön bulma cihazımı aracımı bıraktığım yere senkronize ettim ve belime silahımla iki küçük çakıyı taktıktan sonra keşif gezisine çıktım.
Islak toprak, gürbüz ama bodur bitkilerin toprağın dışına taşmış kökleri ve bir insan büyüklüğündeki koca yapraklar ilerlememi güçleştiriyordu. İlginç bulduğum her şeyden ufak birer örnek alarak ve fotoğraflar çekerek yürüyordum. Bir müddet sonra ilerlemekte olduğum yönden kuvvetli bir su sesi geldiğini işittim. Ses gitgide şiddetleniyordu ve sesin kaynağının büyük bir çağlayan olduğuna ikna olmuştum. Az sonra tahminimi doğrulayan manzaraya ulaştığımda şaşkınlıktan ve sevinçten deliye dönmüştüm. Büyük bir kanyonun tepesindeydim ve daha önce hiç görmediğim kadar su, köpürerek daire şeklindeki kanyondan aşağı dökülüyor, nefis bir görüntü oluşturuyordu. Kendi Dünyamdaki Niagara Şelalesi’nin bozulmadan önceki haliydi karşımdaki. Eski halini fotoğraflardan gördüğüm şelalenin su akarken nasıl göründüğüne dair pek çok hayal kurmuştum ama bu denli dehşet verici güzellikte olabileceği hiç aklıma gelmemişti.
Manzaranın güzelliğinin verdiği sersemlikten kurtulunca, izlemekte olduğum yolun tükendiğinin farkına varabildim. Çok istememe rağmen gezimin buradan sonrasını yürüyerek gerçekleştiremeyecektim. Aracıma dönerek beraberimde getirdiğim ve eğitimim sırasında kullanmasını öğrendiğim küçük uçağımı çıkararak hazır konuma getirdim ve gezegeni yüksekten keşfetmeye koyuldum.
Yeşilin tüm tonlarını üç bir taraftan aydınlatan güneşler mavi gökyüzünde asılı pırlantalar gibi görünüyordu. Altımda akıp giden nefis manzara kâh tropik ormanlar, kâh krater gölleri, kâh yılankavi kıvrılarak akan nehirlere dönüşüyor, beni hayretten hayrete sevk ediyordu. Kendi Dünyamın da bir zamanlar böyle göründüğünü düşünmekten kendimi alıkoyamıyor, hüzünle mutluluğu aynı anda yaşıyordum.
Birkaç günlük keşif gezilerimin sonucunda gezegenin epey küçük olduğunu, çeşit çeşit kuşlar ve yırtıcı hayvanlardan başka sakininin olmadığına ikna olmuştum. Burası küçük bir cennetti. İnsan ya da insan kadar vahşi bir akıllı-varlığın tacizinden kendini korumayı başarmış masum bir cennet… Fakat ben onu bulmuştum ve bu keşfim sayesinde kim bilir ne hale dönmesine sebep olacaktım. Bu düşünce bir anda beynimde belirmiş, yüreğimin sıkışmasına neden olmuştu. Bir karar vermeliydim. Keşfimin sırlarını açıklayacak mıydım, yoksa burası benim gizli cennetim olarak mı kalacaktı…
Geri dönüş zamanını belirleyecek olan bendim. Kararımı vermeden önce burasının tadını çıkarmak istiyordum. Küçük uçağımla gezegenin dört bir yanını dolaştım, tropik meyvelerinin tadına vardım ve eşsiz güzellikteki çiçeklerini kokladım. Aldığım her lezzetle kararımı daha da kolay verdim. Keşfettiklerimi asla açıklamayacaktım. İnsan arzularının ve hırslarının uzay çölündeki bu masum vahayı yok etmesine izin vermeyecektim. Küçük cennetimin anıları yaşadığım sürece beni besleyerek bana yaşam gücü verecekti.
Verdiğim karar, aklımı meşgul etmekte olan buhranlı düşünceleri uzaklaştırmamı sağlamıştı. Nihayet tatilim tadını çıkarabilecek, kuru dallar ile yaktığım ateşin üzerinde ısıttığım suyla kahvemi yapacak, güneş yanıklarından korkmadan sahilde uzanabilecektim. Sonsuza kadar burada yaşayabilirdim ama aklıma gelen bu çılgınca fikri hayata geçirmeye cesaret edebilir miydim? Pek iyi, arıtılarak sokaklara salınmış oksijen, tene değmesi büyük sakıncalar arz eden, insanlardan intikam almak için cayır cayır yanan bir güneş, küstürülen hayvanların terk ettiği yapay ormanlar ya da kurumuş dere yataklarıyla kuruyarak çekilmiş, bir avuç sudan ibaret denizlerin kayalık sahilleri özlenir miydi? Daha da önemlisi insan, nasıl görünürse görünsün evini özler miydi? Aklım karışmıştı. Yeni bir karar mecburiyeti dikiliyordu önümde koca bir dağ gibi… Düşünmemek, yalnızca anın keyfini çıkarmak gerekti. Tüm hücrelerim katıksız oksijenle dolana, kanım temizlenene, midem tropik meyvelerin tadından ettiği bayramı sıradan bulana kadar kalmak istiyordum. TUBAGEM arkamdan yas tutmazdı nasıl olsa.
318A-72’ye gelişimin yirmi beşinci günü, tahmin bile etmediğim kadar bencil olduğumu fark ederek şaşırdım. Sıradan bencil bir insan bu cennete kalıp, arkasında bıraktıklarını hiç düşünmeden sahip olduğu koskoca gezegenle kendi kendine övünür, hayatını bu topraklarda geçirirdi. Fakat ben daha beter bir ruh halinin esiriydim. Bencilliğimin şiddeti olmasa bile şekli çirkin boyutlardaydı. Kendimi artık tanıyordum. Keşfettiğim şey, burada kalmamı engelleyecek kadar tuhaf bir düşünceydi: Kendime ayırdığım cennetten haberi olmayan zavallı insanları görme arzusu. Onların habersiz olduklarını görmezsem kendime sakladığım cennetimin tadını tam anlamıyla alamayacaktım. O talihsiz insanlara ihtiyaç duyuyordum. Kendi ışığımı görebilmek için karanlığa gereksinimim vardı. Gidiyordum. Yeterince tadını çıkardığım gezegenimden ayrılıyordum.
Kararımı vermiş olmanın huzuruyla hazırlıklarımı tamamladım. Çektiğim fotoğrafları kendime sakladıktan sonra örnekleri seyahat çantama gizledim ve yapmam gereken son işi bitirmek için küçük uçağımla “Türkuaz” adını verdiğim gezegenin, en yüksek noktasına ulaştım. Al bayrağımı gezegenin rüzgârlarında nazlı nazlı salınması için en tepeye diktim. Bu gurur, hayatım boyunca yaşadığım en güzel anların bir neticesi olarak yaşadığım sürece kalbimde ve beynimde benimle birlikte olacaktı. Yaşadıklarımdan haberi olmayan talihsiz insanları her gördüğümde ise yeni bir mutluluk yaşayacak, hayatıma anlam katan bu seyahati ölene dek aklımdan çıkarmayacaktım. TUBAGEM’e söyleyeceğim şey ise basitti: “Yanılmışsınız, bol bol kayadan başka bir şey orada…”
Bir başka keyifli hikaye… Sonunu pek beğenmesem de oldukça keyif alarak okudum. Daha doğrusu sonu değil de bu sona erişmek için alınan kararı pek beğenmedim diyelim. Ama sonuçta o da bir “insan” değil mi? Eline böyle bir fırsat geçen çoğu insanoğlundan beklenilecek bir hareketti bu. Kaleminize sağlık…
Etkileyiciydi. Öyküyü bitirdiğimde bir süre yapabildiğim tek yorum bu oldu: Etkileyici.
Olanlar, yaşananlar falan çok güzel ama; benim takılı kaldığım nokta karakter analiziydi. Okuyucu rahatlıkla karakterle kendisini özdeştirebiliyor. Çoğu yerde, “Ben de böyle yapardım,” ya da, “Yok bunu demezdim galiba ben,” dedirttiriyor.
İnsan bencildir. Bunu çarpıcı bir şekilde vermeyi başarmışsınız.
Elinize sağlık Ayfer Hanım. : )
Ayfer o harkulade yazım tarzın ile aramızda olman mutluluk verici :)) Bir başladın mı sonunu getiremeden kalkamıyorsun üzerinden yahu, o kadar bağlıyor kendisine! Çok güzel bir durum öyküsü olmuş, sonunda “Ben olsam geri gider miydim?” diye düşünmüyorum değil aslında. Böyle bir yer bulduktan sonra o kirlenmiş gezegene geri dönmek…
Ellerine sağlık 🙂
Beğenmenize çok sevindim arkadaşlar. Değerli fikirleriniz için çok teşekkür ederim.