Kapının çalmasıyla iki genç teğmen sırtlarını dikleştirdiler. “Gir!” diye seslendi Svenson. Gelen komutanlarından biriyse esas duruşta ayağa fırlayacaklardı ancak Kumlu Hisar’ın kambur çaycısı Demiryürek’ten başkası değildi.
“Ça-ça-ça-çaylarını-ı-zı ge-e-e-tirdim e-efendim,” dedi adam. Aslında kekeme değildi ama onların dilini konuşmaya çalıştığında beyniyle ağzı asla senkronize olamıyordu. Zaten ahenkten uzak, tekdüze ve sıkıcı bir dil olarak görüyordu bunu. Zaman zaman askerlerin toplanıp şiir okuduklarına şahit olmuşsa da bu kafiyesiz söz öbeklerinden ancak bir boz ayının osurmasından etkileneceği kadar etkilenmişti.
Teğmen Mistif bir yudum aldığı çayını havaya püskürttü. “Bu ne be! Sen bizi zehirlemeye mi çalışıyorsun Demiryumruk?”
“Fa-fa-fazla mı ko-koyu efendim?” diye sordu çaycı. Bebekken boğmacadan ölmüş bir oğlu vardı. Hayatta kalsa bu iki subayla aynı yaşlarda olacaktı. Yaşayıp rezilliğini görmediği için gökteki ataya şükretti.
“Koyu mu?” dedi Mistif. “Kumlu Hisar’ın duvarları şu çay olduğunu iddia ettiğin şeyin yanında yağmur damlası gibi berrak kalır.”
Teğmen Svenson gözlerini devirdi. “Sen en iyisi bize yenisini yap Demiryumruk.”
“Ta-ta-ta-ta-ta…”
Mistif onun lafını bitirmesine müsaade etmedi. “Hadi ama çık şuradan! Sabaha kadar seni bekleyemeyiz.” O gidince sandalyeye yayılıp kafasını geriye yasladı. “Kralın şerefli askerlerinin bu gerizekâlı yaratıklarla muhatap olmak zorunda kaldığına inanamıyorum. Kraliyet Cemiyeti’ndekiler hala o evrim dedikleri şeyin kayıp halkasını arıyorlarsa buraya gelip barbarları incelemeliler.”
“Abartma sen de.”
“Ben ciddiyim. Derilerinin rengi bile bir acayip. İnsanlar saatlerce güneşte kalsa dahi böylesine kahverengi olamaz. Beyaz desen beyaz değil, zenci desen zenci değiller. Söylüyorum sana, maymunlar bu renk olur.”
“Maymunların tüyleri kahverengi. Onun altındaki deri beyaz. Aslında biz maymunlara barbarlardan daha çok benziyoruz.”
“Neyse ne,” dedi Teğmen Mistif. Kimin ne kadar maymuna benzediği onun için ikinci plandaydı. “Daha doğru düzgün çay yapmayı bile beceremiyorlar. İyi ki kral hazretleri ordusunu yolladı da medeniyete kavuştular.”
“Kavuştukları şeyin medeniyet olduğundan emin değilim, hala batıl inançlarına körlemesine bağlılar. Son günlerde kalenin burçlarına çıktın mı? Kalabalık, Kumlu Hisar’ın kapısından karşıki dağlara kadar uzanıyor. Aralarında kadınlar, çocuklar, ihtiyarlar da var. Erkeklerin çoğu sakat. Kendi aralarında yaptıkları savaşlarda kollarını, bacaklarını, gözlerini, kulaklarını yitirmişler. Yüzlerce, binlerce yarım adam… Yine de akın akın geliyorlar. Kutsal sandıkları bu ayda kutsal sandıkları bu kaleyi haccetmeye geliyorlar. Nöbetçiler küçük bir bölümünü içeri alıyor, kalanlar havanın soğukluğuna rağmen dışarıda çadır kurup bekliyor, gitmiyorlar. Aslında, hala medeniyetten uzak olmalarına rağmen barbarlara saygı duyuyorum. İnançları öylesine güçlü ki… Onun için yapamayacakları şey yok.”
Mistif suratını ekşitti. “Peh, inançmış. O mahlukların inanmaları gereken tek şey barutun gücü. İsyan çıkardıklarında sırf silahlarımızın sesini duyunca savaşı bırakıp kaçmaya başlamadılar mı? Sırtlarından vurup delik deşik ettiğimiz arkadaşlarını gören bazıları o kadar korktu ki kendi canını almayı seçti. O zaman neredeydi şu gökteki ata? Neden yere inmedi? Senin saygı duyduğun hurafeler, onların zayıflıklarından kaçmak için sığındıkları bir şey sadece. Her yıl ülkenin dört bir yanından buraya toplanıyorlar, gökteki atanın burada yere inip hepsini kurtarmasını bekliyorlar, sonra hayal kırıklığı içinde geldikleri çöplüğe geri dönüyorlar. Gerçekten buna mı saygı duyuyorsun?”
“Peki senin saygı duyduğun bir şey yok mu dostum? Ya da inandığın?”
“Var tabii. Yüce kralımız ve onun şanlı ordusu! Başka da bir şeye ihtiyacım yok.”
“Hiç aşık da mı olmadın?”
“Bir defasında oldum. Birkaç yıl önce, akademideyken.”
Svenson bir kaşını kaldırdı. “Sonra ne oldu?” diye sordu merakla.
“Bayılana kadar viski içip tüm bir hafta kerhaneden çıkmayınca geçti. Ben de işimin başına döndüm. Bırak bunları kardeşim. Aşk, erkeklere delicesine işler yaptırır. O zaman bu barbarlardan hiçbir fikrin kalmaz. Elena’ya nasıl baktığını görüyorum. Bana sorarsan genç bir kızı, elinden başka sikecek şey bulamayan bu kadar adamın arasına getirmek yüzbaşının aptallığı ama yine de komutanının karısına kur yaptığın anlaşılırsa hiç iyi şeyler olmaz. ”
“Ben kur falan yapmıyorum Mistif, sadece arkadaşlık ediyoruz. İkimizden birkaç yaş küçük ve burada sohbet edecek kimseyi bulamıyormuş. Okuduğumuz kitaplardan falan bahsediyoruz. Ayrıca yüzbaşı da düğününden bir hafta sonra görev emrinin çıkmasından ve dünyanın öbür ucuna sürüklenmekten memnun değil. Yeni evlendiği karısından uzak kalmak istememiş, onu çok seviyor olmalı.”
“Onu sevse bu iğrenç bozkıra sürüklemezdi. Sen zeki bir adamsın Svenson ama bazen çocuk gibi saf oluyorsun. Yüzbaşı da bizim gibi sol eliyle ve barbar kevaşeleriyle yetinmekten sıkıldı. Peynir kadar beyaz bir kızın altında inlediğini hissetmek istedi. Bunun için evlendi. Kumlu Hisar’a geleceğini başından beri biliyordu. Elena ihtiyaçlarını gidermesine yarayan bir oyuncak sadece.”
Svenson çenesini kaşıdı. “Bence haksızlık ediyorsun. Yüzbaşı iyi bir adam, iyi bir askerdir.”
Arkadaşı omuz silkerek karşılık verdi. “Biraz düşününce haklı olduğumu anlayacaksın. Yine de Elena’dan uzak dur. Yüzbaşının gazabını üstüne çekmek istemezsin.”
* * *
Svenson, Mistif’le konuşmasından bir saat kadar sonra, hava almak için çıktığı kale burçlarında yüzbaşıya rastladı. Adam, ellerini arkasında bağlamış, hisarın kapısında bekleyen kalabalığı seyrediyordu. Sanki ensesinde gözleri varmış gibi genç teğmeni fark etti. “Gel bakalım delikanlı,” dedi. “Sen ne düşünüyorsun bu curcuna hakkında?”
Svenson, saygılı bir şekilde ona yaklaştı. “İnançları uğruna böyle koşullarda tüm bu yolu tepmelerini değerli buluyorum komutanım. Ancak Kumlu Hisar’ın güvenliğiyle ilgili kuşkularım var. Bu kadar barbarın bir arada olması bizim için risk teşkil etmiyor mu?”
“İsyanın kolayca bastırılmasından sonra generaller artık onları ciddiye almıyor. Tabancaları tüfekleri yok, artık kılıç kullanacak takatleri bile kalmadı. Gökteki ataları yere inmediği sürece bir şey yapamazlar. İbadetlerine müsaade ederek gönüllerini hoş tutmamız söylendi. Böylece daha istekli hizmetkarlar olacaklar. Bu ülke, imparatorluğun ekonomisi açısından çok önemli.”
“Anlıyorum komutanım.”
Yüzbaşı hala aşağı, yerli halka bakıyordu. “Albay, onlarla ilgilenmem için beni görevlendirdi. Ben de kanaat önderlerinden birkaçını rüşvete bağladım. Ben Kumlu Hisar’da olduğum sürece adamlarına sahip çıkarlar. Zaten yalnızca birkaç hafta sabretmemiz gerekiyor. Kutsal ayları bittiğinde gidecekler.”
“Onları hoş tutmak istiyorsak Kumlu Hisar’ı kullanmaya devam etmemiz mantıklı mı? Çok merkezi bir yer değil. Birlikleri başka herhangi bir kaleye taşıyabiliriz. Böylece kutsal mekanlarını istedikleri gibi ziyaret edip ibadet yaparlar.”
Yüzbaşı gülümseyerek ona döndü. “Aslında bir askerde istenen bir özellik değildir ama durumları sorgulaman hoşuma gidiyor Svenson. Sende kendi gençliğimi görüyorum. Benden on yaş kadar küçük bir erkek kardeşim olsa senin gibi biri olmasını isterdim. Haklısın, Kumlu Hisar askeri olarak stratejik bir yerleşke değil ama biz zaten bu ülkeye düşmanla savaşmak için gelmedik. Asker değil, hapishane bekçisi olarak buradayız. Dini merkezlerini kontrolümüz altında tutuyoruz ki sözümüzü dinlesinler. Ülkelerinde tanrıya en yakın şeyin şanlı kraliyet ordusu olduğunu unutmasınlar.”
Svenson bir an düşündü. Bir askere yakışır ifadesiz suratını gören kimse o an kafasından geçenleri anlayamazdı. Barbarları ve onların batıl inançlarını mı düşünüyordu? Bu ülkedeki görev ve işlevlerini mi sorguluyordu? Yoksa hala Mistif’in Elena hakkında söylediklerinde miydi kafası? Onun dalıp gittiğini gören yüzbaşı, “İyi misin oğlum?” diye sordu.
Svenson yine bir şey demedi. Etrafına baktı. Burçlarda ikisinden başka kimse yoktu. Komutanının üstün doğru koşup onu aşağı itti. Adam, daha yere varamadan kafasını bir çıkıntıya çarpıp son nefesini verdi. Bedeni hisarın taşlarına vura vura parçalandı, barbar kalabalığının arasına yalnızca üniformalı bir et yığını düştü. Yerliler kısa süreliğine dönüp cesede baktılar ama çok ilgilenmeden işlerine devam ettiler. Genç teğmen, “Yardım edin,” diye haykırıyordu. “Yüzbaşı düştü!”
* * *
Üç hafta sonra Teğmen Svenson, Elena ile evlendi. Yüzbaşının ona olan sevgisini bildikleri için Hisar’da kimse Svenson’dan şüphelenmedi. Aynı şekilde Elena’yı ayıplayan da olmadı. Kızın dul kalmak için çok genç olduğunu söyleyen albay, ona sahip çıktığı için Svenson’u tebrik etti ve kralın verdiği yetkiyle nikahlarını bizzat kıydı.
Gerdek gecesinde Svenson yırtıcı bir kuş kadar vahşiydi. Tek bir cümle bile kurmadı. Elena da ona ayak uydurdu. Dudaklarından yalnızca zevk dolu inlemeler döküldü. Svenson’a aşık olmasa da mutluydu. Yüzbaşıya da aşık olmamıştı. Svenson eski kocasından daha gençti, daha yakışıklıydı ve yatakta çok ama çok daha iyiydi.
Svenson işini bitirince yataktan kalktı. Paltosunun cebinden sigara tabakasını almaya gitti. Delikanlı, odanın içinde anadan üryan yürürken gelini onun bedenini uzun uzun inceleme fırsatı buldu. Kasları, her gün idman yaptığını belli ediyordu. Genç yaşına rağmen vücudu savaş yaralarıyla doluydu.
Teğmen, tabakadan çıkardığı ilk sigarayı karısına ikram etti. Genç kadın cilveli bir şekilde sigarayı alıp yaktı, dumanını onun suratına üfledi. “Çok iyiydin.”
Svenson gülümsedi. “Senin sayende iyiyim…” Biraz duraksadı. “Kumlu Hisar’da mutlu musun? İstersen yurda dönüp ailemin yanında yaşayabilirsin ama genç bir kızın yalnız çıkması için fazla uzun ve tehlikeli bir yolculuk olur.”
“Sanırım idare edebilirim,” dedi Elena. “Buradaki görevin bittiğinde birlikte döneriz.”
Svenson onu alnından öptü. “Ben çok ama çok şanslı bir adamım.”
* * *
Sonraki gün Svenson ofisinde oturmuş, hisara giriş çıkışları gösteren evrakları inceliyordu. Kutsal ayın sonlarına yaklaşılırken kapıdaki baskı gittikçe artmıştı. Barbalar içeri girmek, bu sefer gerçekleşeceğine inandıkları mucizeye şahit olmak istiyordu. Etrafta gezinip vaaz veren şamanların, rüyasında peygamberleri görenlerin, doğaüstü güçleri olduğunu iddia edenlerin sayısı artmıştı.
Biri, Svenson’un kapısını yumruklayarak açtı. Genç teğmen irkilerek başını kağıtlardan kaldırdı. Gelen Mistif’ti. İçeri girmemiş, eşikten bağırıyordu. “Çabuk! Adamlarını toplayıp ana meydana gel! Bu yaratıklar kafayı yedi!”
Svenson masasından fırladığı gibi koşmaya başladı. Karşılaştığı çavuşlardan birine herkesi peşine takıp gelmesini işaret etti. Bu sırada dışarıdan büyük bir patlama sesi duyuldu. Cephanelik alev almış, yangın hisarın içinde yayılıyordu. Svenson, askerlerinin bir bölümünü alevlerle mücadele etmeye yolladı.
“Muhafızların üstüne atlayıp kafalarını kesmişler,” dedi Mistif. “Her biri belki sekiz-on barbar vurmuş ama sel gibi akmışlar. Çok kalabalıklar. Şimdiden yüzlercesi kurşunlarımızla öldü ama durmuyorlar. Tüfekli askerlerin üstüne koşuyorlar. Ölüme koşuyorlar, delilik bu.”
“Hayır,” dedi Svenson. “Bu inanç. Bir çeşit aşk. Aşkın delicesine işler yaptırabildiğini kendin söylemiştin.”
“Saçmalama Svenson. Onları gerçekten anlıyor olamazsın. Bizim geldiğimiz yerde kimse böyle şeyler yapmaz.”
“Yapmazlar,” dedi Svenson. “Çünkü medeniyet dediğin, bizim yanımızda getirdiğimiz ama bu barbarlarla paylaşmadığımız o sihirli şey, insanın özündeki deliliği bastırmasıdır.” Adamlarının birinden kaptığı tüfeği kuşanmış, diğer askerlerle omuz omuza aşağıdakilere ateş ediyordu. “İyi ama bizim yaptığımız da başka bir çeşit delilik değil mi? Dünyanın öbür ucundan gelip hiçliğin ortasındaki bu mabedi zapt etmemiz, sonra onu korumak için bu kadar insanı öldürmemiz…”
Barbarlar hisarın içini tamamen doldurmuştu. Ne duvarlardan üstlerine yağan mermilerden ne de çatırdama sesleri eşliğinde etraflarını saran yangından korkuyorlardı. “Onlar insan falan değil,” dedi Mistif. “Görmüyor musun, tarlaya doluşan çekirgelerden hiçbir farkları yok. Efendilerinin hükmünü kabul etmezlerse ne yaşayacaklarını, daha doğrusu nasıl öleceklerini biliyorlardı. Bu onların tercihi.”
* * *
Aradan bir saat geçti ancak ne isyan bastırılabildi ne de yangın kontrol altındı. En sonunda albay hisarı terk etme emri verdi. Bunu duyan Svenson, koşa koşa odasına, Elena’yı almaya gitti. Burası yapının cephaneliğe uzak olan bir kanadındaydı, yani yangından etkilenmemişti. Yine de genç kadın bir barbarın odasına dalmasından korkuyordu. Sıkıca kilitlediği kapının önüne eşyalardan yığınak yapmıştı. Sonunda kocasının sesini duyduğunda biraz rahatladı.
Elena, eşyaları çekip Svenson’un girmesine izin verdi. “Çabuk,” dedi teğmen. “Toparlan. Kumlu Hisar’ı terk ediyoruz.”
“Burada ne oluyor?” diye sordu kız.
“Sanırım barbarları o kadar sıkıştırdık ki sonunda patladılar. Kimse bunun olmasına ihtimal vermiyordu.”
Elena kıyafetlerini küçük bir bavula koydu ve hisarın duvarları arasında el ele koşmaya başladılar. Svenson, karşılarına çıkan her barbarı yaşına ve cinsiyetine bakmadan vurup öldürüyordu. Karısının zarar görmesini göze alamazdı. Yorulan, onun hızına yetişemeyen Elena birkaç adım geride kalmıştı. Teğmen, kolundan tuttuğu kızı büyük bir endişeyle resmen sürükleyerek götürüyordu.
Elena’nın acıyla inlediğini duyunca dönüp ona baktı. “İyi misin?” diye soramadan kızın tüm ağırlığını kolunda hissetti. Elena, havada süzülen bir kuş tüyü gibi yere devrildi. Kafasından kan akıyordu. Svenson, bulundukları koridorun diğer ucunda dev gibi bir barbarın durduğunu gördü. Barbarın fırlattığı kocaman taş maalesef teğmeni değil gelinini bulmuş, genç kadının kafatasını çatlatmıştı.
Svenson, tüfeğini çektiği gibi barbara ateş etti. Saçmaların vücudunda onlarca minik delik açtığı adam kanlar içerisinde yere devrildi. Teğmen, eğilip Elena’nın nefesini kontrol etti. Kız ölmüştü. Ancak barbar kan saçarak öksürüyor, zor da olsa soluk alıp veriyordu. Svenson koştu, tüfeğin süngüsünü defalarca onun çam yarması bedenine sapladı.
* * *
Hisarın çıkışında askerler halka ateş açmıştı. Öldürdüklerinin çoğu isyancı bile değil, haccetmeye gelmiş sıradan yerlilerdi. Ancak kralın ordusunun dışarı çıkabilmek için önlerini boşaltması gerekiyordu.
Kan içindeki arkadaşını gören Mistif, Elena’ya bir şey olduğunu anladı. Böyle durumlarda soru sormamanın daha iyi olduğunu bildiğinden, Svenson’un koluna girmekle yetindi. “Sıhhiye! Bakın şu adama.”
“Bir şeyim yok,” dedi Svenson. “Barbarın tekinin kanı. Albay nerede?”
“Subayların çoğu ne yapacağını bilemeden ortalıkta koşturuyor, albay da onları düzene sokmaya çalışıyor. Askerler rastgele ateş ediyor. Demin neredeyse birbirlerini vuruyorlardı. Sanırım sen haklıydın, bizimki de farklı bir tür delilik. Hisarın düştüğüne inanamıyorum. Taş ve sopalarla üstümüze gelen vahşilerden kaçtığımıza inanamıyorum!”
“Kaçmamıza gerek kalmayacak. Bir fikrim var. Beni albaya götür.”
Mistif arkadaşının lafını ikiletmedi. Onun zekâsına güveniyordu. Fakat planı duyduğunda, barbarlara değer vermediğini defalarca vurgulamış olmasına rağmen dehşete düştü. “Sen ciddi misin?” dedi. “Onlara saygı duyduğunu sanıyordum.”
Svenson cevap vermedi. Bir kez daha ne düşündüğünün anlaşılması imkansızdı. Doğruca albaya döndü. “Onayınız varsa organize edeyim komutanım.”
“Öyle olsun,” dedi albay, çatık kaşlarla. “Galiba bugün gerçekten de gökteki atalarına kavuşacaklar.”
Tüm askerler tahliye edilince, Teğmen Svenson kale kapılarını kapattırdı. İçerideki binlerce barbar alevlerle baş başa kalmıştı. Dışarıdakilerse var güçleriyle askerlerden kaçıyordu. Albay, bir liman kentine ilerleme talimatı verdi. Orada kraliyet görevlileriyle iletişime geçip sonraki adımlarını planlayabilirlerdi.
Alayın kalanıyla birlikte uzaklaşırken teğmen kafasını çevirip kapıların arkasındaki barbarlara baktı. Alevler kendilerine ulaşırken yüzlerinde korku değil huzur vardı. Svenson, hangi maskeyi takarsa taksın bu ifadeyi elde edemeyeceğini biliyordu.
Henüz yorum yok. Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.