Çok koşardım, pire derlerdi bana. Pire aşağı, pire yukarı. Topu bir aldım mı ayağımın altına, kimse çıkamazdı önüme, kimse durduramazdı beni. Yine bir gün tek kale yapıyorduk çocuklarla, Ahmet’in çığlıkları kalmış aklımda, “Koş pireee, koooşşş” Koşuyordum, daha çıkmamış bıyıklarımdan süzülen terler ağzıma doluyordu. Çocukluğum ağzımda tuz tadı. Sonraları, zaman çiğnedikten sonra hepimizin üstünü; ne zaman çocukluğum düşse aklıma, ağzıma bir tu tadı gelirdi. Koşuyordum; yanaklarımda alevler çakıyor, kirpiklerimdeki tuzlu nem gözlerimi bulandırıyordu. Top kaleyi dalgalandırınca, zaferle koştum arkaya doğru. O sırada Meryem’i gördüm uzaktan, ufak adımlarla yürüyordu bana bakarak. Yüzünü gölgeleyen bir huzursuzluk. Yanına koştum, “Ne oldu Meryem?” dedim. Kısık bir sesle, “Ağabeyim geldi.” dedi. Kelimeler yuvarlandı ağzından, ayaklarımın dibine, yere düştü. Meryem’i ve huzursuzluğunu oracıkta bırakıp koşmaya başladım.
Evin önü pazardaki ayakkabıcının yeri gibiydi. İrili ufaklı, eskili ve daha çok eskili onlarca ayakkabı, birbirini ezercesine duruyorlardı. O ayakkabı denizini çiğneye çiğneye eşiğe ulaştım. İç avluda sigara dumanı göz yakıyordu. Köyün erkekleri, büyüleyici bir sessizlikle oturmuş ardı ardına yaktıkları sigaralarla dertlerini anlatıyorlardı. Arada bir, kim olduğu belli olmayan birinden, anlamsız tövbe’ler ve cık cık’lamalar havaya atılıyor, bir süre havada asılı kaldıktan sonra, kapının ağzında sanki kendi evinde değil de el kapısındaymış gibi oturan babamın yüzünde çürük bir çiçek gibi açıyordu. Bir süre dolandım iç avluda, ağabeyimi aradım. Onun yeşil gözlerini, bembeyaz dişlerini, gülünce yanaklarında çukurlaşan gamzelerini aradım durdum. İç avluda yoktu, onca erkeğin içinde yoktu ağabeyim. Evin içi kadın doluydu. Köyün kadınlarının kimi mutfakta yemek yapıyor, kimi bulaşık yıkıyor, herkes bir işle uğraşıyormuş gibi görünüyor ama çıkan uğultu hepsinin sanki sadece konuştuğunu gösteriyordu. Biri ağlıyor gibiydi, evin uzak bir köşesinde bir ağlama sesi geliyordu sanki. Ama tüm evi dolaşsam da ağlayanı bulamadım, annemi görür gibi oldum bir an. Yüzünde birkaç his birbirine girmiş gibiydi, ne düşündüğünü ya da normal şartlarda ne hissettiğini bir kitap gibi açıkça okunan yüzünden anlayamadığım ilk andı. Sanki dalgalı bir denizdi yüzü ve her dalga kıyıya farklı bir hissi vuruyor, farklı endişeler bırakıyordu. Hüzün, mutluluk, şükür, merak, korku… Sonra, dipteki en ufak odada, oda bile demediğimiz o yüklükte gördüm onu. Pencerenin dibine çektiği bir iskemlede oturmuş, parmaklarının arasında ufalmış sigarayı içiyordu. Havaya uzun zamandır üflendiğini odadaki yoğunluğundan anladığım dumanların arasından gördüğüm; bir insanın hem en yakın hem de en yabancı olabileceğiydi.
Bakınca anlaşılıyordu, abim olduğu açıktı oturanın. Ama ilk bakışımda, tanıyamamıştım. Sağlıklı, al al parlayan elmacık kemikleri çökmüş, tebessüm çukurlarını misafir eden avurtları ağzının içine yapışmış, az önce çiğnenmiş dudaklarında solgunluk olan bir tanıdıktı bu. O kadar zayıftı ki, oturduğu iskemlenin kemiklerine battığı düşüncesi peyda oluverdi aklımda. Daha önce hiç görmediğim bir yüz, doğduğumdan beri en yakınım olan insan. İkisi de aynı kişiydi.
“Abi” dedim usulca, gözlerini gözlerime dikti. Sani bir şey söylemek istiyormuş da uygun kelime yokmuş gibi ağzında boşluğu yuvarladı bir süre. Sonra kafasını çevirdi. Kalbim daha önce hiç hissetmediğim bir sancı ile burkuldu. Neden sarılmamıştı bana, neden gitmeden önceki gibi aniden yerden kaldırıp omzuna atmamıştı, ince uzun parmaklı ellerini sırtımda gezdirmemiş, saçlarımı okşamamıştı? Yıllar önce, üniversiteye, büyük adam olmaya giden ağabeyimle, bu karşımdaki adam aynı kişi miydi? Büyük adam olmuş muydu yani? Büyük adam olmak böyle bir şeyse, bütün büyük adamların ağzına tüküreyim ben diye geçirdim içimden.
Odanın kapısını usulca örttüm. Sanki içeride bir şey uyuyordu ve onu uyandırmaya kıyamamakla uyandırmaktan korkmak arasında bir yerdeydim. Tek bildiğim rahatsız edilmemesi gerektiğiydi. Yavaşça mutfağa süzüldüm. Annem mutfak masasının başında oturuyor, bir bardak çayı elinde sıkıyor, eviriyor çeviriyordu. Bazı konuşmalar girip çıkıyordu kulaklarıma, kulaklarımdan.
“Ne olacak şimdi? Tekrar alırlar mı Sadiye Abla?
“Dava kapandı mı, yoksa devam ediyor mu şimdi?”
“İçerde kendi kendine yemek yememiş diyorlar diğerleriyle öyle mi abla?”
Kadınların sanki soruları cevap almak için değil de annemin etine kıymık batırmak için soruyorlardı. Zira, hiçbiri sorusuna cevap alamıyor ama sormaya devam ediyorlardı. Her soruda, annemin yüzü bir parça daha bulanıyor, çığlık atmaya bir adım daha yaklaşıyor gibiydi. Mutfak o kadar sıkışıktı ki, bir an önce dışarı çıkmak istedim. Üstelik bu şüphe ve ima kokuları burnumun direğini sızlatmıştı bile nedenini anlamadığım bir şekilde. İç avluya vardığımda, havadaki duman azalmamış hatta artmış gibiydi. Gökyüzü, dumanları temizlemeyecek kadar ağırdı burada. Gök üstümüze düştü düşecek gibiydi. Babam kapı ağzındaki sandalyesinden kalkmamıştı. Aylardır, belki de yıllardır görmediğimiz büyük amcam yanındaki sedirde oturuyordu. Neden sonra, tam da ona baktığım sırada, “Ne olacak şimdi?” dedi.
Babam da annem gibi huzursuzlukla kaplı yüzünde türlü cümleler dolandırdı ama annemin aksine cevap verdi. “Bilmiyorum”du cevabı, bunun bir cevap olmadığı açıktı oysa. “Bu köyden böyle biri çıksın, hem de bizim aileden. İnanılır gibi değil, sen onca zaman içeride kal, sonra çıkıp da hiçbir şey yokmuş gibi, töbe töbe” dedi büyük amca yüzünü buruşturarak. Babam yüzünü çevirdi, sanki söylenenler onun evinde, onun oğluna ve ona söylenmiyormuş gibi çevirdi yüzünü. Amcamın kelimeleri havada asılı duran dumanların arasında gezindi, avlunun her yanındaki tanıdıkların, akrabaların kulaklarında dolaştı, hepsinin yüzünü bulandırdı, içini sıktı ve havada aynı şekilde yok oldu. Sırf onlar değil diğer kelimeler de hangi ağzından çıktıklarını bilmediğimiz hayaletler gibi aramızda dolanıyordu. “Terörist, komünist, anarşist, hapis, içerde kalmak, içeriden çıkmak” gibi kelimelerdi bunlar. Daha anlamını bilmediğimiz kelimeler, hayatımızın orta yerine kurulmuşlardı. Çoğunu anlamıyordum ama sinirleniyordum yine de. Ne söylendiğini anlamasam da söylenme tonları hiç hoşuma gitmiyordu çünkü. Ama hepimizin içinde kaldı biraz. Orada ne konuşulduysa hepimizin kalbinde yara açtı, çok sonraları anladım bunu. İç avludaki bütün sözlerin içimde kaldığını, yaş aldıkça, zaman aktıkça anladım. Hepsi içimde kusmak istediğim bir zehir gibi kaldı, o zehirle ölmedim ama varlığını da bir gün bile unutmadım.
Akşam iyice çökünce, yavaş yavaş boşaldı ev. En sonunda sadece biz kaldık. Bütün dağınıklıklar, havada gölgesi gezinen duman ve evde hayalet gibi dolanan onun bunun laflarıyla, sadece biz. Ağabeyim yüklükten henüz çıkmamış, annem onun en sevdiği yemeklerle dolu iştah açıcı tepsiyi o odaya götürmüştü. Tepsiyi almak için tekrar girdiğinde kapı aralığından yabancı ağabeyime baktım. Gözleri aynı renkti, kirpikleri aynı sayıdaydı, üstünde sanki gelişigüzel atılmış bir çizikle çıkmayan kıllar dışında kaşlarının çatılması, inmesi, kalkması aynıydı; ama bakışları çok farklıydı. Yine çok sonraları öğrendiğim bir şeydi, anladığım ama yaşamadığım, yaşamadığım için de asla gerçekten anlamayacağım bir şeydi: İnsanın bakışlarını değiştiren acıların varlığı. Tepsi neredeyse olduğu gibi odadan çıkarken, annemin nemli gözlerini gördüm. Babam yanına yaklaşıp omzuna dokundu, “Doktor söyledi ya Sadiye, azar azar yiyecek, midesi kendine gelene kadar diye” dedi. Ağabeyimin midesine ne olmuştu, hasta mıydı bilmiyordum. Ama artık çok sıkılmıştım, dışarı sızdım. Çocuklarla toplanma yerimize gittim, beni görünce sustular. “Ne oldu?” dedim. Bir süre susup birbirlerine baktılar. “Ağabeyin gelmiş” dedi Enver. “Evet,” dedim, “ne olmuş?” Yine sustular, dikenli, insanın ruhuna batan iğrenç bir suskunluktu bu. Hâlâ batar içimde bir yerlere, anımsadıkça. “Üniversitesi bitti geldi” dedim gururla. Ağabeyim üniversiteye gitmişti yıllar önce, geldiğine göre okulu bitirmiş olmalıydı. Biri güldü, duydum. Nedenini anlayamadım, bu köyden çıkan yegâne üniversitelilerden biriydi ağabeyim oysa. “Bok üniversiteyi bitirdi” dedi sonra Hüsnü. Şaşırdım, o sessiz sedasız Hüsnü’den böyle bir şey beklemezdim. “Ne diyorsun sen?” dedim. “Salak mıyız biz, koministlikten içeri girmiş, yeni çıkmış gelmiş işte. Bizi mi kandırıyorsun?” dedi. Artık içerinin hapishane olduğunu anlamıştım, o yaşımda bunu anlamış olduğum için şimdi uzanıp öpmek istiyorum çocukluğumun alnından. Öyle kırıldığı için, parçaları dört bir yana saçıldığı için. Yapamıyorum. “Hayır” diyebildim yalnızca. Ne diyecek başka bir sözüm vardı, ne de bildiğim bir şey. Usulca yürüdüm eve doğru, arkamdan konuşmaya devam ettiler. Bazı kelimeleri ruhuma çalındı, umursamadım. Çocukluğumu geride, arkamda bıraktım. Bir daha koşup oynamadım çocuklarla. O gün çocukluğumun son maçını yapmıştım, şimdilerde anlıyordum.
Eve vardığımda babam ve annem iç avluda fısır fısır konuşuyorlardı. Usulca içeri girdim, ağabeyimin kapısını açtım. Yine sabahki gözlerle baktı bana. Gidip yanında durdum. “Abi,” dedim, “Sen hapse mi girdin?” Yüzüme büyük büyük baktı, avurtları çökmüş yüzünde gözleri koca birer hayalet gibi sızıyordu insanın içinde. Korktum. O an elini uzattı, elimi aldı kemikli ellerinin arasına. İçime bir sıcaklık doldu, yine benim ağabeyimdi işte. Dokunduğum eller değişmişti, ama sıcaklığı aynıydı. Tuhaf izlerle dolu suratına baktım, “Büyük adam oldun değil mi abi?” dedim, “Okulu bitirdin geldin değil mi?” dedim. Gülümseyerek baktı yüzüme, sonra sarıldı bana. Gözyaşları saçıma, yüzüme karıştı.
Sonraları, zaman çiğnedikten sonra hepimizin üstünü; ne zaman çocukluğumun o son günü düşse aklıma, ağzıma bir tuz tadı geldi. Ne tuhaftı ki; ağabeyimin gözyaşları mı yoksa terli öğleden sonra maçlarının mı olduğunu anlayamadığım bir tat kalmıştı aklımda ve ikisinin tadı da aynıydı: Çocukluğum ağzımda tuz tadıydı.
- Tuz - 1 Mayıs 2021
Teşekkür ediyorum yorumunuz için