Kimisi için hızlı geçecek, kimisi için de ölümüne uzayacak bir gündü. Eski gelenekleri bilen yaşlıların tamamı bugüne büyük bir umut ve mutlulukla uyanmış olsa da kabağın az sonra patlayacağı baş kendini pek de öyle hissetmiyordu.
Köy halkının oluşturduğu çember içinde, içindekileri içip gününü güzelleştiren adamın kemiklerinin dahi kalmadığı toprakların üzerinde dönen boş, kokusu dahi kalmamış şarap şişesi, kupkuru toprağın üzerinde tur üzerine tur atarken kendine sakladığı gıcırtıları adeta öfke etmiş, var olmayan ellerindeki kabağı atacağı kafanın menziline girmesini bekliyordu.
Cansız maddelerin öfkesi yaman olur. Halı üzerinde yürüyen kişinin ayakkabısının tabanı lastikse, o kişi çok fena cezalandırılır. Aslında cezalandırma durumu falan yoktur, doğa yapması gerekeni yapıyordur. Ateşe elini sokan cahilin yanması, mayın tarlasında koşan gafilin paramparça gökyüzüne savrulması da aynı doğallığın ürünüdür. Sıcak yakar, soğuk üşütür, şanslılık azıcık mutlu etse de şanssızlık kahreder.
Şişe döndü, döndü, döndü, döndü ve durdu. Şişe durduğunda kendini şanslı hisseden insanların sayısıyla, şanssız hisseden insanların sayısı aynı gibiydi. Köyün genelinden kısa boyu, küçükken geçirdiği hastalığın omuzlarına yüklediği ağırlık ve soğuğa oldum olası dayanamayarak titreyen eklemleriyle, köyün en orta halli ailesinin en vazgeçilebilir çocuğu korkan gözleriyle çevresine baktı. Kendini şanssız hissediyordu. Kime baktığı önemli değildi, gözlerini kontrol eden şey korku hissiydi. Kiminle göz göze geldiğinin önemi yoktu, gözlerinin odaklanabildiği her yerde merhamet arıyor, odaklanabildiği her yere sessizce yalvarıyordu.
Ailenin vazgeçilebilir tek çocuğuydu, çünkü hastaydı, öldü ölecekti. Babası, doğduğunda avuca sığacak kadar olan, gerçek manada el kadar bebeğini ebenin eline güçlükle tutuşturmuş, doğumhaneye dönüştürülen odadan aceleyle kaçmıştı. O günden sonra cinsellik dürtülerinin bastırdığı anlar haricinde eşinin yüzüne dahi bakmamıştı. Eşi kendisine erkek evlat vermeyi seneler sonra başarmış, onu da yarım yamalak yapmıştı.
Kurban edilenin, kurban verilenin, seçilenin, şanssızın, şanslının, lanetlinin, kutsanmışın (ki hepsi aynı kişiydi) kaşları ortaya doğru yukarı kalktı. Bu bir korkmuşluk ifadesi değildi. Bu sabah uyandığında bunun olacağını hissetmişti sanki. Yorganın altında büzüldükçe büzülmüş, kaynağı belirsiz üşümesini gidermeye çalışmıştı.
Nesilden nesle aktarılan sırları bir önceki neslin kalanlarına anlatmayıp bir sonraki nesle iyi kötü aktarmaya çalışacak olmak zor işti.
Geriye pek az şey kalmıştı. Bir sene önceki kurban, seçilen, şanslı, şanssız, lanetli ve kutsanmış (ki hepsi aynı kişiydi) köye gelecekti. Bu kişi, köyü dokuz gün boyunca mucizeye doyurduktan, köylünün bir sene boyunca biriktirdiği tüm sorunlara, eksiklere, hastalıklara yanıt olduktan sonra kendi kendini bir sürgüne göndermişti. Hiç kimseye anlatmadığı, zaten kendisinin de anlamadığı bir sis çökmüştü o günden sonra zihnine. Bir karaltı, belki bir siluet, belki bir ses, belki bir tat, belki hepsinin birbirine karıştığı fazla gerçek bir rüya. Belki de sadece algılanan fakat anlamlandırılamayan veriler bütünü. Bu yılın şanslısı, Yaşum, tüm bunlardan habersizdi.
Geçen senenin seçilmişi, siyah kıvırcık saçlı kadının öksürükleri ağaçların arasında yankılanırken, tüm köy hem saygı hem acıma ifadesiyle Yaşum’a bakıyordu. Sesi tanımışlardı. Hep böyle olurdu, bir sene öncenin seçileni geri döndüğünde hep öksürür, konuşamazdı. Kadının neden öksürdüğünü kimse bilmiyor, zaten kimse de sorgulamıyordu. Kadının, boğazının en derin noktasında takılıp kalmış olduğunu hissettiği bir parça tuzdan bir senedir kurtulmaya çalıştığını kimse bilmiyordu. Kadın hayatının direksiyonunu içgüdülerine vermiş, onlar nereye götürürse oraya gidiyordu. Köylülerin bakışları kadının gözlerinden kaçarak, mümkün olabilecek her yere çevriliyordu.
Yaşum başına geleceklerin farkındaydı, o yüzden bilinmezliğin o karamsarlığına düşmüyordu. Bugün güneş tam tepeye geldiğinde sandalla denize açılacak, bir saat kadar kürek çektikten sonra bakireler sunağına varacak, orada kaderiyle yüzleşecek, yolculuktan sonra geri dönecek, dokuz gün boyunca köyünde normal yaşantısına anormal şekilde devam edecek ve onuncu günün sabahında kendini kimseye duyurmadan kalkacak, gidecek, yok olacaktı.
Yaşum’un köyü balık yemezdi. İnançlarında denize tapmak vardı, çünkü onları besleyen şey toprak, toprağı besleyen şey ise suydu. Su herkesin, yaşamın yaşam alanıydı. O yüzden hayatını başka yerde geçirme imkânı olmayan canlıların bölgesine tecavüz günahtı.
Kadının öksürükleri hafifledi, sonra dindi. Kadın yaklaştı, Yaşum’un koluna girdi. Köylülerin hiçbirinden çıt çıkmıyordu. Yaşum kolunu kadının kolundan çekti, gidip önce iki ablasına, sonra annesine sarıldı. Hiç konuşmadılar. Bir an gözleri babasını aradı, tam vazgeçecekti ki babasının yeşil gözleriyle karşılaştı. Babasının kendisine gülümseyerek baktığını hiç görmemişti, genelde hiçbir şey söylemeyen, hissiz bir ifadeyle bakardı babası. Bu kez, Yaşum’un babasının yüzünde bir farklılık vardı. Aynı bakışı annesinin yüzünde görse annesinin üzgün olduğunu şıp diye anlardı ama babasında biraz tuhaf görünüyordu.
Adam oğluna sevgisini hiç göstermemiş olsa da (ki sadece ona değil, çocuklarının hiçbirine sevgisini göstermemişti) şu anda hissettiği şeye engel olamıyordu. Bugün gittiği yerden döndüğünde, Yaşum sadece dokuz gün daha köyde kalacak; çare, şifa, çözüm ve huzur dağıtacak, sonra köyü terk edecek, bir sene sonra döndüğünde kimseyle konuşmadan yeniden bugün gittiği yere gidecek ve geri dönmeyecekti.
Yaşum kadının yanına geri döndü. Kadının karmakarışık saçlarıyla çevrili kirli yüzünün ortasındaki ifadesiz gözlerine baktı. Kadın yürümeye başladı, Yaşum da izledi.
Bu gelenek sadece Yaşum’un köyünde değil, çevredeki diğer başka köylerde de vardı. Bu köyler bir türün hayata son tutunuşuydu. Peş peşe yaşanan felaketlerden, salgınlardan, kıtlıklardan, savaşlardan sonra artık çabalamayı bırakan halkların geride bıraktıkları enkazın üzerine kurulmuşlardı. Kalan insanlar bu enkaza baktıklarında artık hiçbir şey görmez olmuşlardı. Üzerinde oturdukları kalıntıların dünyasını hayal dahi etmiyorlardı. O dünya artık yoktu.
O dünyadan kalan miraslardan biri de Yaşum’un şu anda ilerlemekte olduğu sahilin açıklarında bulunan bakireler sunağıydı. Hayatını, bölge halkının taptığı tanrıçanın hizmetine adamak isteyen genç kadınlar bu sunağa gider, tanrıçanın suyun altında yaşayan diğer hizmetkarları tarafından alınmayı beklerler, hayatlarının geri kalanını da suyun altında geçirirlerdi.
Yürüyüş iki saat kadar sürecekti. Mevsim ilkbahardı. Zaman zaman yağmurlar yağıyor, rüzgâr da bazen ürpertiyordu ama doğa ılık dokunuşlarını hiçbir yerden eksik etmiyordu. Yaşum ve geçen senenin seçilmişi, yürüyen köylülerin ayakları, bazen de çekilen arabaların tahta tekerleklerinin altında ezile ezile kelleşmiş, toprak bir yoldan ilerliyorlardı. Bulundukları yer bir tepeydi. Sandalın bağlandığı yer ağaçların arkasında kalsa da denizi ve bakireler sunağının denizin mavisine tezat, mermer yapısını bir siluet olarak görebiliyorlardı. Sağ ve sollarında kalan her taraf yer yer sık, yer yer seyrek ağaçlarla kaplanmış; eski dünyanın kalıntıları olan bina enkazları yosunlar ve yabani otlar tarafından kucaklanmıştı. Bir zamanlar nefes alıp veren, yaşayan, öfkelenen, bazen gülen, dev bir makine olan şehirlerin kuytuları artık vahşi hayvanların yuvası haline gelmişti. Yaşum bu şehirleri kafasında canlandırmakta güçlük çekiyordu. Nesilden nesle aktarılan bilgi kırıntıları şehirleri, Yaşum’un kafasında kendi köyünün (ve hayatı boyunca gördüğü, sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek diğer köylerin) biraz daha büyüğü gibi bir şey olarak resmediyordu. Kendi köyündeki on-on iki aile ne kadar uğraşırsa uğraşsın, topraktan aldıkları mahsulün yarısından fazlası hep tüketilemeyecek nitelikte oluyordu. Ellerinde kalanın bir kısmını da bakireler sunağına doğru, kıyıdan denize döküyorlardı. Sonuçta toprağı besleyen suyun çocuklarının da doyurulması gerekiyordu. İnançları yumurtlayarak çoğalan tüm canlıların yenmesini yasaklıyordu. Süt veren hayvanlar için yem yapacak mahsul zaten kalmıyordu. Geriye sadece avlanmak kalıyordu. O da pek tercih edilmiyordu. Köyün hiç değilse yarısını doyurabilecek büyüklükte bir hayvanın avlanması için Yaşum’un köyünün kuzeyindeki dağlara gidilmesi gerekiyordu. Daha yakında avlanabilecek sıçan, sincap ve tavşandan başka hayvan yoktu, onlar da zaten avcılarını güçlükle doyuruyordu.
On-on iki aileden daha büyük bir yapı… Onca insan ne yer ne içerdi? Yaşum’un aklı pek almıyordu. Ya geçmişte kalmış dünya büyük bir bereket içinde yaşayan, çok zengin bir yerdi ya da anlatılanlar masaldan ibaretti. Sonuçta, o kadar insana ev sahipliği yapan bir dünya, bu hale nasıl gelirdi ki?
Yaşum, birkaç adım ötesinde yürümekte olan kadına baktı. Kadının öksürükler eşliğindeki yürüyüşünde bir gariplik vardı. Sanki her adımda daha da kamburlaşıyordu. Bir ara hızlandı, kadına yetişti. Kolundan tuttu. Kadın, kirli yüzünü Yaşum’a çevirdi. Yaşum cansız gözlere olanca merhametiyle bakmaya çalışsa da sağlıklı bir zihin gözlerindeki korkuyu şıp diye fark ederdi. Sonuçta, bir yıl sonra bu zamanlar kendisi de böyle bir şeye dönüşecekti.
“İyi misin? Biraz dinlenelim mi?”
Kadın cevap vermek istercesine ağzını açtı. Boğazından bir tıkırtıyı andıran, bir dizi ses geldi. Sonra bir öksürük nöbeti tuttu. Yaşum yanındaki matarayı çıkardı, kadına uzattı. Kadın mataraya uzandı, bir dikişte yarısını içti. En azından öksürüğü dinmişti. Yeniden konuşmaya çalışmadı. Matarayı geri uzattı. Yaşum bu kez heybesinden ufak bir ekmek parçası çıkardı. Kadına uzattı. Kadın önce ekmeğe baktı, sonra gözleri yere kaydı, başını çevirdi, döndü ve yoluna devam etmeye koyuldu.
Yaşum dinlenmek istiyordu. Dizleri ve sırtı ağrımıştı. Yolu yarılamışlardı. Az evvel kadına uzattığı ekmeği ikiye böldü. Bir parçayı ağzına attı. Matarası hâlâ diğer elindeydi. Kadının kapattığı kapağı açtı, bir yudum almak istedi.
Birden tuza boğuldu. Sanki matarası deniz suyuyla doluydu.
Öğürdü, boş midesinden iki-üç parça ekmek dışında bir şey çıkmayınca da öksürmeye başladı. Tuz sanki tüm yemek borusunu kaplamıştı. Bu mümkün değildi, yola çıktıklarından bu yana iki yudum su içmişti, o zaman su tatlıydı.
Kadına baktı. Kadın durmuş, Yaşum’a dönmüştü. Aynı boş ifadeyle iki büklüm gence bakıyordu. Göz göze geldiler. Yaşum konuşabilecek olsa, fena kabalaşabilirdi. Kadın yeniden yürümeye başladı. Yirmi adım kadar atmıştı ki Yaşum ancak kendine gelebildi. Yürümeye başladığı andan itibaren, bir sene sonranın seçilenini düşündü. Sonra düşünceleri kadının içtiği mataranın tuzlanmasına kaydı. Bunun sebebi birazdan başına gelecek olanlar mıydı? Bunun sebebi, kadının bir sene önce seçilmiş olması mıydı? Bir sonraki senenin seçilenine de bunu Yaşum mu yapacaktı?
Heyecanla karışık korku Yaşum’un içindeki yerini daha saf bir korkuya bıraktı. Kaçmayı düşündü, yapamazdı. Nereye gidecekti ki? Zaten hastaydı. Diğer köylere gitse, kimse onu kabul etmezdi. Kendi başına hayatta da kalamazdı. Buna rağmen, şu anda kaçsa hayatta kalamayacak olduğu gerçeği nedense dokuz gün sonra çıkacağı ve bir sene sürecek yolculuktan daha korkutucuydu. Üstelik bir sene öncesinin seçileni, kendisinden sonrakinin görevinden sonra bir daha kimse tarafından görülmezdi. Seçilenler de köye geri döndüklerinde bu konuda konuşmazdı zaten.
Yolun geri kalanı boyunca Yaşum’un aklından sadece başına gelecek olanlar geçiyordu. Bir sene sonraki hali şimdi yirmi adım kadar ilerisinde yürüyordu. Kadın tek kelime etmeden, öksürmeleri ve boğazını temizleme sesleri haricinde bir rahatsızlık göstermiyor oluşu hem rahatlatıcı hem de biraz ürkütücüydü. Kadının bilincinin yerinde olup olmadığı bile belli değilken bir sene boyunca bir başına hayatta kalmıştı. Yaşum, kadının seçildiği günden bu yana geçirdiği zamana ve kadının zihninin üzerindeki sise doğru yürüyor oluşunu şimdi daha iyi kavrıyordu. Kaçışı yoktu. Kaderi buydu.
Sonra beyni birden olumlu düşüncelerle doldu. Belki de seçilenler bilgeliklerini dört gün kendi köyleriyle paylaştıktan sonra, varlığını seçildikten sonra öğrendikleri, uzaklardaki bir yerlere gidiyor, münzevi bir hayata çekiliyorlardı. Veya belki de tanrıçadan aldıkları görevle bilgeliklerini denizden daha uzak yerleşim yerlerine (veya varsa ülkelere) götürüyor, oradaki insanları da aydınlatıp tam bir sene sonra dönüyor, kendilerinden sonraki seçilmişe yolu gösterdikten sonra tanrıçanın hizmetkarları arasına katılıp denizin dibindeki saraya kabul ediliyorlardı. Kadının hasta hali, yorgun görüntüsü ve boş bakışlarının sebebi muhtemelen denizin dibindeki bu saraya duyduğu özlemden ileri geliyordu.
Aklına tanrıçayla ilgili dinlediği hikayeler geliyordu şimdi. Tanrıça sadece suya hükmetmiyordu, her bir inananı onun yeryüzündeki temsilcisiydi. Aşk, yaşam, merhamet gibi tüm olumlu kavramlar hep tanrıçayla özdeşleşiyordu. Rahatsızlanan köylüler deniz suyu ve bitki karışımlarıyla iyileştirilmeye çalışılırdı örneğin. Genelde adına tapınak kurulması gibi bir kültür gelişmemişti. Ancak adına yapılan sunaklar her zaman ya denizin ya da akarsuların çevresinde olur veya yağmur suyunu toplayacak şekilde inşa edilirdi. Tanrıça suyun her damlasının, dolayısıyla hayatın hakimiydi. İsmi Atar’dı. Sakinleştiren, sevdiren, besleyen, yaşayan her canlıya emanetini verip ölümleriyle tekrar teslim alan, altı bin yıldır dünyanın bir sürü yerinde, çeşitli şekillerde ve çeşitli isimlerle onurlandırılmış, bir eskimez ilaheydi.
Yaşum hayatı boyunca Atar haricinde bir ilahın bahsini hiç duymamıştı. Eski insanlara ve yaşadıkları dünyaya dair hikayeler anlatılsa da inançlarından geriye hiçbir şey kalmamıştı. Muhakkak bir şeylere inanıyor olmalıydılar. Belki de inanmıyorlardı ve bu yüzden artık yoktular. Şimdiyse, zamanlar zor da olsa, insanlar aç da kalsa fark etmezdi. Daha azıyla yetinir, yine de tanrıçalarına isyan etmez, ona sırt çevirmezlerdi. Sonuçta yıldan yıla bir kişi seçiliyor, dokuz gün boyunca topraktan bereket fışkırıyor, hastalar iyileşiyordu. Köy halkına sorulursa, anlatıcıların yaşı arttıkça anlatılanlar daha da çılgın hale geliyor; dirilen ölüler, tükenmeyen mumlar, gençleşen yaşlılar, şaraba dönüşen sular, dağlardan inip köy halkına boyunlarını kesmeleri için uzatan geyikler, ortadan ikiye yarılan gök cisimlerinden bahseden türlü türlü hikayeler her adımda daha şaşırtıcı hale gelerek en yüksek perdeden mümkün olan en büyük kalabalığa, her cümlede artan bir heyecan ve coşkuyla anlatılıyordu.
Yürüdükleri yol sık bir ormana doğru ilerlerken, Yaşum sanki aklındaki tüm düşünceleri geride bırakacağı sınıra bakıyor gibiydi. Orman deniz kıyısını iç kesimden ayıran doğal bir sınır gibiydi. Burası tedirgin edici bir yerdi. İlginç biçimde, kuş veya böcekler bu ormanda ötmezdi. Hatta nadiren görülürlerdi. Ağaçların gövdelerinde renk renk mantarlar biterdi Esen rüzgâr yaprakları titrettikçe çıkan hışırtılar sessizliğin bir çığlığı gibi her yanı kaplardı. Böyle bir yerde, insan istese de istediği şeyi düşünemiyordu zaten.
Yaşum yorulmuştu ama ormanda dinlenmek istemiyordu. Kadın da durmalarını işaret etmemişti zaten. Ağaç dallarının arasından görülen güneş tepeye yaklaşıyordu. Yarım saat sonra son ağaçların da yanından geçtiler. Toprak zemin denize yaklaşıldıkça yerini kuma bırakıyor, sarı ve mavinin buluştuğu çizgi pek az şey tarafından bölünüyordu. Son ağacın yanında, Yaşum bir an durdu. Başını sola çevirdi, sağa doğru ufku taradı. Solda, bir-iki kilometre kadar ötede, yapay bir çıkıntının üzerinde yıkık bir binanın kalıntıları olan bir taş yığını vardı. Binanın bulunduğu çıkıntının üç yanındaki deniz irili ufaklı tekne ve küçük gemi enkazlarıyla kaplanmıştı. Sağa doğru gittikçe enkazlar seyrekleşiyor, nihayet bittikleri yerin az ilerisinde de tahta bir iskele bulunuyordu. İskeleye 6 tane, harap vaziyette sandal bağlanmıştı. Sandalların sahibi yoktu, lazım oldukça Yaşum’un köyünden veya çevre köylerden birileri bir tane daha yapıp iskeleye bağlıyordu. İskelenin bakımı da aynı şekilde yapılıyordu. İskelenin çevresinde irili ufaklı sunaklar vardı. Sunakların büyüklükleri ve şekilleri farklı olsa da tanrıçayı sembolize eden, insan gövdeli, bacaklarının yerine bir balık kuyruğu olan, bir elinde ekmek, diğer elinde bir testi tutan kabartma hepsinde ortaktı. Bakireler sunağı tam da bu sunakların karşısındaydı.
Sunakların ve iskelenin sağ tarafında görülecek bir şey yoktu. Zaten kıyı şeridi iki-üç kilometre kadar ileride yön değiştiriyordu.
Ağaçların gölgesinden çıkınca, Yaşum’un içi yeniden karanlık bir korkuyla doldu. Yol boyunca düşündüğü tüm kötü şeyleri baştan düşünmeye başlamıştı. Şu noktada, hayatta kalma içgüdüsü alarm üzerine alarm verirken, olumlu bir ihtimale odaklanmak her şeyden zordu zaten. İsteksizce bir-iki adım attı. Kadın hâlâ Yaşum’un önündeydi. Durdu, arkasına döndü, Yaşum’a baktı. Ağzını açtı, yine konuşamadı. Birkaç tıkırtı haricinde bir ses çıkmadı. Yaşum’a yaklaştı, koluna girdi. Birkaç dakika uzakta olan iskeleye doğru yürümeye başladılar. Yaşum’un adımları git gide isteksizleşmeye, yavaşlamaya başladı. Kadın zihnine çökmüş olan sisin arasından, bir zamanlar kendisinin de bu şekilde yürümesine sebep olan bir günün yaşanmışlığını anımsar gibi oldu ama içgüdülerinin esiriydi. Yaşum’u neredeyse çeke çeke iskeleye getirdi, bir kayığa bindirip ön kısmına oturttu. Kendisi Yaşum’un hemen arkasına geçti. Kürekleri tutup suya soktu.
Yaşum kaskatı kesilmişti. Midesi bulanıyordu. Karnı açtı. Üstüne daha önce hissetmediği bir yorgunluk çökmüştü şimdi. Kürek seslerini duyuyordu. Gözlerini bakireler sunağına dikti.
Sunak mermerden yapılmış, üç sütun üzerinde duran bir kubbeden ibaretti. Kubbenin hemen altında, daire şeklindeki yapının ortasında, bir kürsüyü andıran küçük bir çıkıntı vardı. Bir ara kürek sesleri durdu. Yaşum ağlamaya başlamıştı. Kadına döndü. Kadının gözlerinde ilk kez bir duygunun kırıntılarını, hatta belki de karışımını görüyordu. Kadının elinde minik bir şişe vardı. İçi simsiyah bir sıvıyla doluydu. Kadının kendisine ilaç gibi bir şey verdiğini düşündü. Veya belki de ritüellerin bir parçası olan bir sıvıydı. Kolunu uzatsa da hali yoktu ki. Kolu titreyerek aşağı indiğinde, Yaşum dengesini kaybetti. Kadın hızlı davrandı, Yaşum’u tuttu. Yerinden hafifçe doğrularak Yaşum’u kendine çevirdi. Elindeki minik şişenin ağzındaki mantarı çıkardı, Yaşum’un çenesini tuttu, ağlayan gözlerine bakarak küçük şişeyi Yaşum’un ağzına dayayıp döktü.
Yaşum ölümüne tuzlu sıvının tadını ilk aldığında tükürmek istedi, beceremedi. Kusmak istedi, öğüremedi bile. Sanki sıvı vücuduna tutunuyor, damarlarında dolaşmaya başlayabilmek için büyük bir sabırsızlıkla gencin midesine doğru var gücüyle ilerliyordu. Yaşum genzindeki tuz tadından kurtulabilmek için defalarca yutkunurken, alnından vücuduna yayılan sıcaklığı hissetti.
Önce her yer bulanıklaştı, sonra kapkaranlık oldu.
* * *
Her yer ve her şey arasındaki farkı anlamak zordur. Birbirine çok yakın şeyler ifade ederler. Hele hele yerin şeyle, şeyin her yerle aynı anlamı ifade ettiği, bireyin hiçbir şeye sahip olmadığı ve normları böyle kırdığı anlarda oturan bir bilinçtir yerin şey oluşu. Ve insana nadiren dokunur bu bilinç, artık adını kimsenin hatırlamadığı bir ressamın bir tablosunun artık çoktan kaybolmuş üst yarısının insanlığa bir zaman ifade ettiği gibi.
Yaşum gözünü açtığında ormana bakıyordu. Köyüne yürüdü ve sekiz gün boyunca köyüne bereket ve şifa dağıttı.
Sekizinci gün, beyninde ilk resim canlandı. Derisi balık pullarıyla kaplı kadınlar sudan çıkmıştı.
Tanrıça az ileride suyun üzerinde yükselmişti. Tıpkı Yaşum’un hayal ettiği gibiydi, tasvir edildiği üzere balık kuyruklu, çıplak bir kadındı. Sadece elleri boştu. Yaşum korkuyla titrediğini, titreyerek bir önceki yılın seçilmişine baktığını hatırlıyordu. Kadın sanki yıllardır görmediği ama çok iyi tanıdığı aşığına bakıyordu. Sanki kavgalılardı, dilemesi gereken tüm özürleri dilemişti ve şimdi sadece merhamet bekliyordu.
Tanrıçanın görüntüsü Yaşum’la bir önceki yılın seçilmişine yaklaştı. Yaşum hâlâ durumu anlamaya çalışıyordu. Başını aşağı çevirdi. Sunak mı tanrıçaya yaklaşıyordu, tanrıça mı sunağa, emin olamıyordu. Tanrıçanın iki elinde iki küçük testi vardı. Bir önceki yılın seçilmişi cesaretle öne çıktı, kendine uzatılan testiyi, Yaşum’a örnek olmak istercesine gösterişli bir şekilde alıp tek hamlede kafasına dikti.
Yaşum kendine hâkim olamıyordu. Sanki bir önceki senenin seçilenin içtiği ve tuzlu hale getirdiği tüm suyun tuzu şimdi boğazında yükselmiş, bir damla temiz suya hasret kalmıştı. Kollarını ileri uzattı, ne kadar uzattığından emin değildi. Testi ellerini buldu, parmakları testinin kenarlarını kavradı, testi dudaklarına uzandı, ağzından içeri boşaldı.
Balık pullu kadınlar şimdi güneşte bir başka parlıyordu. Seçilmişi kollarından tutup okşayarak, öpüp koklayarak sunağın çıkıntısına yatırdılar. İyodun keskin kokusu Yaşum’un gözlerini yaktığından, zaten bulanık olan hatıralar iyice bulanıyordu. Yaşum kadınların pul kaplı bacaklarına baktığını, içinde yükselen şehveti belli belirsiz hissediyor, kanın vücudunda aktığı yerleri kontrol etmeye çalışsa da hayal kırıklığına uğruyordu.
Kadınlar seçilmişi yanaklarından öpmeye başladılar. Çenesine, boynuna, göğsüne, omuzlarına, kollarına indiler.
İçlerinden biri dişlerini kadının karnına geçirdi. Bir önceki senenin seçilmişi, keyifle atıldığı çok belli olan bir çığlık attı.
Çığlıklar çok çabuk kesildi. Hepsi kısa süre sonra acılı inlemelere dönüşmüştü.
Kan gövdeyi götürürken, bir önceki seçilmişin vücudu titremeyi henüz bırakmışken, pullu kadınlardan biri seçilmişin karnından kapkara renkli, oval bir şekli kavrayıp havaya kaldırdı.
Tanrıça gülümsedi.
* * *
Yaşum uyandığında zihninde bir ses vardı.
“Yumurtam… içinde…”
“Emanetim… dokuz günlük bereket…”
“Bir senelik esaret.”
Yaşum yatağından kalktı. Gün henüz ağarmamıştı. Köyün hiçbir yerinden çıt çıkmıyordu. Evinden çıktı. Boğazındaki tuzdan kurtulmaya çalışırcasına öksürerek ağaçların arasına daldı.
Merhaba,
Öykünüzde sıfat ve adlaşmış sıfatlar oldukça cömert kullanılmış. Özellikle seçilmiş, şanslı-şanssız, vazgeçilebilir gibi kelimeler birden fazla kullanıldığı için biraz göz yoruyor. Belki biraz azaltma yoluna gidebilirsiniz.
Kadın kelimesi de aynı şekilde çok fazla kullanılmış gibi geldi bana. Bazen art arda birkaç cümle kadınla başlamış. Bunları da alternatif kelimeler yoluyla azaltabilirsiniz.
Konu güzeldi, fakat köyün olağan yaşantısı ve kültürünü anlatan uzun paragraflar, okurken dikkatimi dağıttı. Bunlar öykünün başında kısaca anlatılsaydı ve biz yalnızca Yaşum ve önceki seçilmişin neler yaptığını okusaydık biraz daha derli toplu ve akıcı olurdu diye düşünüyorum.
Emek verilmiş bir öyküydü. Elinize sağlık.