Kulenin balkonunda, ağır adımlarla, büyücünün son dört yüz yıldır değişmemiş olan bakışlarını incelemek için resme doğru yaklaştı. Şüphesiz oydu bu, son bin yılın en güçlü büyücüsü Silean. Silik renklerin arasında zekice parlayan gözleri o kadar gerçekçi resmedilmişti ki, bir an gerçekten onunla karşı karşıya olduğunu hayal edip ürperdi. Herhangi mantıklı birisi o bakışların ezici etkisi altında kalmaktan mümkün olduğunca kaçınırdı, fakat o, 417 yıllık hayatının büyük kısmını Silean’ı arayarak geçirmişti.Onunla yüzleşeceği günü korkuyla beklemiş, yine de onu bulabilmek için elinden geleni yapmıştı. Ve bu resim nihayet ona yaklaşabildiğinin göstergesiydi. Zaferle gülümseyerek Silean’ın resmedildiği bölgeye tekrar baktı… Ve yeniden ürperdi…
Her şey bundan tam 400 yıl önce,yaşadığı kasabaya saldıran barbarların onu okulun önünde yakalamasıyla başlamıştı. Bir önceki “uğradıkları” kasabadan yağmaladıkları içkinin verdiği keyifle olsa gerek, onu, Elianne’ı soyup herkesin önünde aşağılamaya başlamışlardı. Ah! Hatırlıyordu evet!..Yanık yüzlü,saçı sakalı birbirine karışmış, buram buram ter kokan o çürük dişli barbar dudaklarına yapıştığında içinde patlayan öfkeyi çok iyi hatırlıyordu. Gerçi artık kontrol etmeyi öğrenebilmişti öfkesini, ama bu, verebileceği zarardan fazlasını engellemeye yetmiyordu hala . Tekrar gerildiğini hissetti ve tekrar anılarına yoğunlaştı.
İki kolundan iki barbar tutmuş havaya kaldırıyorlardı onu. Derken o iğrenç dudaklar kendisininkilere yapıştı ve Elianne’ın içinde kontrol edilemez derecede büyük bir nefret uyandı. Öfkeden titremeye ve hırlamaya başladı, onu öpen barbar şaşkınlıkla geriledi ama kollarını tutanlar henüz bir şey fark etmemişlerdi. Ona korkuyla bakan okul arkadaşlarına ve karşısındakine çok büyük bir nefretle, kalbinin derinliklerinden, en karanlık köşelerinden çıktığını hissettiği sözcükleri haykırdı. Gördüğü son şey fazla miktarda kandı…
Tekrar gözlerini açtığında onun yanındaydı. Silean yaralarını sarmış, onu oldukça rahat bir yatağa yatırmıştı ve başucunda oturmuş bir şeyler mırıldanıyordu. Elianne gözlerini açtıktan sonra birkaç dakika boyunca mırıldanmaya devam etti, Elianne’ın kendine geldiğini fark etmemiş gibiydi. Güçlü, ama aynı zamanda da rahatsızlık veren bir melodiyle mırıldandığı sözcükler, sanki bebekliğinde dinlediği ninnilermişçesine tanıdık geliyordu Elianne’a, yine de tek bir kelimesini bile anladığı söylenemezdi.
Silean mırıldanmayı bitirdiğinde ayağa kalktı ve tek bir söz bile söylemeden dışarı çıktı. Elianne yatakta doğruldu, göğsü biraz sancıyordu sanki, ama umursamadı. Kendini kalkmaya zoradı ve Silean’ın arkasından gitti.
Anılarına dönmek onu heyecanlandırmıştı. Özellikle Silean’a ait her şeyi hatırlamalıydı, onu gördüpü zamanlar çok azdı çünkü.
Kuzgun karası saçlarının ardından korkutucu, net ve zekice parıldayan mavi gözleri, solgun yüzünde adeta beyaz mermer üzerinde parlayan safir taşı gibi göze çarpıyordu.
Yapılı vücudu kadife cübbesiyle kaplıydı. Uzun boyu, geniş omuzlar ve duruşuyla bir kralı andırsa da, gözlerinin ardındaki o yoğun alay ve acımasızlık yeryüzündeki en gaddar kralı bile Silean’ın yanında komik bırakıyordu.
Merdivenlerin sonuna geldiğinde, Silean’ı sırtı ona dönük şekilde balkona yaslanmış şekilde buldu. Büyücü yüzünü dönmeden, eliyle gelmesini işaret etti.
Aşağıya baktığında, etrafı buğdayımsı sarı – kahverengi otlarla dolu oldukça yüksek bir kulede olduklarını fark etti. Yükseklikten irkilerek bir adım geri çekildi.
“Bu gördüklerin…” dedi Silean tok bir sesle, “zamandır…”
Şaşkın şaşkın bakan Elaine, büyücünün dediklerinden hiçbir anlam çıkaramamıştı. Silean devam etti;
“Gördüğün sarı renk…” , buğdayları kastediyor olmalı herhalde, diye düşünmüştü; “…işte onlar hayatın olduğu zamanlardır. Kahverengiler ise daha başlamamış ve çoktan bitmiş zamanlardır.” dedi. Kafası karışan Elianne’a ilk ve son kez gülümsedi ve “yakından bak!” diyerek elini kaldırdı, bir şeyler mırıldandı.
Sarı buğdaylardan birisi ok gibi fırladı, yaklaştıkça Elainne bunun bir buğday sapı olmadığını, çok daha farklı bir kalınlıkta be oldukça uzun, içinde ağırlıkta sarı olmak üzere bir çok renk bulunan bir “aralık” olduğunu farketti.
Tam önlerinde duran “zaman” a yaklaşan Silean:
“Ey, son büyücü! İşte, bu seni kurtardığım zaman dilimi. Eğer seni fark etmeseydim, orada öldürdüğün herkesle birlikte seni de yok edecekti büyün! Ne yaptığın hakkında hiçbir fikrin yoktu öyle değil mi?
Sen bundan sonra var olacak son büyücüsün. Unutma, tek değilsin, bizden başkaları da var, sadece sonsun.
Burası bir “Zaman Kulesi” dir. Farklı dünyalarda zaman, kulelerde başlar, kulelerde biter. Gerektiğinde kontrol edilir, kimi zaman değiştirilmesi gerekir. Her kule bir dünyanın zamanını kontrol eder. Bir dünyada milyonlarca zaman dilimi oluşur, işte bu gördüklerin, senin dünyanın zamanları.
Senin görevin, diğer kuleleri aramak, bulmak ve yok etmektir. Ta ki sadece bir kule, tek bir dünya bırakana kadar, amacımda bana yardım etmektir. Yok ettiğimiz kulelerin dünyalarını, zamanlarını geride bırakacağımız tek kuleye göndermelisin ve bunu başardığımızda ben kulenin ve dünyaların efendisi olacağım, sen de zamanların!”
Silean’ın sesindeki heyecan Elianne’a da yansımış ona bir amaç kazandırmıştı.
Böylece Silean’ın emirleri doğrultusunda kendini eğitmeye başladı. Kuleler hakkında çok daha fazlasını öğrendi, öğrendikçe içinde kulelere karşı, Silean’a duyduğuna benzer bir hayranlık uyanmaya başladı. Bir kule, zamanını kontrol ettiği dünyanın tüm enerjisini, bilgilerini ve gücünü içeriyordu. Kuleler kendi kendilerini yönetiyor ve kendilerini savunmayı başarabiliyorlardı.
İlk 200 yıl kendisini eğitmekle uğraştı Elianne. Nefretini ve öfkesini kontrol edemediğinde, herhangi bir dünyada ve herhangi bir zamanda etrafına ve kendisine zarar verebiliyordu. Hala 17 yaşındaki bedeniyle, bunu denetlemeyi ve tabi ki büyü kullanmayı öğrenmesi tam olarak 200 yıl aldı. Ve aynı süre boyunca binlerce kule yok etti.
Fakat bu 200 yıl sona ermeden, Elianna bir şey fark etti. Kule’lerin gücü o kadar büyüktü ki, Silean onları boşuna yok etmek istiyor olamazdı. Biraz araştırma yapıp birkaç bin büyü kitabı devirdikten ve başka büyücülerle de temasa geçtikten sonra bir şeyden emin oldu;
Silean Kule’lerin gücüne sahip olmak istiyordu ve bunu başardıktan sonra muhtemelen Elianna’yı da öldürecekti.
O an hem aşık olduğu, hem de çok korktuğu adamdan nefret etti. Tüm zamanlarda dolaşarak onu aramaya, hesap sormak için bulmaya uğraştı.
Ve nihayet, 400 yılın sonunda, bu dünyada onun izini bulabilmişti. Becerikli bir ressamın elinden çıkan bu resim, onun bu zamanda olduğunun bir göstergesi, hayır, kanıtıydı.
Kule’ye çıktı ve büyük bir heyecanla zamanları araştırmaya koyuldu. Nihayet onu bulabilecek, hesap sorabilecekti. Silean’ın kendisinden kat be kat güçlü olduğunu biliyordu. Tek istediği onu neden kandırdığını öğrenebilmek ve eğer fırsatı olursa Silean’ın boş bulunduğu bir anda ona saldırmak ve o güne kadar yok ettikleri kulelerin gücüne sahip olmaktı.
Büyük bir hevesle araştırdığı zamanlar içerisinde Silean’ın olduğunu buldu ve Silean’ı ordan çıkardı.
Tanıştıkları kulede birbirlerine karşı savaşacakları an gelmişti nihayet. Silean ilk bakışta Elianne’ın niyetini anlamış, yine aynı alay ve acımasızlıkla bakıyordu ona.
Elianne da Silean ın gözlerine baktığı an yenildiğini anladı. Yine de topladığı bütün gücüyle Silean’a saldırdı…
Sadece birkaç saniye sonra her şey bitmişti ve Silean alaylı gözlerle Elianne’ın parçalanmış bedenine bakıyordu.. Yıkılmış son zaman kulesinin üstünden…
Güzel bir kapışma olmuş. Ve her zaman ki gibi “kahramanımız” kazanmadı. Gerektiği gibi oldu. Olması gerektiği gibi..
Fazla bir şey demiyorum, olduğu yerde bırakmış fazla uzatmamış çünkü fazla uzattığın zaman insanların sıkılacağını anlamış bir şekilde yazmışsın. Tebrik ederim, eline sağlık senin de.. 🙂
Güzel bir öykü ve ilginç bir geri plan. Yalnız pat! diye bitivermesi beni üzdü şahsen. Bir iki cümle daha okumaya kesinlikle itirazım olmazdı. Kaleminize sağlık…
Anlatım bu atmosfer ile güçlü bir uyum içerisinde, bu kısa olay örgüsü kaşlarımı germemi sağladı ve bir an Elianne ile aynı matemi paylaştım, tebrikler.