– Nefes al, nefes al, lütfen sakin olmaya çalış. Açılır mısınız biraz? Boşaltın burayı lütfen, hava alması lazım.
– Yeter artık, ya yeter! Korkuyorsan binme! Bu hafta üçüncü kez bu Allah’ın cezası yüzünden merdivenlerden çıkmak zorunda kalıyorum. Binme, anlıyor musun? Binme! Hatta defol, cehenneme git.
– Deniz, ne yapıyorsun? Saçmalama! Can çekişiyor adam, biraz sakin olur musun lütfen?
– Olamam, canım, olamam. Sakin falan olamam. Panik ataktan kimse ölmez, hele bunun gibi geri zekâlılara hiçbir şey olmaz. Asansörden korkup 26. katta iş bulan bir ahmak, bizi öldürür, kendisi 100 yıl yaşar. Etrafında pervane olanlar da en az kendisi kadar aptallar.
En yakın arkadaşının havuz başı düğününde, kalbinde ekili kıskançlık tohumları filizlenmesin diye zil zurna sarhoş olup havuza düşmüşçesine ıslak ve sefil hissediyordu Selim. Teriyle böylesine ıslandığına göre, bu sefer çok uzun sürmüş olmalıydı atak. Kendisine uzatılan suyu içmek için kenetlenen dişlerini açmaya çalışırken göz kapaklarını hafifçe aralayıp geleneksel “kendini kurtarma ekibini” gördü. Sırf daha rahat nefes almasını ve sakinleşmesini sağlamak için yanında kese kâğıdı taşıyan, hiç tanımadığı insanlar vardı ve buna sevinse mi, üzülse mi karar veremiyordu. Suyunu içmek için avuç içlerini tüm gücüyle asansörün tozlu ve yumuşak zeminine bastırdı ve doğruldu.
– Bugün şanslısın, sadece bir kat kala fenalaştın. Hadi toparlan da seni ofisine çıkaralım, biz yine çok geç kaldık.
– Çok özür dilerim, gerçekten söyleyebilecek bir şeyim yok. Hakkınızı helal edin.
– Kalk, kalk hadi! Acıların çocuğuna bağlama yine ama artık bir doktora mı gidiyorsun, ilaca mı başlıyorsun, ne yapıyorsan yap, çöz şu işi. Bugün bir kız, seni öldürmek istediğini haykırdı dakikalarca. Senin yüzünden merdiven çıkmaktan bıkmış.
Kan ter içinde kendini sandalyesine bir un çuvalı misali atıp kollarını ve bacaklarını iki yana ayırarak sonunda derin bir nefes aldı. Nefes aldığını fark etmenin verdiği güçle toparlandı; masasının üzerindeki aynaya bakarak saçlarını ve kravatını düzeltti, ceketini çıkarıp gömleğinin kollarını katlayıp, ter kokusunu bir nebze olsun bastırabilmek için parfümünü sıktı. O kadar yakışıklıydı ve öylesine bir şeytan tüyü vardı ki, atak sonrası perişan halleri karizmasından hiçbir şey eksiltemiyordu. Bu toparlanma seansı sırasında ofisteki tüm kızlar alenen onu izliyor ve içten içe eriyorlardı. Selim elbette farkındaydı kendisine karşı olan bu ilginin, hayatı boyunca da böyle olmuştu bu, ama tabii ki umurunda bile olmamıştı hiç.
İçten içe aşağılamıştı yakınlık kurmadığı insanlardan gelen bu basit ilgileri, onun hep kendi kaygılı gündemleri vardı. “İşim gücüm var, ben böyle boş işlerle uğraşamam,” derdi kendine hep, ne zaman bir kadından etkilenecek olsa. Onun erdemli kaygıları, ötekilerinse ilkel güdüleri vardı.
– Al bakalım, iç şu kahveyi de anlat, bugün kaç kızın canını yaktın asansörde bayılma numarası yaparak.
– Sen geç dalganı bakalım Can Efendi. Ben bu şehirden biraz daha taşınamazsam cesedimi çıkaracaklar bir gün. Burada fazla zamanım kalmadı, biliyorum.
– Nereye gideceksin, güzel kardeşim? Nereye? İşin burada, evin burada, ailen, arkadaşların, eşin dostun… Her şey burada. Buzullar eriyecek diye taşınmayı düşünen bir Allah’ın kulu daha yok. 8 milyar insanın içinde, bir sen, bir tek sen.
Selim kendini bildi bileli kaygılı biri olmuştu, zaman zaman bu durumun ilk başladığı anı hatırlamaya çalışsa da hiç başaramamıştı. Şiddetli sağanak haberlerini dinlerken annesinin “Her yeri sel basacak, dünya hiç iyiye gitmiyor” dediğini duyduğu için koltukların altında ölmeyi bekledi her yağmur yağdığında. İlkokul 4. sınıfta yağmurun aslında ne olduğunu öğreninceye kadar devam etti bu durum. Bir kaygı bitip bir diğeri başladı hep, onun için yaşamak gizli kasanın şifresini öğrenmek için kafası klozete bastırılan bir insanın yaşadığı durumla aynıydı. Ara ara kafası klozetten çıkıyordu ama o durumda da sanki sorgudaymış gibi beyni yeni tehlikeler arıyordu. İki sene önce bir gün koltukta uyuklarken televizyonda yayımlanan “Buzullar Erimeden” isimli kısa belgeselde duyduklarını öncelikle rüyasında gördü. Antarktika’da kutup ayılarını felaketten kurtarmaya çalışılan bir araştırma gemisinde gönüllü olarak bulunmaktaydı. Görevlerinin son gününde yerini tespit ettikleri son kutup ayısını almaya giderken devasa bir buz kütlesinin kopup düşüşe geçtiğini fark ettiler. Her şey o kadar sinematikti ki, sanki IMAX sinema salonunda son teknoloji VR gözlüklerle film izliyormuşçasına güvertede seyre durdular olanları. Hiçbir anı kaçırmasınlar diye evren sanki ağır çekimde yayın yapıyordu. Buz kütlesi tüm heybetiyle suya düştüğünde, batsa mı yüzse mi karar vermek istercesine salındı bir süre, ufak tefek buz parçaları güverteyi doldurdu ama herkes sanki bu kadar görkemli bir ölümle taçlandırılmanın yaşattığı gururla teslim olmuş, tepkisiz bekliyordu.
Suda oluşan metrelerce yüksekliğindeki dalgalar, sanki okyanustaki bir su devini bin yıllık uykusundan uyandırmıştı ve o da ceza olarak gemiyi altından tek eliyle tutarak bir hamlede ters çevirmiş ve dibe gömmüştü. Soğuk sudan ilk saniyede şoka giren insanlar, boğulduklarını hissedemeden huzur içerisinde ölmüşlerdi. Rüyanın etkisinde belki dakikalardır tuttuğu nefesinin tükenmesiyle derin bir nefes alarak hızla doğruldu ve kalbinin derinliklerinde geri dönüşü olmayan yola girdiğini fısıldadı ona kaygı perileri. Derin nefes egzersizleriyle biraz sakinleştikten sonra belgeseli YouTube’dan bulup izledi. O dakikadan sonra da kurulmuş bir saatli bomba gibi geri sayım başladı. Buzulların erimesinin doğuracağı sonuçlar konusunda okunabilecek her şeyi okuyup, izlenebilecek her şeyi izledi Selim. Hollanda, Belçika, Danimarka, Bangladeş yok olacak, Birleşik Krallık topraklarının büyük bir kısmı okyanusa kaybedecek, Avustralya’da iç deniz oluşacaktı. Deniz sularının tuzluluk oranı azalacak, ekosistem değişecek, felaketler dünyayı sona sürükleyecekti. Ülkemizde ise kıyı şeridindeki iller sular altında kalacaktı ve İstanbul da bu illerden birisiydi. Son bir yıldır taşınmayı büsbütün kafaya koymuştu ama olası koşullarda yaşanabilecek en uygun konumu bulamıyordu. Denize kıyısı olan bir şehre taşınamazdı. Buzulların erimesi su seviyesini 75 cm yükseltecekti. Bu demek olabilirdi ki denize kıyısı olan şehirlere komşu bir il bulmalıydı. Ama tek sorun su seviyesindeki yükseklik de değildi. Buzulları eritecek kadar ısınan hava, ciddi orman yangınlarına yol açacaktı. Dolayısıyla ormanlık bir alanda yaşayamazdı; son yıllardaki yangınlarda evi, köyü yanan insanları hatırlamak, bağırsaklarını burmaya yetiyordu da artıyordu bile. İç kesimler ise susuzluktan ve kuraklıktan kırılacaktı; dolayısıyla bir seçenek olamazdı. Göl ya da akarsu çevrelerine daraltmıştı aramalarını son bir aydır ama nehir taşmasına bağlı sel baskınlarında haritadan silinen bölgelerle ilgili okuduğu bir makale, o ihtimali de elemesine sebep olmuştu. Göl kenarında yaşamanın da 50 handikabını on dakikada yazabilirdi ama en ideal konumu bulana kadar, bir göle kıyısı olan ve ormanlık alanlardan da güvenli bir uzaklıkta olan iki kasaba bulmuştu. Bunlar İznik ve Burdur göllerine yakındılar. Tabii, oralarda iktisatçı olarak çalışabileceği bir plaza bulamayacağını bildiği için bir süredir para biriktiriyordu ve uzaktan çalışabilmek için çeşitli beceriler ediniyordu. Şimdiye kadar 1 yıl çalışmadan küçük bir kasabada yaşayabilecek kadar para biriktirmişti. Tek sorun, Anadolu’nun bir kasabasında kendisine evinin bir odasını açacak birini bulmanın çok zor olmasıydı.
– Güzel kardeşim, hadi diyelim buzullar erimeye başladı ve senin hayalini kurduğun tüm felaketler gerçekleşti. İstanbul’un sular altında kaldığını biz göremeyeceğiz diye kendin diyorsun. Yarın ölecekmişiz gibi ne bu telaş? Küresel ısınmadan koşarak kurtulmaya çalışıyorsun, biraz aklını başına topla, n’olursun, yeter artık. Anneni babanı hasta ettin, bari onlara acı.
– Anlamıyorsun, Can, kimse anlamıyor. Yarın sular altında kalmayacağız belki ama, benim yaşanacak en ideal konumu bulup orada bağımı, bahçemi yapıp, güneş enerjimi, su depomu, su arıtma tesisimi, sığınağımı kurup kendime güvenli bir hayat kurmam, maddi bir engel yaşamazsan, en az 6 yıl. Değil birkaç yıl, bir saat bile kaybetmeye tahammülüm yok.
Tam bu sırada bilgisayarından gelen bildirim sesi, anlamlandıramadıkları bir ürpertiyle sarstı ikisini de. Bir süredir üye olup ev arkadaşı aradığı uygulamaların birinden, İznik’te yaşadığını, hemen taşınmaya hazır fazladan bir odası olduğunu ve uygun bir kira karşılığında anlaşabileceklerini söyleyen bir mesaj aldı. Aniden iç organları krampla sarstı tüm vücudunu; aylardır beklediği gün, sonunda gelmişti. Mesajda telefon numarasını da paylaşmıştı ev sahibi, hemen aradı, detayları konuştu, kirada anlaştı ve gece orada olacağını söyledi. Tüm bunlar belki 8 dakika sürmüştü ama Can için zaman o kadar yavaş akmıştı ki, sanki günler sürmüştü. Selim bir solucan deliğinden geçip yeni galaksiler keşfederken, Can dünyada oturmuş onun gizemli yolculuğunu hayalinde canlandırıyordu. Tek bir kelime dahi edemedi. Hoş, söylenecek bir şey de kalmamıştı artık; beyhude çabalamaya gücü de.
– Bitti bu iş, kardeşim, hadi bakalım, yolcu yolunda gerek,
dedi, masasının üzerindeki eşyaları eliyle sürerek çantasının içine doldururken Selim.
Can, sanki doğaüstü bir güç tarafından felce uğratılmıştı; onu engellememek için. Tek söyleyebildiği:
– Abi, istifa işlemleri?
– Yarın gelmediğimde anlarlar, istifa ettiğimi. Hadi kardeşim, desteğin için teşekkürler, az kahrımı çekmedin. Bekliyorum bak, yolun düşerse.
– Eyvallah abi, iyi yolculuklar. Haber ver varınca.
Sağ eline aldığı çantasını sağ omzunun üzerine atıp, merdivenlerden koşar adım inmeye başladı. Evet, yol uzundu ama bu sefer sonu sonsuz huzura çıkacaktı.
Eve vardığında annesi ve babası balkonda çaylarını içiyorlardı. Selim’in vaktinden önce eve geldiğini görünce telaşlandılar.
– Oğlum, bir şey mi oldu? Neden erken geldin? İyi misin?
diye seslendi annesi. Yakın zamanda kısmi felç geçirdiği için ayağa kalkıp yanına gidemiyordu. Omzunun üzerindeki çantasını salondaki koltuğa fırlatıp, balkona onların yanına çıktı Selim.
– Bir şey oldu, annem oldu, hem de çok iyi bir şey oldu,
dedi, masada duran elmalı kurabiyeyi tek lokmada ağzına atarak.
Zavallı anne ve babasının gözleri parladı.
– Terfi mi? Sonunda oldu. Biliyordum, senden daha donanımlı bir aday yoktu.
– Hayır baba, terfi değil. Gidiyorum, İznik’e yerleşiyorum. Bir ev arkadaşı buldum.
Felçli olduğunu unutan annesi, sandalyenin iki kolundan tutup ayağa kalkmaya çalıştı ama nafile. Oğlunun buzulların erimesinden taşınarak kurtulmaya çalışması gibi, o da oğlunu tutarak durdurmaya çalışacaktı, işe yaramayacağını bilse bile.
– Oğlum, yeter artık saçmaladığın, git duşunu al, yat, uyu, sabah da kalk işine git. 38 yaşında koca adamsın, uğraştığın şeylere bak. Neyden korkuyorsun ya, sıcak havadan mı?
Babası feveranla haykırırken annesi mimikleriyle oğlanın üzerine gitmemesini istiyordu.
– Bırak hanım, Allah aşkına sus deme bana! Senin yüzünden bu hale geldik bak aman sus, aman dur, psikolojisi bozulmasın. Sanki daha fazla bozulabilirmiş gibi. Bu kıt akıllı liseye giderken yemek boğazımda kalacak diye 2 sene yemek yemedi. O zaman döve döve yedirmedim, bak şimdi de buna taktı. Hep buldu, takacak bir şeyler. Otobüse binemediği için 5 kere taşındık ne güzelim evlerden, yok okuluna yürüme mesafesi, yok işine yürüme mesafesi… Noldu paşam, İznik’e taşınacakmış. Neden, buzullar eriyince orası korunacak mı? Kim söylemiş, Aztekler mi? Mayalar mı?
Selim annesinin gözünden akan yaşları görünce kahroldu. Dizlerinin üzerine çöktü, annesinin ellerini avuçlarının içerisine aldı, zavallı kadın yanağıyla şalını düzeltir gibi yaparak göz yaşlarını siliyordu. Nasıl bir sevgiydi evlat sevgisi, kim hayatını zindana çeviren, onu yaşarken öldüren birisini hala kendinden çok düşünürdü?
– Annem canım annem n’olursun üzülme, hep iyi olmamı istemez miydin? İyileşmemi? Bak inanıyorum artık huzura kavuşacağım. Belki köyde senin sevdiğin yufka ekmekten yapan bir gelin bulurum sana ha, ne dersin? Şahane olmaz mı?
dedi o akılları baştan alan çapkın gülüşüyle makas alarak annesinin ıslak yanağından. Bu gülüşle annesini tavlayamadığı hiç olmamıştı ama bu sefer, bu sefer umudun kilidini kıramamıştı, annesi yüzüne bile bakmıyordu. Usulca balkondan çıkıp odasına gitti Selim. Zaten bir süredir eşyalarını kolilemiş, bavulunu toplamış, acil bir durumda kaçmaya hazır bekliyordu. Kalan birkaç parça eşyasını da toplarken annesinin ağlaması ve babasının 38 yıllık öfkesini kusmasını dinliyordu. Bu onun hayatıydı ve anne babasının istediği gibi yaşamayacaktı. Evet, bugün içerisinde bulundukları durum biraz da onun suçuydu ve bu nedenle üzgündü ama hayatının geri kalanını bu kaygılı cehennemde yaşamaya devam etmeyecekti.
Eşyalarını kapının önüne yığdıktan sonra, kapının kolunu tüm gücüyle sıkıp aşağı doğru itti. Kafasını çevirip son bir kez annesiyle babasına baktı; öfke ve hayal kırıklıkları o kadar büyüktü ki, daha yakın bir vedalaşma mümkün değildi.
“Allahaısmarladık,” dedi, sadece kendisinin duyabileceği bir ses tonuyla ve kapıyı, sustuklarını bağırırcasına sert çarptı.
Üç seferde tüm eşyalarını indirip arabasının bagajına yerleştirdi. Zaten arabasında, acil bir durumda bir hafta yaşamasına yetecek kadar erzak ve yaşam malzemesi her zaman hazır bulunurdu. Arabaya bindi ve derin bir nefes aldı; hafif başı dönüyordu ama o kadarı da normaldi; son iki saatte bir ömürlük heyecan ve dram yaşamıştı. Yeni ev arkadaşının gönderdiği konuma tıkladı, 3 saat 26 dakika yolu vardı. Kontağı çevirirken yalnız başına bilmediği yollarda araba kullanacağı gerçeğiyle yüzleşti. Avuç içleri şimdiden terlemeye başlamıştı bile.
İlginç bir şekilde, İstanbul trafiği cehenneminden su gibi akarak geçti. Araba kullanmayı tabii ki oldum olası sevmemişti, çok geriliyordu ama şu ana kadar şans onunlaydı ve bunu da aldığı kararın doğru olduğuna dair bir işaret olarak kabul ederek kendini rahatlatmaya çalışıyordu. Şehirden çıkalı yaklaşık 40 dakika olmuştu ve hava, sanki uzay boşluğunda seyahat ediyormuşçasına karanlıktı. Yol yapımı nedeniyle tek şeride düşen yolda karşıdan gelen tırı görünce, hayattaki bir milyon en büyük korkusundan birinin de iki tırın arasından arabayla geçmek olduğunu hatırladı.
Neyse ki bu sefer sadece karşı şeritten ve yavaş gelen tırın yanından güvenle geçti ama bu an, beyninde tekrar tekrar dönmeye başladı ve bazı tekrarlarda hikâye tırın altında bitiyordu. Kendini toparlamak için her zaman hazır bulundurduğu 90’lar enerjik şarkılar listesini açtı. “Hüküm giymiş hayaller, görünmez uzaklarda, günah bunun neresinde, sarıldık tuzaklarla…” diyordu Emel Müftüoğlu. Birden acı acı bağıran ve filmlerde kaza öncesi efekti olarak verilen cinsten bir korna sesi duydu; kalp atışları geri dönülemez şekilde hızlanmıştı. Bedeninin kontrolünü kaybediyordu. Pedallardan ayağını çektiğini, suyunu açmak için direksiyonu bıraktığını fark edememişti bile ama ayrımına varabildiği bir hakikat vardı ki o da bu seslerin normal olmadığıydı; kesin, çok kötü şeyler oluyordu. Algıları o kadar hızlı kapanmıştı ki, çevrede olup biteni sezemiyordu. Son bir gayretle müziğin sesini kısmak için uzandığında, yüzünde bir flaş patlatmışçasına yoğun bir ışık hissetti. Yola baktığında ise, artık kaçacak bir şey kalmadığını anlamıştı. Hayatını ölümden kaçarak yaşayıp kurtuluşa erdiğini düşündüğü anda, ölümle tanışmıştı. Belki de gerçek kurtuluşu, bir ömür kaçtığıydı.
- Vuslat ve Hasıl - 15 Ocak 2025
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.