Valerie uyanmayı severdi ama uykuyu sevmezdi. Uyku onun hemen geçip gitmesini istediği zorlama bir süreçti, angaryaydı. Gün içinde yapacağı eğlenceli ve birbirinden farklı şeyler olduğu için değil, Valerie uyuduğunda yok olurdu. Annesi ve babası ona yatağında uyuduğunu söylerlerdi ve dokuz yaşındaki kızları bir sabah onlara “Gözlerimi kapadım ve açtım, gece yine bitmiş” dediğinde bile aldırış etmediler. Bunu sonraki sabahlarda da pek çok kez dile getirdiyse de anlamadılar. Dokuz yaşındaysanız büyüklerin sizi dinlemesi çok kolay değildir. Elbette dinlerler ama “Ah ne tatlı, suratına bak, nasıl da sevimli cümleler kuruyor. Akıllıdır benim kızım!” şeklinde saçmaladıkları az görülen bir durum değildi.
Bir gece babası onu iyi geceler öpücüğü ile yatırdığında ve odanın gece lambası dışında tüm ışıklarını söndürdüğünde Valerie onlarca gecedir süre gelen sinir bozucu zaman atımına son vermek adına bir değişiklik yaptı ve basitçe, uyumadı. İlk olarak yataktan kalktı. Yumuşak nevresimlerin cezp edici havasından sıyrılmak önemliydi. Daha sonra odasındaki oyuncak bebekler ve pek değer verdiği minik çay takımı ile süslü masasına ses çıkarmadan yürüdü. Masasının başında bir ayna vardı. Planını daha önce uzun uzun tasarlamıştı ama bunu gerçekten yapmak yürek istiyordu. Çekmeceden bir bant çıkardı ve düzgünce iki çift parça kopardı. Aynada gözlerini dikkatle düzelterek üst kirpiklerini kaşlarına ve alt kirpiklerini yanaklarına bantladı. “Tamam, şimdi uyku gelmeyecek çünkü gelirse onu görebilirim.”
Aslında planı orijinal değildi. Okulda bir arkadaşı ona Santa Claus’dan korktuğunu ve her Noel’de bu yüzden kirpiklerini bantladığını söylemişti. Bu sayede Santa’nın ondan korkacağını düşünmüştü Valerie ama kız ısrarla, “Onu göreceğimi bilirse odama girmez!”diyordu. Hoş, fikri veren arkadaşının pek çok tüyü eksikti ve saçlarını da kendisi kesiyordu ama Valerie’nin aklına daha kullanışlı bir fikir gelmemişti.
Valerie bekledi. Beklemekten başka yapacak işi yoktu. Daha önce geceler onun için var olmayan bir zaman zarfıydı ama şimdi aslında bir günün aslında ne kadar uzun olabileceğini yeni yeni anlıyordu. Odası sessizdi. Gece lambasının ışığında dans eden minik tozları izliyordu. Ev genelde tozlu olurdu. Annesi tembel bir kadın değildi ama o da babası gibi çalışıyordu ve ailesi arkadaşı Haley’nin evindeki gibi bir hizmetçi tutabilecek durumda değillerdi. Sahi bir hizmetçileri olsaydı hayatı nasıl olurdu? Valerie bunu düşünürken buldu kendisini. Kafasının bulandığını fark ettiğinde kendisine hızlı ve sessiz bir tokat attı.
Odanın karanlık havasından kurtulması gerekiyordu. Eğer güneşin doğuşuna kadar ayık kalabilirse bu küçük kızın zaferi sayılacaktı. Valerie ailesi ile beraber önceki sene ölen dedesinin evinde yaşıyorlardı. Küçük apartmanlarından taşındıkları zamandan beri bu ev kız için bulunmaz bir cevherdi. Her oda bir macera, her kat farklı bir dünyaydı. Ancak bunca zaman boyunca girmediği bir yer vardı.
İkinci katın tavanında bir kapak vardı. Kapağın yanında yaylı bir asma merdiven ip mekanizmasına aşağıdan birisi asıldığında yavaşça aşağıya iniyordu. Valerie eve bir sene önce geldiğinde eli ipin ucuna ulaşamamıştı. Ancak o gece bir gözü bantlarını kapanmak için deli gibi zorlarken tavan arasını keşfe çıkacaktı.
Ayak parmakları ucunda doğrularak ipe dokunup çektiğinde eve ilk geldikleri günü anımsadı. Valerie basit bir akla sahipti. Olayları büyütmezdi ve hayal gücü vasattı. Ancak ev ona sahip olmadığı tüm malzemeyi veriyor gibiydi. Her duvardaki çatlak, her oyuktaki böcek ve her akmış tavan farklı bir motife sahipti. Dedesinin yüzü geliyordu aklına mutfağa girdiğinde. Oturma odasında o henüz farkında olmasa da ilk aşkı Rafael’in tahtadan bisikletini birlikte boyadıkları günü anımsıyordu çünkü yeni boyanın altındaki renk bisikletinki ile aynıydı, kırmızı. Hele o arka bahçe yok muydu, her yanda dedesinin o çok sevdiği mavi çiçeklerden vardı. Sanki hiç solmuyorlardı.
Merdivenler gıcırdamadı ve o da sessiz sedasız yukarıya tırmandı. Babasının tavan arasına çıktığını hiç anımsamıyordu. Temizlenmemiş olmalıydı ve yanında bir fener getirmediği için dudaklarını yemek ile meşguldü. Kapağı hafifçe kaldırdı ve nefesini tuttu. Bir an kapak aralığından yüzüne yeni söndürülmüş şömineye üflediği gün yüzüne uçan küllere benzer bir dalga bekledi ama o dalga gelmedi. Kapağı sonuna kadar açtı ve içeriye girdi. Tavan arası daha sonra Valerie’ye ömrü boyunca ona yaşadığı her şeyi anımsatacaktı.
Öncelikle düşündüğü kadar karanlık olmadığını fark etti. Dolunay büyük yuvarlak tavan arası penceresini tam olarak ortalamıştı. Beyaz ışık zaten uykulu olan küçük kızın gözlerine çok iyi gelmedi ve bu yüzden başka bir ışık kaynağı ararken buldu kendisini. Önceki akşam izlediği film geldi aklına ister istemez. Beş kardeş evlerinin tavan arasında bir hazine haritası bulmuşlardı. Valerie böyle bir harita bulsa çocuk hali ile peşine düşmekten ziyade yıllar sonra kendi işini görebileceği zamana kadar kâğıdı saklayacak tipte bir çocuktu. Yine de fikir onu cezp etti ve kapalı bir kapağı olan tüm nesneleri deli gibi açmaya başladı.
Valerie süssüz ama temiz kaplamalı şık bir ağaç sandığa rastlayana kadar durmadı. Sandık bir kolu kadar büyüklükteydi. Kapağı merakla açtı ve içini ay ışığına tuttu. İçinde minik bir deri kese, üzerinde yazılar olan bir kitap ve bir flüt vardı. Flüt garipti çünkü ince ve uzun bir ceylan boynuzuna benziyordu. Keseden önce kitabı açtı, “belki resimlidir” oldu düşüncesi. Okumayı biliyordu ama kapaktaki harfleri tanımıyordu. Kitabın çok fazla resim içermediğini gördüğünde biraz hayal kırıklığına uğradı. Daha çok şekiller ve her şeklin altında uzunca yazılmış yazılar silsilesiydi. Yine de şekiller çok güzellerdi. Yıldızlar, yuvarlaklar ve içlerinde süslü ve garip parlak harfler vardı. Ay ışığı alan kısımlar sanki daha çok parlıyorlardı. “Ne kadar parlaklar” oldu son düşüncesi, minik kafasını kitabın üzerine düşürmeden önce.
Gözlerini açtığında sabah olmuştu. Bir an durup nerede olduğunu düşündü ve ufak bir çığlık attı. Aceleyle aşağıya inmesi ve orada çıktığı anlaşılmadan yatağına dönmesi gerekiyordu. Kapağı açtı ve merdivenlerden kayarak indi. İpi bir kez daha çekince merdiven kendisini yukarıya topladı. Henüz saat erken olmalıydı çünkü ev içinde hiç ses yoktu. Parmak uçlarında annesi ile babasının yatak odasının önünden geçti. Kapıları açıktı, kapıları hiç açık olmazdı. Merakı telaşını yendi ve yataklarına yöneldi. Boştu. “Acaba beni bulamadıklarında sokakta mı aramaya başladılar?” diye düşündü korkuyla.
Hemen sokağa fırladı ve gördüğü şeye anlam veremedi. Sokakta Gilbon ailesinin yedi çocuğunun hep kullandıkları bisikletler etrafa saçılmışlardı. Garip birer açı ile bir yerlere hafifçe çarpmış içi boş arabalar vardı. Birkaç sokak öteden göğe dumanlar yükseliyordu ve o sabah çöp günü olmasına rağmen çöpler toplanmamıştı. Ayrıca tek bir sokak hayvanı görünürde değildi. Tüm dünyada yalnızdı.
Valerie ne yapacağını bilmiyordu. Evinin verandasında oturmuş ağlıyordu. Birilerinin çıkıp gelmesini ve ona ne olduğunu sormasını o kadar çok istiyordu ki bunu sürekli sayıklıyordu. “Lütfen birisi gelsin, lütfen birisi olsun.”
Küçük bir kızın dualarını duyacak birileri bu evrende her zaman vardır. Yine de bazen bu kişi umulduğu gibi biri olmaz. Valerie sokağın karşısındaki Gilbon evinin kapısı açıldığında kıpkırmızı gözlerini hemen o yöne dikti. Kapıda bir kadın vardı ama aileden biri değildi. Dizlerine kadar uzanan deri yüksek topuklu botları, göbeğini açıkta bırakan ve göğüslerini ancak örten yine deri bir korse ve omuzlarına kadar kollarını saran uzun, ince deri eldivenleri vardı. Bunlar ona ait normal özelliklerdi. Normal olmayan şey ise kafasında bir çift ceylan boynuzu taşımasıydı. Kadın kapıdan çıkarken onun sırtında bir çift çıkıntının olduğunu gördü Valerie. Deriden, küçük bir çift kanattı bunlar. Kadının yüzünde abartılı ama ona yakışan kırmızı tonlarındaki makyaj delice gülümsemesine farklı anlamlar da katıyordu ama dokuz yaşındaki bir kız bu anlamları bilemez. Kadın zarifti, sakince Valerie’ye doğru yürüdü. Her adımı bir yılanın zehrinden ölmüş avına yavaşça salınması gibiydi. Sonunda bir ayağını verandaya attı ve hafifçe eğilerek yüzünü kızın birkaç santim yakınına gelene kadar yaklaştırdı. Kadın uzundu.
“Valerie Elohan, doğru muyum? Yanlış kişi ile konuşuyor olmak istemem” dedi kızın ömründe duyduğu en tatlı ses ile. Valerie ondan korkmuyordu, garip bir kadındı ve daha önce hiç görmediği bir şekilde giyinmiş olabilirdi ve hatta boynuzlar bile kabul edilebilir bir ilginçlikti ona göre. Buna rağmen hafifçe titreyen kanatlar ilgisini çektiler ayrıca nefesi nane şekeri gibi kokuyordu, “Uçabiliyor musun?” dedi o sabah tek başına uyandığını tamamen unutarak. “Kesinlikle bir Elohan’sın” dedi kadın yüz ifadesi tamamen duvar gibi ve sesini duygusuz kılarak. “Geç kaldın, gerçi bilemezdin. Sonuçta ben de başka bir Elohan’ı bekliyordum ama sen de işimi görürsün.” Kadın sokağın ortasına geri yürüdü ve dönüp ona baktı, “Geliyor musun ufaklık, tüm gün seni bekleyemem. Yapılması gereken işler var.” Dedi.
İkili boş arabaların ve açık kapıların sessiz dünyasında geniş cadde boyunca yavaş ama kesin adımlar ile yürüdüler. Kadın ne yapması gerektiğini düşünür gibiydi. Kıza durumu açıklamaya çalışmak ile başladı. “Burasının adı Augonecai, öyle bakma adını ben koymadım. İnsan dilinde karşılığı ‘gözden kaçanlar beldesi’ olmalı ya da onun gibi bir şey. Bu diyarın ahalisi tekinsizdir. Gerçek dünyada da görülebilirler ama çok zordur. Bazen bir yere odaklandığında gözünün kenarı ile bir hareket görürsün, bu açık kalmış bir pencere önündeki perdenin rüzgâr ile havalanması gibi gelebilir. Bazı zamanlar neyin gölgesi olduğu belirsiz hızla geçip giden minik birer gölge bazen de hızlı bir güneş yansıması gibi algılanırlar. Küçük görünürler, hızlıdırlar ve insan dünyasında onları bir Elohan’dan başkası göremez. Bugüne kadar onlardan birisi ile karşılaşmadığını tahmin edebiliyorum. Burada bile çok nadirler. Sen halen kanatlarıma mı bakıyorsun?” dedi sonunda öfkeyle.
Kadın iç çekti ve küçük kanatlarını kızın düşündüğünün aksine hızla değil yavaşça çırparak yerden birkaç santim havalandı. Kızın yüzündeki ifade kadını güldürdü ama bu hızla yok olan bir andı. İkili cadde boyunca asfaltın gürültü ile titremesi ve bazı yerlerinde çatlamaya başlaması ile dikkat kesildi. Sarsıntı durmuyordu. Kız yine ağlamaya başlayacak gibiydi, depremler onu çok korkuturdu.
“İşte burada bulunma sebebin ufaklık. Onu benim için görmen gerekiyor ki onu aslında olması gerektiği yere geri götürebileyim.” Dedi kadın güçlü bir ses ile. Nedense kız bu sesin kadının gerçek sesi ve bu yüzün de gerçek yüzü olduğunu düşündü. “Ama nasıl yapılıyor bilmiyorum, bak yok kimse” dedi kız etrafına histerik halde bakınırken. O da bu sarsıntıyı yapabilecek şeyi görmeyi canı gönülden istiyordu ama sadece meraktan.
Gözleri fal taşı gibi açılan kadın dona kaldı. “Flüt!” dedi ve nefesi kesildi. Hızla yerden metrelerce kalktı ama bedeni kas katı kesilmişti ve kanatlarını çırpmıyordu. Kolları ve bacakları birbirine kenetlenmişti. Valerie kadına baktığında onun yüzünde acıyı gördü. Sanki koca bir el onu olduğu gibi kavramış ve havaya kaldırmıştı. “Ama bu hiç de küçük ve hızlı bir şey değil!” dedi anlam vermeye çalışarak kız. Flütü düşündü, hangi flütü kast etmiş olabilirdi? Kız ömründe ilk kez kendisine ait orijinal bir fikir ile çıka geldi ve ellerini sanki bir flüt tutuyormuş gibi yaparak okulda ona şu an için öğretilen tek parçayı aklından çalmaya başladı. Bunu yapar yapmaz ellerinde önceki gece tavan arasında açtığı kutuda bulduğu boynuzdan kemik aniden belirdi ve dudakları ile parmaklarına delikler tam oturdular. Kız şaşkınlıktan az dala küçük dilini yutacaktı.
Çalmaya başlar başlamaz hava ağırlaştı. Çok ağırdı ve nefes almak güçtü ama parmakları oldukça hafif gibiydiler. Bu parçayı daha önce hiç hatasız çalmadığını biliyordu ama o an gerçekten güzeldi. Boynuzlu kadını tutan elin onu da tutmaya çalıştığını biliyordu. Havanın ağırlığının onun cüssesi olduğunu hissedebiliyordu. Gözlerini deliklerden alıp yaratığa baktığında dev bir balonun patlaması gibi bir ses duyuldu ve her yer dalgalar halinde beyaz köpük ile doldu taştı.
Cadde boyunca her yer köpüktü. “Bul onu!” diye bağırdı kadın. Valerie köpükler arasında yüzerken buldu kendisini, batmıyordu ama yüzmesini de çok iyi bilmezdi. Köpüklerin arasında hızlı ve küçük bir şey gördü ve parmağı ile gösterdi, “Orada, CafeDealaun’a doğru gidiyor.” Dedi ağzına köpükler dolarken. Köpükten bir dünya her yeri sararken gözleri ağırlaştı. Dedesinin ona küçükken anlattığı bir masal geldi aklına ister istemez. Kum adam ile ilgiliydi. Kum adam rüyaların efendisiydi ve bu dünyada rüya görmeyen tek insan olmak ile lanetliydi. Görevi başkalarının rüyalarını korumaktı ve ancak bu sırada gerçek bir rüya görebilirdi. Bu yüzden işini severek yapıyordu. Pek çok iblis ile sıkı dosttular. Yine de kum adam iyi biriydi. Dedesi bunu anlattığında her zaman çok mutlu olurdu.
Valerie uyandığında bir yanağında halen asılı duran bandı çekiştirdi. Kendi yatağındaydı, köpük dolu Dalson Caddesi ya da evlerinin tavan arasında değildi. Yatağında doğruldu ve etrafına bakındı. Gördüklerinin gerçek olduğuna inanmak için bir kanıt arıyordu aslında. Hayal kırıklığı ile odasından çıktı ve kahvaltı için mutfağa yöneldi. Babası bildik geniş gazete taraması işlemini tamamlamak üzereydi ve annesi hoş kokulu ve yağlı bir sosisli omleti tavada çevirmek ile meşguldü.
Kız düşünmeden, “Günaydın anne, günaydın baba. Augonecai adında bir yer duydunuz mu?” dedi. Adam gazetenin üst kısmını aşağıya büktü ve geniş kalın gözlüklerinin ardından kızını süzdü. “Hayır, hiç duymadım tatlım. Ah, ne güzel bir mavi çiçek o öyle. Nereden buldun?” dedi gülümseyerek. Kızlarının ilk kez bir rüya görmesinden memnun gibiydi. Kız anlamadan elini saçına götürdü ve yokladı. Çiçeği bulunca saçından çekip aldı ve baktı. Yüzünde yere dökülen su gibi yayılan bir gülümseme oluştu, ta kulaklarına kadar. “Dedem bu çiçekleri çok severdi, arka bahçede var görmediniz mi?” dedi hülyalı hülyalı ve sonra devam etti.
“Hiç, Augonecai’da çok güzel kadınlar yaşıyor sanırım, görmeliydin baba deri botları falan vardı. Bir de köpük vardı her yerde, bembeyaz!” dedi hızla ve heyecanla. Annesi tavayı düşürecek gibi oldu ve babası kahvesinden aldığı yudumu gazetesine püskürttü. Valerie ise hiçbir şey olmamış gibi tabağındaki yeni kızarmış ekmeklerden birini kemirmeye başladı. Pencere kenarındaki meşe ağacından onları izleyen bir dişi iblis ise kahkahalarına engel olmak için elinden geleni yapıyordu.
Yazını okurken bir an temanın Tavan Arası olduğunu unuttum. Kız tavan arasına çıkana kadar kaptırmış okuyordum. Bu oldukça güzel bir şey, kendimi kaptırıp okuduğum bir hikaye gösterdin bana :).
Valerie’nin hikayesi tek kelimeyle çok “tatlıydı”. Şirin, eğlenceli ve anlatımı akıcı bir hikayeydi. Gittiği alternatif dünyadaki iblis kadın da giyinişi ve fiziksel özellikleri ile hikayeye oldukça renk katmış.
Tek şikayetim keşke biraz da uzun olsaydı. Sona çabuk geldik :).
Ellerine sağlık. Çok keyifli ve şeker bir hikaye olmuş ^^.
Not: resmi sen yaptın değil mi -_-‘ ?
Öyküyü tamamen farklı bir şey denemek için yazdığını biliyorum ama bu kadar yalın bırakmasaydın keşke. Tabi sana has bir özgünlük ve kapalılık var elbet. Her tarzda kendini gösterebileceğini kanıtlıyor.
Yine de fazla özen gösterilmemiş gibi duruyor.
“Bunu yapar yapmaz ellerinde önceki gece tavan arasında açtığı kutuda bulduğu boynuzdan kemik aniden belirdi”
gibi hatalar var ufak tefek.
Resim şahane olmuş yalnız.
Hikaye çok iyi başladı. Merak uyandıran ‘ Bu kız niye rüya göremiyor’ sorusundan yavaşça diğer alemlere kaydı. Tasvirleri yine bilerek eksik tutmuşsun diye düşünüyorum. Okuyucunun hayal gücüne bırakmak adına. Hikaye çok güzel gidiyordu taa ki sonuna kadar.
Sonunu okuduğumda sadece şu cümle aklıma geldi ‘Eksik kaldı bu…’
Gerçekten de eksik kaldı bu devam etmeliydin biraz daha 🙂
Ellerine sağlık güzel ve okunaklı bir hikaye olmuş.
Öykünün son cümlesini okuyana kadar Valerie’nin rüyada rüya gördüğünü düşünmüştüm. Ama son cümleyle “Gerçekten yok oluyormuş.” oldu benim düşüncem. Hatta kum adamın, dedesinin ta kendisi olduğu kanısına vardım. Belki de çok fena uyduruyorumdur, bilmiyorum :). Güzel bir öyküydü. Ellerine sağlık.
Tavan arası temasını uyku ve rüyalar ile bağdaştırman öyküyü çok akıcı kılmış. Ayrıca iblis kadının tasvirleri beni anime izlediğim hissine kaptırdı.
Son cümlesine kadar filmlerde sürekli rastladığımız “her şey meğer rüyaymış” diye kilişe bir sonla karşılacağımı düşündüm, ancak son cümle beni yanılttı ve gayet güzel bir son olmuş diyebilirim. Rüyayla gerçek arasındaki bulanık çizgide hissettim kendimi. 🙂
Çok yalın ve sade bir üslûp kullanmışsın. Hoşuma gitti. Ancak gözüme tek çarpan yer şurası oldu;
“Daha önce geceler onun için var olmayan bir zaman zarfıydı ama şimdi aslında bir günün aslında ne kadar uzun olabileceğini yeni yeni anlıyordu.”
Aslında’yı bir defa kullanman yeterliydi. 🙂
Eline sağlık. 🙂