Böyle doğmuşum. Bir ucube olarak. Hepsinden farklı, hepsinden çirkin. Gerçi normal biri gibi doğsaydım da kaderim değişmeyecekti, bunu çok sonra anladım. Ama o zaman küçük bir çocuktum. Hiçbir şeyden haberim yoktu. Nasıl olsun ki? İyiyi, kötüyü, doğruyu, yanlışı nereden bilebilirdim ki? Kuralları, töreleri nereden bilebilirdim?
Keşke beni o gece, doğduğum o lanetli gecede yaksalardı. Keşke derimi eritecek, etimi kavuracak alevler o geceyi aydınlatsaydı. O, ölümden daha korkunç bembeyaz yüzleriyle bana bakıp gülselerdi. Bunları asla yaşamamış olacaktım. Ama olmadı. Çünkü onları delicesine korkutmuştum. Çünkü ben bir ucubeydim.
Doğar doğmaz hissedebildim, dinleyebildim, anlayabildim hatta konuşabildim.
Ancak kabilenin diğer çocuklarının aksine ilk hissettiğim şey karşılıksız sevgi değil, sıcaklıktı. Yakıcı bir sıcaklık.
İlk dinlediğim sözler ‘Canım yavrum, güzel kızım, aslan oğlum’ değil, ‘Ucube! Yakalım onu!’ haykırışlarıydı.
Anladığım ilk kavram aile değil cinayetti. Ya da katliam, şu an tam olarak hatırlayamıyorum.
Ne yazık ki ilk sözlerim diğer çocuklarla aynıydı. Ben de ‘anne’ demiştim.
Çünkü ağzımdan çıkan ilk cümlede yüzüm, gözyaşlarıyla dolu gözlerimin önündeki devasa ateşle aydınlanmıştı.
Çünkü annem canlı canlı yanıyordu.
Töre!
Söylemesi bile midemi bulandırıyor.
Töre! Nefret ediyorum törelerinden.
Töre! Annemi köyün ortasında yakmalarının sebebi o korkunç töreleri!
Ölüye saygıyı hiçe sayan, ancak annem canlı canlı, haykırarak yanarken, yine de “Oğlumu bağışlayın” diye yalvarırken, etrafında oturup keyifle ellerini ısıtmalarını, kahkahalar eşliğinde birbirlerine hikayeler anlatmalarını normal sayan o töreleri!
Bu halde olmamın sebebi o kahrolası töreleri!
“ANNE!”
Beni duymuşlardı. Yeni doğan bir bebeğin konuştuğunu dehşet içerisinde işitmişlerdi. Ne yapacaklarını bilemediler. En sonunda büyük kavgalarının ardından o kararı verdiler. Kabile şefi, beni de yakmanın kabileye lanet getireceğini söylemişti. Zavallı bir kadını bağlayıp yakan o ‘cesur’ erkekler birden korkuvermişti. İtiraz edemediler. Asla unutmayacağım o gecenin sabahında, kabile şefi beni, yani yeni doğmuş, küçücük bebeği kucakladı. Yüzü, o kocaman ayaklarının içine gömüldüğü karlardan daha beyazdı. Gözleri ise o karlardan çok daha soğuk. O gözlere baktım, o gözlerde bir şeyler aradım. Büyük şef bunu fark etti ve söyleyecek sözleri, okuyacak duaları ya da haykıracak lanetleri varsa da vazgeçti. İşi çabucak bitirdi. Beni suya fırlattı.
Küçücük bir an için suda yüzümün yansımasını gördüm. Haklılardı.
Ben bir ucubeydim.
Ölmeyi diledim. Acı dayanılacak gibi değildi. Hayır, buz gibi suyun içime işlemesinin acısı değildi bu. Ya da metrelerce yükseklikten aşağı atıldığımda vücudumu paramparça eden kayaların acısı da değildi. Bu acı kalbimdeydi. Dehşet, hüzün, merak, korku… Ya da hepsi.
Ama beni hayatta tutan başka bir şey vardı. Öfke.
Öfke beni sürükledi, öfke beni dondurucu suda ısıttı. Öfke yaralarımı sardı. Günler, haftalar belki de aylar sonra karaya çıktım. Evet, DOĞDUĞUMDAN BERİ hiçbir şey yememiştim. Ne acı değil mi? Zayıflayan bedenimin aksine kocaman olmuş tırnaklarımla bulabildiğim ilk dala tutundum ve kendimi çektim. Belki de hayattı bu tutunduğum.
Uzun bir süre yattığım yerden kalkamadım. Ölmek üzere olduğum kesindi. Gözlerim kadar küçülmüş midem, içeriden haykırıyordu. Son bir çabayla doğruldum ve hayatımda ilk kez beyazdan başka renkler gördüm. Ama düşünecek zaman yoktu. Yerde duran yeşil şeyleri ağzıma attım. Ne olduğu ya da tadı umrumda değildi. Sadece yemem lazımdı. Zehirli olup olmadığını düşünmedim bile. Zorlukla yuttuğum ilk lokmaların ardından hemen kustum. Vücudum kaldıramadı. Ancak yemem gerekiyordu. Devam ettim. Midem kasıldıkça acım büyüyordu. Ama yine de devam ettim. Defalarca kustum. Bir süre sonra kusmalarım azaldı. Ne kadar süre yedim bilmiyorum ama en sonunda midem pes etti. Yedim, delicesine yedim. Ölümden kaçmak için yedim. Gücüm tekrar tükendiğinde ise kendimden geçtim.
Ne kadar baygın kaldım bilmiyorum. Ama gözlerimi açtığımda gökyüzünde harika bir şey gördüm. Korkutucu derecede güzeldi. Gözümü yakıyor ama içimi ısıtıyordu. Kardan, buzdan, beyazdan çok daha güzeldi. Evet güneşi ilk görüşümdü bu. Bakabildiğim kadar baktım. Her yerim ağrıyordu ama kendimi iyi hissediyordum. Doğruldum ve ilk defa etrafımı izleme şansı buldum. Kocaman şeyler vardı. Ağaçlar. Daha kaç günlük olduğumu bile bilmiyordum ama korkusuzca ormana girdim. Sanki asıl olmam gereken yer burası gibiydi. Aylarca dolaştım. Midem o yeşil şeylere alışmıştı artık. Açlık çekmiyordum. Ve görünüşe göre de çekmeyecektim. Çünkü binlercesi etrafa yayılmıştı. Tek düşmanım yalnızlıktı. Beni içeriden öldüren bir düşman.
En sonunda inanılmaz bir şeyle karşılaştım. Bana benzeyen, ama derilerinin renkleri farklı olan iki kişi gördüm. Bir anne ve bir çocuk. Neşeli bir şekilde etrafta dolanıyorlardı. Hemen yanımdaki ağaca tırmandım. Yaklaşmaya başladılar. Kalbim deli gibi atmaya başladı. Şüphe götürmeyecek kadar kesindi. Konuşuyorlardı. Konuştukları her şeyi önlenemez bir heyecanla anladığımı fark ettim. Evet! Onları anlıyordum. Çocuk annesine ‘acıktım’ demişti. Annesi ise ‘sabret’. Yanlarına inmek için sabırsızlanıyordum. Onlarla konuşmalıydım. Hayatımda ilk defa birileriyle konuşmalıydım.
Ama durdum. Çünkü korktum. Ya onlar da kötüyse? Ya bana bir zarar verirlerse? Güvenmekten bu kadar korktuğum için kimse bana kızamazdı. Çünkü ben bu hayata gözlerimi ölümle açmıştım. Yine de bu ikiliyi takip etmeye karar verdim. Aylarca korku içerisinde dolaştığım için dikkatli olmayı çok iyi beceriyordum. Kendimi fark ettirmeden ilerledim. En sonunda bir açıklığa geldiler. Onlarca kişi vardı etrafta. Hepsi de takip ettiğim ikiliye benziyordu. Hepsi siyah tenliydi. Kalbim deli gibi atmaya başladı. Neredeyse aralarına dalıp ‘Ben de buradayım!’ diye çığlık atacaktım. Gerçi adımı bile bilmiyordum. Bu dürtüyü zorlukla da olsa bastırdım. İzlemeye devam ettim.
Bu hayatta yaptığım en doğru şeydi sanırım.
Çünkü gördüğüm şey o kadar tanıdıktı ki düşüp bayılacaktım.
Yetişkin bir adam vardı ortada. Ağaca bağlanmıştı. Bağırıyordu. Etraftakiler şeytani bir zevkle çığlıklar atıyordu. En yaşlıları “Başlayın!” diye bağırdı.
Nefes almayı bile unuttum o anda ve ne yazık ki kocaman olmuş gözlerimi kapatamadım.
Aldıkları emirle, anında ağaca bağlı adama doğru koşturdular. İlk varan uluyarak adamın boğazına sarıldı. Diğerleri de geldiler. Çıplak elleriyle zavallı adamı parçalamaya başladılar. İç organlarını net bir şekilde görebiliyordum. Ağlamaya başladım. Daha kötüsü olamaz diye düşündüm ama yanılmışım.
Adam daha canlıyken onu yemeye başladılar.
Bu kadar saf bir dehşeti kaldıramayacaktım. Son gördüğüm şey ise hala kabuslarımda beni takip ediyor.
Takip ettiğim neşeli çocuk adamın kalbini zevkle yemeye başlamıştı.
Daha fazla durmayacaktım orada. Hemen aşağı indim. Kaçmak için hazırlanırken bir haykırış duydum ve olduğum yerde kalakaldım. Korku kafatasımdan aşağı buzdan bir zehir gibi yayıldı. Bu hayatta duyduğum ilk kelimeyi tekrar duymuştum.
Ucube.
O kısa anda her şeyi düşünmeye başlamıştım. Yakalandım. Gördüler beni. Kaç. Kaçamam. Ağaca çık. Hemen. Öldürecekler beni. Parçalayacaklar. Kaç. Yapamam. Ayaklarım hareket etmiyor. Kaç. Bana doğru geliyorlar. Kaç. Kafam patlamak üzereydi ama hareket edemiyordum. İğrenç bir çaresizlikle korkunç ölümümü beklemeye başladım. Hatta ilk darbenin nasıl geleceği üzerine tahminler bile yürütüyordum.
Bekledim. Korkarak. Titreyerek.
Arkama bakamıyordum. O gözlerle yüzleşmek yerine doğrudan ölmek daha iyiydi. O şeytani yüzlerine bakamazdım.
Bekledim. Ama gelmediler.
En sonunda arkamı dönebildim. Kimse yoktu. Ne kadar süredir tuttuğumu bilmediğim nefesimi verdim. İçimdeki o merak hissi beni kemiriyordu. Geri dönmek, izlemek istiyordum. Aptalcaydı. Ama dayanamadım. Ve döndüm. Yine de o kadar aptal değildim. Az öncekinden daha güvenli bir ağaca tırmandım. Görülmem zordu, görüldüğümde de kaçmam kolaydı. İzlemeye başladım. Zavallı adamın olduğu yere bakmaya cesaret bulduğumda endişelerimin boşa olduğunu anladım. Orada mide bulandıracak bir şey yoktu.
Çünkü orada hiçbir şey yoktu.
Kalmamıştı.
Sadece kan.
Tüylerim ürperdi. Nefes almaya bile korkarak kalabalığa çevirdim bakışlarımı. Tartışıyorlardı. Tam olarak duyamıyordum. En sonunda o soru aklımı buldu.
Beni görmedilerse neye ucube dediler?
Tüm duyularımı kapatıp kulaklarıma güç verdim ama başaramadım. Duyamıyordum. Arada sesleri yükseliyor, birbirlerini itmeye hatta hırpalamaya kadar ilerliyorlardı. Sonra tekrar sakinleşiyorlardı. En sonunda az önce o korkunç emri veren adam yere eğildi ve eline bir şey aldı.
Bir çocuk.
Ağzımı son anda kapatmasam haykıracak ve aptal gibi ölecektim. Çığlığım parmaklarımın arasından sessizce kurtuldu ve zararsız bir şekilde tatlı rüzgara karıştı.
Gördüğüm şeyde yanılıyor olamazdım. Adamın tuttuğu çocuk şüphe götürmeyecek şekilde bana benziyordu. Diğerlerinden çok farklıydı. O delilik anında öldüğümü, şu anda ruh olduğumu ve tuttuğu çocuğun kendim olduğunu bile düşündüm. Benzerlik delirtecek kadar fazlaydı. Zavallı çocuk çırpınmıyordu. Az önce bağıran kalabalık geri çekilip sinmişti. Havada duran çocuktan sanki zehirliymiş gibi korkuyorlardı. Yaşlı adam çocuğu az önce adamı bağladıkları yere götürdü. Çocuk o an çırpınmaya başladı. Anlamıştım. Az önceki adam babasıydı ve çocuk babasının kanı üzerine bulaştığında delirmeye başlamıştı. Yine de oraya bağladılar. Kaçamayacağından emin olduklarında ise dağıldılar.
Bir süre bekledim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Geçmişimi izliyordum adeta. Bu yüzden bir şeyden emindim.
Kısa bir süre sonra bu çocuğu da öldüreceklerdi. Sadece nasıl olacağını bilmiyordum.
Kaçmalı mıydım? Elbette. Ama yapamadım. Delirmiş olduğuma emin olarak geceyi bekledim. En sonunda sessizce ağaçtan indim. Her adımıma dikkat ederek ve attıktan sonra etrafı izleyerek, ilk duyduğum seste deli gibi kaçmaya hazır olarak ilerledim. Mesafe hiç de uzun sayılmazdı ama sanki asla bitmeyecek gibiydi. Kimseye görünmediğimi umut ederek zavallı çocuğun bulunduğu ağaca arkadan yaklaştım. Kalbim yine atmaya başladı. Ama bu sefer korkudan değil. Heyecandan. Çünkü hayatımda ilk defa birisiyle konuşacaktım. Nefesimi tuttum ve kendimi aklımın uçurumundan aşağı bıraktım.
Hızlı ama anlaşılır bir şekilde konuşmaya çalışarak “Şimdi sakın sesini çıkarma, seni buradan kurtaracağım.” dedim.
“Sen kimsin?” diye fısıldadı. Bu bir kızdı. Yine hızlı olmalıydım. “Merak etme sana zarar vermeyeceğim.” dedim ve cevabını beklemeden sıkıca bağlanmış ipleri kocaman tırnaklarımla bir bir kopardım. Son ipten önce de “Şimdi sessizce arkaya doğru gel ve sonra da kaçmaya hazır ol.” dedim. Kız “Tamam.” dedi. Bana güvenmişti ve yüzünü göremesem de az önceki panik hali kaybolmuş gibi gelmişti. Son ipi de kopardım. Tahminimden de hızlı bir şekilde ağacın arkasına geçti. O anda bile yüzüne bakakaldım. Çok güzeldi. Yüzü sessiz gözyaşlarıyla süslenmişti. Hemen elinden tuttum ve kendime çektim. Daha fazla açıklama yapmaya gerek yoktu. Koşmaya başladık. Ormanı belki de kendimden bile iyi tanıyordum. İzimizi bulamayacakları patikalardan, kokumuzu alamayacakları ağaçlıklardan geçtik. Hiç konuşmamıştık. En sonunda bitkin düştük. Görülmeyeceğimizden emin olduğum bir noktaya çıkardım kızı. Ayakta zor duruyordu. Hemen yiyecek topladım ve kıza uzattım. “Ye.” dedim. Düşünmeden ağzına attı. Başına ne geleceğini biliyordum ama korkutmak istemedim. Yemesi gerekiyordu. Ama bana olan ona olmadı. Kusmadı. Oldukça hızlı bir şekilde yuttu verdiklerimi ve bulunduğu yere yığıldı. Bayılmıştı.
Başında nöbet tuttum. Ama gözlerim sürekli kızın güzel yüzüne kayıyordu. Öğlene kadar uyudu ve sonunda gözlerini açtı. Beni görünce panikle geriledi ama sonra kontrolü ele aldı ve “Teşekkür ederim.” dedi. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Hayretle onu izlemeye devam ediyordum. Kız ağlamaya başladı. Bekledim çünkü hala ne demem gerektiğini bilmiyordum. Aklım sorularla doluydu ama onun durumu benden daha kötüydü haliyle. Ağlaması aniden kesildi. Gözleri öfkeyle parladı. “Babamı öldürdüler.” dedi. “Biliyorum.” diye hüzünle cevap verdim. “Ama neden bilmiyorum.” diye sessizce söylendim kendi kendime. Kız duymuştu sorumu ve cevap verdi.
“Çünkü babam töreyi çiğnemiş!”
Töre!
Aklım karışmıştı. Sormak zorundaydım. Sordum da. “Ne töresi?”
“Annem düşman kabiledenmiş. Beyazlardan. Kim onlar bilmiyorum.”
Gerçek, acımasız bir kurşun gibi zihnime saplandı. Beyazlar. Ben biliyorum. Beyazlar. Annem gibi. Annemi yakanlar gibi. Beni ölüme terk edenler gibi. Babam bir siyahtı demek. Düşman kabileden.
Kaybetmek üzere olduğum aklım elverdiğince bildiklerimi, yaşadıklarımı, anladıklarımı, tahminlerimi açıklamaya çalıştım. Ben konuşurken ikimiz de ağlıyorduk. Sarıldık birbirimize. Hıçkırıklarımız birbirimizin omzuna süzülüyordu. Saatlerce ağladık. Lanetler okuduk. Tekrar ağladık.
En sonunda intikam yemini ettik.
Bize bu acıları yaşatanları yaşatmayacaktık.
Bildiğim her şeyi ona öğrettim. Ormanda yaşamayı, saklanmayı, yiyecek bulmayı. İçimizdeki öfke bizi kusursuz avcılara dönüştürmüştü. Ya da, belki de daha da korkuncu, damarlarımızda dolanan soylarımızın kanı bizi bu kadar ölümcül katiller yapmıştı. Sonuçta vücudumuzda iki soydan gelen izleri de taşıyorduk. Ne tam siyahtık, ne tam beyaz. Keşke gri olsaydık ama öyle değildi. İkisi de vardı bizde.
Ben onun göğsünde annemi, o benim gözlerimde babasını arıyordu belki de. En başta birbirimize aşık olmuştuk zaten. Ama asla birlikte olmadık. Yapamazdık. Bir çocuğumuzun olma fikrine katlanamazdık. Çünkü en başta biz de çocuktuk ve başımıza gelenler ortadaydı. Bütün bunları kendi çocuğumuza yaşatamazdık.
Yine de intikamın tadı bambaşkaydı.
Yıllar boyunca annemin soyu olan beyazlardan, babasının soyu olan siyahlardan intikamımızı aldık. Şeytani arzularını, korkularını, tüm sırlarını öğrendik. Zayıf noktalarını da. Örneğin görme ve işitme duyuları zayıftır. Bu yüzden gece, sessizce gidersen o kalın boğazlarını kolayca kesip, iğrenç kanlarını yere akıtabilirsin. Bunu sakın unutma. Daha sonra istersen o kahrolası vücutlarını parampa…
Neyse, ne diyordum. Hah! Ölüm tek gerçeğimiz olmuştu. Gözümüz karaydı. Hem gerçek anlamda, hem de mecazi. Artık bir düşmanları olduklarının farkına varmışlardı. Gece baskınları canlarından bezdirdi. Toplantılar yapıyor, kavgalar ediyorlardı. Birer ikişer kabilelerini terk ettiler. En sonunda neredeyse tüm kabileleri dağıttık. Hepsi yalnızdı artık.
Öldürmesi daha kolay ve daha zevkli.
Bir akşam, yine başka bir pusuda ikimizi de delirten bir manzarayla karşılaştık. Dağılmamış bir kabile vardı. Siyahlar yine o ölümcül danslarını yapıyorlardı. Ve evet! Orada bir çocuk vardı. Bizim gibiydi. Nefret damarlarımızdan ateş olarak çıkıp gözlerimize yansımıştı. Çocuğu kurtarmalıydık. Ve hepsini öldürmeliydik. Ama önce çocuk.
Geceyi bekledik. Çocuğu bağladıkları ağaca yaklaştık. Her şeyin çok daha güzel olacağını umarak çocuğa fısıldadım. Daha önce yaptığım gibi.
“Şimdi sakın sesini çıkarma, seni buradan kurtaracağım.”
Zavallı çocuğun ne acılar çektiğini tahmin edebiliyordum ama tahmin edemediğim şey çocuğun korkuyla çığlık atmaya başlamasıydı. Ne yapacağımı bilemiyordum. Kurtarmalı mıydım, yoksa kaçmalı mı? Bu kararsızlığım bana pahalıya patladı. Siyahlar bağırarak bize koşturmaya başladı. Çok hızlılardı. Tahminimden de hızlı. Çaresiz bir çabayla çocuğun iplerini koparmaya başladım. Üç ya da dört tane siyah üzerime atladı. Panik sarmıştı her tarafımı. Arkamdan “KAÇ!” sözünü duydum. Kafamı kaldırdım. Hayat arkadaşım çığlık atarak siyahların üzerine çullandı. Bakakalmıştım. Boğazı parçalanmadan önce bana bakıp son bir kez daha “Kaç.” diyebildi. Zaten çocuk da öldürülmüştü. Olanlara inanamıyordum. Orada kalıp parçalanmayı diledim. Ölüm sonunda yıllardır aradığım huzuru getirebilirdi.
Ama kaçtım. Karım, sevgilim, tek dostum beni kurtarmak için canını feda etmişti. Boşuna ölmemeliydi.
Kaçtım. Günlerce kaçtım. Ağlamaktan gözlerim kanıyordu. En sonunda bayılmıştım.
Uyandığımda kafese kapatılmış olduğumu fark ettim. Umrumda değildi. Hatıralar içimi parçalıyordu. Göz yaşım kalmamıştı bile. Beni kafese kapatanların garip yaratıklar olduğunu fark ettim. Ne kaçacak yerim vardı ne de savaşacak gücüm. Olduğum yerde bekledim. Ama bu garip yaratıklar düşman değil gibilerdi. Bana yemek verdiler. İstemeye istemeye yedim. Sonra bana sarıldılar. Şaşırdım. Ben acımasız bir katildim. Ben duygusuz bir ölüm saçandım. Bana neden sarılmışlardı ki? Ama hüznümün yükü çok ağırdı, kaldıramadım. Ben de onlara sarıldım. Yine ağlamaya başladım.
Daha sonra yanıma benim gibiler gelmeye başladı. Hepsi benim yaşadığım şeyleri yaşamıştı. Birbirimizle konuşmak bile acı veriyordu. Sayımız arttı. Ama yine de çok azdık. Kaybedenler kulübü bile denebilir. Birbirlerini sevdiler, arkadaş oldular, aşık oldular. Ama asla çocuk yapmadılar. Yapamazlardı. Çünkü ne kadar zaman geçerse geçsin acılar tazeydi. Çoğalmayacaktık.
İşte hala buradayım. Çok zamanımın kalmadığını biliyorum. Soyumuzu tüketiyorlar. Dışarıda bir yerlerde hala bizi öldürdüklerine eminim. Töreleri için. Bunları sana anlatıyorum. Çünkü biliyorum ki sen bizim intikamımızı alacaksın. Dediğim gibi. Gece! Sessizce! Boğazlarını kes! Kanlarını akıt! Sende bir güç var. Bunu hissediyorum. Şimdi git ve siyahlarla beyazları doğduklarına pişman et. Bizim için! Hadi!
“Pan-da.”
Boynunda fotoğraf makinası olan kadın yanındaki kocasının ellerini çekiştirdi.
“Bak hayatım! Bak! Panda oğlumuza bir şeyler anlatıyor! Ne kadar tatlılar şunlara bak.”
- Sesimi Duyan Var Mı? - 15 Nisan 2017
- Viking Kanı - 15 Mart 2017
- Ucube - 15 Şubat 2017
Merhabalar ve seçkiye hoş geldiniz. Öykü güzelce işlenmiş ve sonu güzel bağlanmış. Sayenizde pandaların neden üremediklerini de anlamış oldum 🙂 Verilmek istenen mesaj da yerindeydi hani. Girişte ikinci paragraftan sonra tek bir paragrafta verilebilecek satırları neden ayırdığınızı çözemedim bir tek.
Bu arada kitabınız için olumlu yanıt alırsınız umarım. Gelecek seçkilerde de görüşebilmek ümidiyle.
Merhabalar. Değerli yorumlarınız ve güzel dilekleriniz için teşekkür ederim. Okurken birazcık bile keyif aldıysanız ne mutlu.
Zavallı kahramanımız doğar doğmaz hissedebiliyor, dinleyebiliyor, anlayabiliyor ve konuşabiliyor. Satırları ayırma sebebim, tüm bunların ona güzel bir armağan değil acı verici bir ceza olduğunu vurgulamaktı.
Tekrar teşekkürler.
Saygı ve sevgilerimle
Merhabalar. Değerli yorumlarınız ve güzel dilekleriniz için teşekkür ederim. Okurken birazcık bile keyif aldıysanız ne mutlu.
Zavallı kahramanımız doğar doğmaz hissedebiliyor, dinleyebiliyor, anlayabiliyor ve konuşabiliyor. Satırları ayırma sebebim, tüm bunların ona güzel bir armağan değil acı verici bir ceza olduğunu vurgulamaktı.
Tekrar teşekkürler.
Saygı ve sevgilerimle
Merhaba,
Akıcı bir öyküydü. Okurken “panda”yı aradı gözlerim ve finalde karşılaştık kendisiyle. Enteresan bir finaldi.
“Tek düşmanım yalnızlıktı. Beni içeriden öldüren bir düşman” / güzel bir ifade
Bence de biçimsel olarak dağınıklık var gibi. Siz vurgu amaçlı ayrı yazdığınızı belirtmişsiniz ama bana biraz fazla geldi. Biraz daha toplu olabilir özellikle öykünün ilk kısımları.
Öyküye seçtiğiniz konu “Fil Adam”ı çağrıştırdı bana ve onun meşhur repliğini: “I’m not an animal. I’m a human.” Çok sevdiğim bir filmdir.
Güzeldi öykünüz. Kaleminize kuvvet.
Bu arada aynı yarışmaya katılmışız, NBeyin’in yarışması 🙂
Yorumlarınız ve uyarılarınız için teşekkürler. Beğenmenize ayrıca sevindim. Sizi zaten tüm yarışmaların derecelerinde görüyorum:) Başarılarınızın devamını dilerim.
Saygı ve sevgilerimle.
Merhabalar. Sevgiyi, nefreti panda naifliğinde anlatan, akıcı, dinamik, güzel bir öykü olmuş. Elinize sağlık..
Merhabalar. Nazik yorumunuz için çok teşekkür ederim. Beğenmenize sevindim.
Saygı ve sevgilerimle.