Çocuk, tanıdık bir kapının önünde durdu. Kapıyı çalmadan önce sağına soluna baktı. Koridor boştu. Sonuçta öğle yemeği vaktinde bir öğrencinin yemekhanede olmaması garip karşılanırdı. Tabii bir öğretmenin de. Çocuk biraz çekingen, üç kere hafifçe vurdu kapıya. Ve cevap beklemeden içeri girdi. Bildiği, daha önce defalarca geldiği, oldukça aşina olduğu bir odaydı burası; bir öğretmen odası. Dört ayaklı, biraz küçük bir yazı masasında sandalyesine oturmuş olan Tarih öğretmeni Bay Kerpiç, her zamanki haliyle çocuğa gülümsedi ve dağınıklığını beceriksiz hareketlerle gidermeye çalıştı. Çocuk, masanın yanına iliştirilmiş küçük tabureye otururken Bay Kerpiç, gülümsemesini bozmadan söyleniyordu:
“Sanırım beni biraz hazırlıksız yakaladınız, Bay Çalıdibi. Malumunuz biraz unutkanımdır. Anlaşılan yaşlandıkça bunun önüne geçemiyorum.”
Bay Kerpiç, küçük burnundan sürekli aşağı düşen gözlüklerini ikide bir yerine oturtmaya çalışıyor ve dağınık masasında neyi nereye koyacağından pek emin değil gibi görünüyordu. Çocuk, biraz da eğlenerek:
“Önemli değil, efendim. Ben de biraz erken geldim sanırım.” dedi.
Yaşlı adam çocuğa bakmadı. Etrafı toplamaktan vazgeçerek ellerini masanın üzerinde birleştirip düşünür gibi oldu. Bunun üzerine çocuk, sabırsızca sordu:
“Efendim, niçin geldiğimi hatırlıyorsunuz değil mi?”
Bay Kerpiç, bu soruyla beraber düşünceli halinden ayrılır gibi oldu, genişçe gülümsedi. Gözlüklerini tekrar düzelterek muzip bakışlarla baktı çocuğa:
“Lütfen özürlerimi kabul edin, Bay Çalıdibi. Ama gerçekten de niçin gelmiştiniz?”
Bay Kerpiç, öyle merakla bakıyordu ki çocuğa hakikaten unutmuş gibiydi. Çocuk, bu duruma hiç şaşırmayarak- daha önce de birçok kez başına gelmişti çünkü.- yine sabırsızca açıklamasını yaptı:
“Efendim, hani dün söz vermiştiniz ya, bana bir hikaye anlatacaktınız. Şeyle ilgili…”
Bay Kerpiç, çocuğun lafını heyecanla kesti. Belli ki hatırlamıştı. “Tabii, tabii,” diye kendi kendine söyleniyor ve aceleyle notlarını karıştırıyordu. Sonunda aradığını buldu. Baya sevinmişti çünkü burnundan epey düşen gözlüğünü düzeltmekle bile ilgilenmiyordu artık.
“Sanırım bugün , güzel bir hikaye dinleyeceksiniz Bay Çalıdibi.” dedi ve birden ayaklandı. Az kalsın küçük yazı masasını deviriyordu. Bir an ufak çaplı bir kargaşa ortamı hasıl oldu odada.
“Görüyorum ki biz iki ahmak, konuşmak için pek de uygun bir zaman seçmemişiz. Ama elimde görmek isteyeceğiniz harika şeyler var, Bay Çalıdibi.”
Bay Kerpiç, sakin sakin yanan sobanın üzerinde yine sakin sakin kaynayan o bilindik, çiçek motifleriyle süslü antika çaydanlığından iki güzel fincana çay koydu. Sonra da bir tabak dolusu çikolatalı keki çayların yanına koyarak tekrar yerine oturdu. Yüzünde gayet heyecanlı bir ifade vardı. Gözlükleri şimdi o kadar düşmüştü ki burnundan Bay Kerpiç çaydanlığı eline aldığı andan itibaren çocuk, diken üstünde durmuştu. Kazasız belasız ikram safhası da atlatılınca çocuk, çikolatalı keklerden kocaman bir ısırık aldı ve çayını yudumladı. Bay Kerpiç’e hem minnetle hem de heyecanla bakıyordu. Yaşlı adam, kekini yerken bütün notların üstü kırıntıyla kaplandı. Bazen birkaç çay lekesi de göze çarpıyordu. Sonunda Bay Kerpiç, eline şu meşhur kağıdı aldı, dikkatle inceledi. Bir yandan da iştahla kekini yiyordu. Çocuk yaşlı adama kendini tekrar hatırlatmak için boğazını temizledi, sırtını dikleştirdi, resmi bir edayla konuştu:
“Efendim, konumuz hakkında kütüphanede biraz araştırma yapma gereği duydum. Maalesef bu konuda fazla bir kaynak yok. Ama okuduklarımdan yola çıkarak söyleyebilirim ki gerçekten gizemle ve esrarla dolu.”
Çocuğun gözleri heyecandan kocaman kocaman açılmıştı. Olayın gizemli tarafını daha da vurgulamak için resmiyetinden tamamen sıyrılarak değişik, anlamsız el hareketleri yapmıştı. Bay Kerpiç, düşünceli gözlerle bakıyordu çocuğa. Bunun üzerine çocuk, eski resmiyetine tekrar bürünmenin daha akıllıca olacağını düşündü:
“Fakat biliyorsunuz ki efendim, bunların bilimsel hiçbir dayanağı yok.”
Bay Kerpiç kafasını hararetle salladı. “Tabii, tabii” diye söyleniyordu. Sonra çayından gürültüyle koca bir yudum içti. Harareti biraz olsun dinmiş gibiydi.
“Hikayemiz gerçekten bilinmeyen, çok eski zamanlarda geçiyor evladım. Öyle ki senin bildiğini sandığın, sana göre sevimli ve tombik dünya, o zamanlar acımasız bir yerdi.”
Bay Kerpiç, son cümleyi söylerken heyecanına engel olamayarak sesini yükseltti. Anlaşılan yine hararet basmıştı. Çocuk ise korkuyla açılmış gözlerle bakıyordu yaşlı adama. Buna Bay Kerpiç’in çay içerken çıkardığı müthiş gürültü de eklenince çocuğun korkusu büsbütün arttı.
“Evet, acımasızdı.” diye devam etti, Bay Kerpiç. “ Birbirinin peşi sıra meydan gelen volkanik patlamalar, bir yükselip bir alçalan denizler, yırtıcı hayvanlar, insanüstü mahluklar, taş üstünde taş bırakmayan zelzeleler. Dünya daha toy, durur mu hiç durduğu yerde. Ama insan dünyadan da beter evladım. Bir yattık mıydı gaflet uykusuna, eyvah. O vakit gözümüz görmez olur, zül içinde ölümü kandırabileceğimize inanır, rehavete kapılırız. Öyle bir şeydir ki bu gaflet uykusu, hakikati kendine döşek bilir, iradesizliğimizi bir yorgan gibi üstüne çeker. Bu gaflet uykusu öyle bir şeydir ki evlat…”
Bay Kerpiç, birden öksürük krizine tutulunca büyük emellerle başladığı cümlesini tamamlayamadı. Bu yaşlı adamın her bir öksürüğüyle beraber odanın tamamı titriyor, bütün kağıtlar tek tek uçma deneyimi yaşıyorlardı. Ama pek mutlu oldukları söylenemezdi.Çünkü onları uçuran Bay Kerpiç’in adeta fışkırırcasına özgür kalmanın coşkusunu yaşayan, sınır tanımayan tükürüklerinin oluşturduğu hava akımıydı. Bay Kerpiç, nihayet kendine gelince, odada hayat normale dönmeye başladı. En azından masada artık kek kırıntısı yok, diye düşündü çocuk, yerlere saçılmış kağıtları toplamaya çalışırken.
Bay Kerpiç, gürültüyle çayından içti ve biraz olsun toparlanmış göründü. Çocuk, kendi geleceğini de düşünerek , yaşlı adamın konuşmasına fırsat vermeden gayet mantıklı bir ifadeyle:
“Efendim, gerçekten çok açıklayıcı konuştunuz. Öyle sanıyorum ki hikayemizin geçtiği zamanda dünya çok acımasızdı ve insanlar gaflet uykusuna yatmışlardı. Bu bütün insanlık tarihi açısından çok ama çok acıklı bir durumdur. Peki ya sonra, efendim? Hiç mi namuslu insanlar yok hikayemizde?” dedi çocuk haykırırcasına. Bu dokunaklı konuşmadan Bay Kerpiç, oldukça etkilenmişti. Kafasını hararetle salladı, gözlüklerini düzeltti.
“Evet çocuğum, hikayemiz böyle bir zamanda geçiyor. Bu bahsettiğim insanlar, koca bir imparatorluk kurmuşlar. Bu imparatorluk, öylesine şatafatlı, öylesine güçlü ve zenginmiş ki korkunç akıbetine rağmen şanı bugün bile dillerde. Denizin ortasında koca koca şehirler, akla hayale gelmeyecek tenevvüde bağlar, bahçeler varmış. Fakat güzellik geçicidir, evladım. Her şeyin bir ömrü vardır ancak güzelliğin ömrü diğerlerinden çok daha kısadır ve tesiri yıllar boyu sürer. Her neyse. Bu memleketin kenar köşelerinden birinde fırıncılık yaparak geçinen namuslu bir adamcağız varmış. Bu adam epey yaşlıymış ve kızından başka da kimsesi yokmuş. Bütün işlerinde kızı yardımına koşar, böylece her bir şey tıkırında gidermiş. Adamın kızının ismi, Pherera imiş ve çok da güzel olduğu söylenemezmiş. Bir kere suskunmuş, fazla konuşmazmış. Üstelik kaba sabaymış. Düşün evladım, babası bile ondan çekinir, kızına danışmadan bir karar almazmış. Gel zaman git zaman Pherera hiç evlenmemiş. Babasıyla beraber yaşlanıyor, fırının her bir işini de görüyormuş.
Bir gün hava kararmaya yakın, baba-kız dükkanı tam kapatacaklarken sokakta büyük bir gürültü kopmuş. Hatırı sayılır çoğunlukta bir kalabalık, ellerinde taş ve sopalarla birini kovalıyorlarmış. Pherera, ilk bakışta anlamamış ne olduğunu. Çünkü bunca insanın kovaladığı belli belirsiz, bir gölgeye benzeyen, eciş bücüş biriymiş. Pherera sinirlenmiş-adaletli bir kızmış, çünkü.- Böylesine savunmasız birini taş ve sopayla kovalamanın nasıl bir açıklaması olabilirmiş.
Kalabalık, kızgın bir nehir gibi taşarken fırına doğru Pherera, siyah, gölgemsi mahluku güç bela durdurmuş. Ve kalabalığın şaşkın bakışları arasında, babasının da yardımıyla gölgeyi dükkana almışlar. Pherera, bir kayadan daha sert durmuş elleri taşlarla, sopalarla dolu bu yığının karşısında. Böylelikle Kalabalığın anlamsız bakışları artmış ve yersiz cesaretleri toz olup uçuvermiş havada. Yorgunluğun da etkisiyle bir süre sonra herkes, evine dağılmış. O akşamdan sonra Pherera ve babası, gölgeyi iyileştirmiş, ona yemek ve yatacak yer vermişler. Sonra bir sabah gölge, kimseye haber vermeden ortadan kaybolmuş. Baba ile kız bu duruma başta çok şaşırsalar da dönmüşler tekrar eski yaşamlarına. Pherera’nın babası epey yaşlıymış, bir süre sonra da ölmüş adamcağız. Artık bütün dükkana kız bakıyormuş. Asıl hikaye bundan sonra başlıyor evlat. Dedim ya dünya toy, yerinde durmaz. Ne imparatorluk tanır, ne dillere destan güzellikleri, şehirleri, bahçeleri… Velhasıl kelam bir gün, toprak öyle bir titremiş ki denizler kabarmış, dağ gibi sütunlar yerle bir olmuş, çaresiz insanlar yığınlar halinde doluşmuşlar sokaklara – sokak namına ne kalmışsa tabii. Bir vatandaş, sele kapılıp gitmediyse , başına koca taşlar düşmediyse de ya bir zalimin kılıcından geçiyormuş ya da koca koca ayaklar altında eziliyormuş. Anlayacağın evlat, tabiat yapmış yapacağını ve bir aslan gibi kükremiş bu imparatorluğun üzerine. Öyle bir kükremiş ki denizler koca bir şehri yutmuş, insanlar bütün sırlarıyla beraber dalgaların bembeyaz köpükleriyle bir olmuşlar.
Bütün bu silsile vuku bulmadan evvel bizim Pherera her zamanki gibi dükkanda, işinin başındaymış. Kendini zor kurtarmış dükkanın altında kalmaktan. Şimdi o da acımasız insan yığınının içinde sürükleniyormuş nereye gittiğini bilmeden. Sonra bir güç, kalabalığın içinden Pherera’yı çekip çıkarmış. Pherera, birden kendini gölgeyi takip ederken bulmuş. Yıkılmak üzere olan koca bir binayı tırmanıyorlarmış. Pherera, bunun ne kadar anlamsız olduğunu bilse de korkarak, tüm gücüyle gölgeye yetişmeye çalışıyormuş. Sonunda çıkmışlar en tepeye. Ve Pherera, gördüğü manzara karşısında donmuş kalmış. Anlamış ki ölüm, kaçınılmaz. Tanrıların öfkesi bir kırbaç gibi nereye değse iki büklüm ediyormuş koca imparatorluğu.
Pherera, şaşkınlığından çabuk sıyrılmış. Çünkü gölge, ondan biraz uzakta anlaşılmaz bir dilde mırıldanıyor ve değişik hareketler yapıyormuş. Bedeni bir ileri bir geri gidip geliyor, çelimsiz vücudundan beklenmeyecek çeviklikte dans ediyormuş. Düşün evladım, bütün bunlar olmasaymış bizim ihtiyar kız Pherera, oturup kahkahalarla gülebilirmiş bu sahneye. Ne var ki öyle olmamış. Işıklı, şeffaf bir kapı belirivermiş. Sarı ışıktan, güneş gibi parlıyormuş bu kapı. Gölge ise ne dans ediyormuş, ne de mırıldanıyormuş artık. Phereraya fazla yaklaşmadan konuşmuş, duyanların kanını donduran bir sesle.
‘İmparatorluğun artık hiçbir şansı kalmadı Pherera, Denizle bir olacak. Bu kapıdan geçmek bizim için tek kurtuluş yolu. Sana yardım ediyorum. Çünkü sana borçluyum. Fakat son bir uyarı, kapının ardında ne var bilmiyorum, kızım.’
Ve gölge, bunları söyledikten sonra çelimsiz vücuduyla geçmiş, ışıklı kapıdan. Pherera, korkudan tir tir titriyormuş. Etrafına bakmış. İnsanların birbirlerini öldürdüklerini görmüş. Anlamış. Burada kalırsa kendisi de ölecekmiş. Ayaklarının altında zeminin titremesiyle yapması gerekeni yapmış. Ve koşmuş, kapıya doğru. Ölümün içinden kendine yol açarak bilinmezliğine koşmuş. “
Bay Kerpiç, sustu. Gözlerini kapatmıştı. Oluşan heyecan dalgasını memnuniyetle içine çekti. Şimdiye kadar çoktan soğumuş olması gereken çayından gürültüyle bir yudum aldı. Sonra bir parça da kek attı ağzına. Gözlüğünü düzeltti. Oturdu yerde biraz kıpırdandı. Çocuk, artık dayanamayacaktı:
“Sonra n’oldu efendim?”
Bay Kerpiç, gizemli ifadesine tekrar büründü.Ardından hikayesine devam etti.
“Pherera, kapıdan geçtiğinde kendini bir okyanusun ortasında bulmuş. Sanmış ki bunların hepsi uydurma, kocaman dalgalar birazdan onu da yutuverecekmiş ve ölecekmiş. Öylesine korkuyormuş ki gözlerini sımsıkı kapatmış. Ölecekmiş. Eminmiş, biliyormuş. Ama ölmüyormuş. Allah Allah. Tanrıların gazabı adına bu kız neden ölmüyormuş? Sonra yavaşça açmış gözlerini Pherera. Su öyle durgunmuş ki. Biri gelip de biraz önce burada bir imparatorluk yok oldu, binlerce insan öldü, tam anlamıyla bir felaket yaşandı, dese gerçekten de oturup ağlarmış. Öfkeli gözlerle gölgeyi aramış. Fakat nafile. Gölge çoktan kuş olup uçmuş bile. Bizim ihtiyar kız, bakmış ki iş başa düştü yüzmüş te yüzmüş. Akşamına kıyıya varmış. “
Bay Kerpiç, yine sustu. Bu sefer devam etmeye de hiç niyeti yok gibiydi. Düşünceli bir hali vardı. Çocuk hemen atıldı:
“Sonra n’olmuş efendim?”
“Sonra ne olacak evladım. Pherera, işini kurmuş, evlenmiş, üç tane çocuk yapmış. Günü gelince de huzurlu ve mutlu bir şekilde ölmüş. “
Çocuk, ilk önce inanmadı. Bay Kerpiç’in şaka yaptığını sandı. Fakat daha sonra anladı ki Bay Kerpiç, gayet ciddi. O zaman hayal kırıklığı büsbütün arttı. Yine de inanmak istemiyordu. Uğradığı hayal kırıklığının çatallaştırdığı sesiyle, biraz da sitemde bulunarak:
“Yani Pherera, unutmuş mu her şeyi? Hiç merak etmemiş mi? Bir bakayım dememiş mi, bu kapı nedir? Neyin nesidir? Geride kalan insanları kurtarmaya çalışmamış mı? Ben olsam Birleşmiş Milletler’e başvururdum. Bütün dünyayı ayağa kaldırırdım. Televizyona çıkardım.” dedi, sesini biraz yükselterek. Neredeyse ağlayacaktı. Üstelik Bay Kerpiç’in alaycı kahkahaları işini hiç de kolaylaştırmıyordu.
“Hay Allah müstehakını versin çocuk.” dedi, hırıltılı kahkahalarının arasından Bay Kerpiç. “Nereden de gelir aklına böyle şeyler.”
Çocuk, öfkeyle biraz da üzüntüyle bakıyordu ihtiyar adama. Bay Kerpiç, çocuğun bu halini görünce hafiften duruldu ve fısıltıyla sordu çocuğa:
“Sen söyle bakalım, bu hikayenin konumuzla ne alakası var?”
Çocuk düşündü. Gerçekten de ne alakası var?
Bay Kerpiç, hemen bu sessiz soruyu cevapladı:
“Çünkü Pherera’nın kendini bulduğu yer, bugünkü Bermuda Şeytan Üçgeni’ymiş.”
Çocuğun yüzü birden aydınlandı: “Yaa” dedi Bay Kerpiç’e. “O yüzden…”
Bay Kerpiç’in yüzünde tatlı bir tebessüm, çocuğu izledi. Sonra aklına bir şey gelir gibi oldu ve telaşla saatine baktı:
“Bay Çalıdibi, sanırım biraz koşmak zorunda kalacaksınız. Çünkü matematik dersinizi kaçırıyorsunuz.”
Çocuk, çabucak kendine geldi. Küçük tabureden indi. Odadan tam çıkacaktı ki arkasını döndü, merakla parlayan gözlerini Bay Kerpiç’e dikti.
“Peki ya gölgeye ne oldu efendim?”
İhtiyar adamın yüzü düşünceli bir hal aldı. Sonra gülen gözleriyle baktı çocuğa.
“Kim bilir. Belki de gölge, imparatorluktaki tüm insanları kurtarmış ve kapıyı sonsuza kadar açılmasın diye mühürlemiştir.
Yani, şu ünlü Bermuda Şeytan Üçgeni’ni.”
Not: “Bay Çalıdibi” ismi, Yüzüklerin Efendisi serisinde Frodo’nun birinci kitapta kullandığı takma isim olan “Tepedibi”nden esinlenilerek oluşturulmuştur.
Bay Kerpiç in anlattıği hikayeyi merakla okudum doğrusu, çocukla girdiği diyalog ve çocuğun öykünün sonunu dinlemek için ortamı soğutmaması güzeldi. Kaleminize, emeğinize sağlık.
Özür dileyerek şunu belirtmek istiyorum: hikayeyi okurken kişilerin birbirlerine sesleniş şekli ( bay kerpiç, bay çalıdibi) hikayenin ilerlemesiyle daha da bir yerlileşiyor sanki. Öykünün aynı ritimde gitmesi dilerdim. Tabi benimki yersiz bir kuruntudan da ibaret olabilir, bilmiyorum 🙂
Önümüzdeki seçkilerde buluşmak üzere.
En başta yorumunuz için teşekkürler. Sanırım kuruntunuz yerli bir kuruntu. Ben bu hikayeye biraz daha çocuk hikayesi havası katmak için böyle isimleri tercih ettim. Açıkçası mantıklı isimler bu hikayeye uygun olmazdı sanki, diye düşündüm. Bu isimler bana daha sempatik geldi. Bay Çalıdibi’nin nasıl sorular sorduğunu, Bay Kerpiç’in ise nasıl cevaplar verdiğini kendi düşüncelerime göre belirledim. O yüzden biraz mantıksız olabilir.
Düşüncelerinizi belirttiğiniz için tekrar teşekkürler.
Merhaba öncelikle tebrik ederim, hikaye içinde hikaye yazmak zordur. Ana kahramanlar ne kadar anlatacak, nasıl anlatacak ve ana hikaye içinde ne kadar yeri olacak gibi konular hep dikkat gerektirir. Sizin genel yapıyı güzelce kurguladığınızı görüyorum.
Bununla beraber sizinle paylaşmak istediğim naçizane bir husus var. Yazınsal olarak bir duyguyu (hayret/şaşkınlık/hayran olmak/korkmak…) vermek için kahramanın o duyguya hazırlanması, o duyguya geçmesi için geçerli bir nedeninin olması, yoksa ise yazınsal dünyada ona uygun bir gerekçe verilmesini, okuyucuya kahramının gerçeklik hissini daha iyi verdiğini düşünmüşümdür hep. Bu yaklaşım, 3.Tekil olarak geçen anlatılarda bana yerini daha çok bulmuş olarak gelirken, 1. Tekil anlatılarda Kahramanın bana çok korktuğunu söylemesi gözüme daha hoş gelir. Bu bakış açısıyla metninizi okuduğımda 3.tekil (yani yazarın herşeyi bildiği ve muktedir olduğu dünyada) yazınsal bir metinde, kahramının duygularının çok hızlı bir şekilde değiştiğini ve bu değişimin bir veri olarak bana verildiğini gördüm. Veri hali hikayeyi ve kahramanın okuyucu tafaından hazmedilmesinden bazen zorluk çıkartabiliyor. Ancak, bununla beraber, eğer amaçlanan dramatik bir etki yaratmak ise; bunu sağladığınızı söylemeliyim. Üstelik, siz zaten belli bir yazınsal beceriye sahip bir yazar olarak, bu duygu geçişlerini 3-4 kelimelik cümlelerle verebilecek olgunluktasınız. Bu yeteneğinizi lütfen bizden esirgemeyin. Çünkü,3.tekil yazılarda kahramanların samimiyeti zor yakalanır bir durumdur. Belki, bu sayede, bir insanın korkudan hayrete düşmesinin ne gibi aşamalardan geçtiğini inceleme ve duygular arasında bu şekilde sıçrayış ve düşüşlerin –okuyucuyu ikna etmede- ne kadar zor olduğunu görüp belki sadeleştirme gereği göreceksiniz. Bu bana biraz Stanislavski metodolojisiyle bir chehov oyunu izliyormuşum izlenimi verdi… Belki de tiyatroyla ilgileniyorsundur? 🙂
Elinize ve düş gücünüze sağlık
Sevgiler
Dipsiz
Çok güzel
Çok güzel