Öykü

Zavallı Ujarak

Burun sızlatan soğuk, üzerinde durdukları ızgaralı parlak metal platforma bütün kudretiyle ulaşıyor, arkalarından geçen ve temiz hava alıp manzaraya bakmak uğruna dışarıdan yürüyen kürklüleri nefes nefese bırakıyordu. Amaruk, kollarını buz kesmiş korkuluklara dayamış, önlerinde uzanan soluk mavi buzul kütlesinden gözlerini alabildiğinde Tigi’nin suratını inceliyordu. Kütle boyunca yana doğru uzanan devasa helezon şehirlerinin dış terasında, gökyüzünün pembemsi rengi, konuşan kürklülerin hafif mırıltıları ve buzdan çıkan keskin ama tanıdık çatırtılarla birleşince her kar yağdığında gelen o dinginlik hissini veriyordu. Tigi, öylece durmuş, belki de gözleriyle canlı canlı son kez göreceği buzulu izliyordu. Geri kalan her şey, Amaruk’un meraklı bakışları da dahil, buzulun enfes mavisine odaklandığı için boğuk görünüyor, sesler kulaklarına ulaşırken engellere takılıyordu. Çünkü duymak istemiyor, görmek istemiyordu.

Amaruk’un daha fazla dayanamayacak gibi bir hali vardı. Nitekim dudaklarını birkaç kez kıpırdattıktan sonra sözcükler ağzından dumanlarla birlikte çıkıverdi: “Üzülme. Hem taliplilerin sıraya dizilecek artık.”

Sözlerini bitirirken vücudunu tamamen kaplayan bembeyaz ve yumuşacık tüyleri, esen hafif rüzgârla dalgalandı. Gülümsedi; keskin dişleri ortaya çıkmıştı. Tigi, kardeşinin saf bir kürklü olduğuna ihtimal vermezdi. Fakat saf biriymiş gibi konuşuyordu. Talip isteyebileceğini düşünmesi, düpedüz kalın kafalılıktı.

Kürklüler, içinde bulunduğu durumu anlamak şöyle dursun, gidişatı değiştirecek herhangi bir şey yapmaktan imtina ederdi. Şikâyet etme gafletine düşenler ise adeta buzdan bir kütleyle karşı karşıya kalırlardı; zaman geçtikçe üst üste yığılan, değişmesi çok zor, artık taşlaşmış kar tabakası. İtiraz eden sesler yükseldiğinde, kürklüler en iyi yaptıkları şeyi yaparlardı: yok say, yok et.

Tigi, ters ters Amaruk’a bakarken saf düşüncelere kapılanın asıl kendisi olduğunu, geç de olsa idrak etmeye başlıyordu. Evlenmeyi hiç istememişti ama ne istediğinin önemi olmadığını da biliyordu. Kürkünü kaybedeceği yaşa geleceğinin farkındaydı ve o yaşa geldiğinde kendisini neler beklediğini de. Ancak hep farklı olduğunu, fark yaratacağını hissetmişti. Küçük bir kıvılcım içinde parlamış, hiç sönmemişti. Buz kütlesinin karşısına dikilmiş, temiz havanın yanağını soğuk soğuk öpmesini memnuniyetle sindirirken o kıvılcımın giderek soluklaşmasını gözünden akan yaşla taçlandırıyordu. Bambaşka bir hayatı olacağına dair hayallere kapılmış ve hiçbir haltı değiştirememişti.

Ertesi gün, kendini bildi bileli vücudunu sarıp sarmalayan ve onu en soğuk gecelerde bile sımsıcak tutan bembeyaz kürküne ebediyen veda edecek, özgürlüğünün helezon şehrin diğer tarafındaki terasın manzarasından görülen donmuş gölün içindeki balıklar gibi kapana kısıldığına şahit olacaktı. Hayatı yalnızca bir kürklüye hizmet etmekle ve helezon şehrin soğuk geçirmeyen labirentlerinde dönüp durmakla geçirecekti. Kendine ait bir odası bile olmayacak, şehrin içindeki kumtaşı kaplı evlerden birinde kayda değer bir şey yapamadan yaşayıp kürksüz ölecekti. Kayıp olacaktı.

Tigi, zorlukla nefes aldıktan sonra konuştu. “Yer değişelim de talipliler senin peşine düşsün.” Dişlerini göstermişti.

Amaruk bozulmuş gibiydi. Yüzünü sertleştirdi. “Bizim yaşadıklarımız kolay mı sanıyorsun? Bencil olma. Zar zor çalışan gemilerimizle şehrin ayakta kalması için kaynak toplamaya çalışıyoruz. Sadece tek bir uzay seferinde bile kaç kişi ölüyor biliyor musun? Neslimizin devamı için bunlara katlanmak zorundayız.”

Kaynak gemisinin ikinci kaptanına yakışacak sözler! Tigi, bu sözleri defalarca, tanıdığı belki de bütün kürklülerden duyduğu için hiç etkilenmemişti. Kürkünü kaybedenlerin yıllar içinde anlattıkları ise kalbinin derinliklerinde yüzlerce farklı odacık inşa etmişti. Zihninde hepsini ziyaret ediyor ve kayıpların -kürksüzlere böyle diyordu- acılarını, ümitsizliklerini, fanusa sıkışmış hallerini gözlerini kapattığında duyumsayabiliyordu.

Buzulun maviliğine bakmaya devam ederek konuştu. “Madem öyle, bu gezegenden gidelim.”

Amaruk, kısa ama Tigi’nin kulağına acımasızca gelen bir kahkaha attı. “Başka yerde yaşayamayız. İçeri geçelim mi? Hava çok soğudu.”

Sabahleyin yalnız başına uzunca volta attıktan sonra odasından dışarı çıktı. Çıkar çıkmaz da törende -aman ha- uygunsuz bir şey yapmasın diye babasının üçüncü karısının bir dizi öğüdünü ve talimatını suratında hiç mimik olmadan dinledi. Geleneklerine bağlı ve hayatın ondan neler çaldığının farkında olmayan bir kayıp, kendisi de benzer çileleri çekmiş, kürklülerin acımasızlıklarına defalarca katlanmış olmasına rağmen kürklülerden çok daha beter biri olabilirdi. Babasının üçüncü karısı, Tigi’nin öngörülemez davranışlarından hiç hoşnut değildi. Kürkünü kaybetmesini memnuniyetle karşılıyordu. Derhal evlensin diye babasını ikna etmek için alttan giriyor üstten çıkıyor, türlü türlü oyunlar çeviriyordu. Annesi ise yıllardır kaldığı nekahet evinden dönmemekte ısrar ediyordu. Babasının yaptığı üçüncü evlilikten sonra geçirdiği hastalıktan bitap düşmüştü.

Babasının üçüncü karısı gözlerini kırpıştırdı. “Aşağıda seni bekliyorlar. Acele et.”

Ev ahalisinin geri kalanı, yani tamı tamına on beş kişi, Tigi’nin tören gününde onu şereflendirmek için en güzel takılarını ve kemerlerini takmışlar, yemek masasından kalkıp siyah granit merdivenin önünde toplanmışlardı. Aşağıya inerken suratında yapmacık bir gülümseme vardı. Bütün aile fertleriyle elini başına koyarak selamlaştı; tek tek yüzlerine baktı. Sahte bir gurur ve belli belirsiz bir acımayla kaplı bu yüzleri ve bakışları asla unutmamak üzere zihnine mıhlıyordu. Hepsini cenaze alaylarına gelen ağıtçılara benzetti: başkasının acılarına ağıt yakan ama hiçbir şey hissetmeyen. Evdeki kürksüzlerin heyecanlı oldukları belliydi. Açık havaya çıkmaları sonsuza kadar yasaktı; şehrin belli bölgelerine gitmeye izinleri vardı. Tigi’nin mahkumiyeti, onlar için küçük bir kaçamaktı.

Tüp trenlerin yoğun olacağını tahmin ettiklerinden, evlerinin önündeki durağa erkenden çağırdılar. Neredeyse anında gelen, sert metalden yapılma, içine birkaç tane küçük yuvarlak pencere iliştirilmiş tek vagonluya binip yüksek hızla uzaklaştılar. Her şey çok hızlı olup bitiyordu. Arkasını dönüp evine bir kez daha bakmak aklına gelmemişti. Zaten nesine bakacaktı? Nereye giderse gitsin kendini ait hissetmediği yerlerden başka yerlere sürüklenecekti. Yol boyunca tek dikkatini çeken şey, yere bakmakla geçirdiği sürede bazı aile üyelerinin göz alıcı kürklerinin altındaki yumuşak topuklu, zarif pençeleriydi. Vagonun loş ışığında trenin hızla devinimiyle dans etmeleri izledi.

Helezonun yapay havasında olgunlaşıp birbirine karışan kokular, tıslayıp açılan kapıların gerisinde onu bekliyordu. Gidecekleri yere kadar yürümeleri gerekecekti. Geniş cadde, Tigi gibi asık suratlı yaşıtlarının etrafında kümelenmiş kalabalık ailelerle doluydu. Yolun kenarında fırsattan istifade eden seyyar satıcılar diğer helezonlardan gelme takılar, renk renk keseler ve envai çeşit aksesuar satıyorlardı. Atıştırmalık satan tezgahlar ortalığı duman altında bırakarak helezon yönetmeliklerini hiçe sayıyordu. Kimsenin aldırdığı yoktu.

En kötüsü de pleksi kutuların içinde görücüye çıkan kürksüzlerdi. Satacak başka şeyi kalmayan aile reisleri, kızlarını ve torunlarını diğer helezonlarda sergilenmek üzere aracılara verirdi. Tigi, pleksinin arkasında başını yere eğmiş bu perişan haldeki kayıpları görünce bir gün aynı duruma düşmemek için ne gerekirse yapacağını biliyordu. Sanki yardımı olacakmış gibi cama tutunan, tenindeki turuncu ve beyaz lekelerden bir zamanlar muhteşem renkteki kürkünü hayal edebildiği ticari ürünü görünce içi sızladı. Fiyat etiketi yukarı doğru dikilen kulağına takılmıştı. Kimsenin itirazı yükselmiyordu.

Tören, bütün resmi kutlamalara ev sahipliği yapan Ukarnit’in bahçesinde yapılacaktı. Tigi diğerlerini hiç görmemiş olsa bile, buzul gezegenin bütün helezon şehirlerinde kendine özgü Ukarnitler bulunduğunu kısa süren mecburi eğitiminden dolayı biliyordu. Durdukları yerden görülebilen kendi binaları, saydam oluklu tuğlalarla kaplıydı fakat en göz alıcı niteliği özel iklimlendirme sistemiyle erimesine engel olunan ve pencere kenarlarını kaplayan buzdan kemerlerdi. Kimi yerlerden ise mitolojik yaratıkların küçük uzuvlarının dahi incelikle oyulduğu buzdan heykelleri sarkıyordu.

Caddenin keşmekeşini aşıp bahçeye açılan ağır demir kapıların önündeki kalabalığa karıştılar. Biraz ilerlemişlerdi ki keşif gemisi kaptanı olan ve -haliyle- en önden yürüyen babası, buzul görevi madalyasıyla simsiyah kabarık tüylerini daima süsleyen üçüncü bölge amiri Naja’yı görünce selam verdi. Araları nispeten iyiydi; etraflarından akan kalabalığa aldırmadan koyu bir sohbete daldılar.

Naja’nın gözleri hiç utanma belirtisi göstermeden Tigi’nin vücuduna ve kürküne kayıyordu. Tigi, içinden okkalı bir küfür savurarak kürklünün bakışlarına korkusuzca karşılık verdi. Arkasında dört zevcesi vardı. En kenarda ellerinin ara ara titrediği açıkça görülen ve etrafına bakmaktan kaçınan bir yaşıtı vardı. Belli ki buraya onun için gelmişlerdi. Tigi, sivri tırnaklarını avucunun içine bastırdı. Diğer aile fertlerinin feri sönmüş gözlerine bakılınca anlaşılıyordu; evdeki hayatları iç savaştan, sürekli mücadeleden ibaretti.

Gözü doymak bilmeyen bu kabustan beter kürklünün uzun zamandır kendisine ısrarla talip olduğunu biliyordu. Babasına, görev alabileceği başka muazzam gemilerden bahsederek kaygısızca rüşvet teklif ettiğini daha önce duymuştu. Babasının da er ya da geç Tigi’ye karşılık bu teklifi kabul edeceğine adı gibi emindi. Kaygılar içini kemirirken bu iki kabarık tüylü aile reisine baktı. İş cesarete gelince, babası belki onu alaşağı edebilirdi fakat Naja gibi korkağın tekine karşı binlerce kez üstün gelirdi. Korkak birinin esiri olmak, hayatta başa gelebilecek en kötü şeydi belki.

Kalabalık derinleşince sohbetlerini kesip yola devam ettiler. Elleri titreyen gencin uzaklaşırken ona baktığını fark etti. Tigi, kalabalığın içinde sadece onun görebileceği şekilde sağ elinin beş parmağını sonuna kadar açıp geri kapattı. Karşıdaki önce korkuyla sonra anlayışla başını salladı fakat aynısını yapmaktan çekindi. Bu hareket, gezegenin diğer yarım küresindeki efsanevi zat Yuka Yuka’nın, kendi töreninde bahçedeki kürksüz anıtının tepesine çıkıp atlamadan önce yaptığı hareketti. O sene Tigi çok küçüktü ama törenlerin iptal edildiğinin hatırası zihninde çok canlıydı. Tek bir kişi bile bu hareketini görseydi, Tigi’nin başı belaya girebilirdi. Umursamadı.

Kürksüz ablası Şila, yanına yanaştı. Yürürken kulağına fısıldadı. “Yalvarırım saçma sapan bir şeye kalkışma Tigi. Seni falımda gördüm. Ne felaketler getireceksin?”

Tigi, Şila’nın mazide ağızları açık bırakan toz pembe kürkünden geriye kalan istiridye rengi tüysüz derisine esefle baktı. Şila evlenip baba evine bir kürklü getirmişti; büyük şerefti. Kürklüsü babasının hizmetinde çalışıyor, saygıda kusur etmiyordu. Tigi’nin allak bullak olan sinirleri bu lafın üzerine hepten zıvanadan çıkmıştı. Dişlerinin arasından, “Falın kötü çıktıysa sana deva mı yok? Kürklünün pençelerini günde dört defa güzelce ovala, sırtın yere gelmez,” diye tısladı. Hazırcevaplığına kendisi de şaşırmıştı. Şila’nın suratı kıpkırmızı oldu, yine de tek kelime etmeden kürklüsünün yanına döndü. Aynı anneden olmayan kız kardeşleri, her daim tepesindelerdi. Tigi, bir şey yapacaksa gözü kimseyi görmezdi; tehditleri de boş lafları da vız gelir tırıs giderdi.

Bahçedeki kürksüz anıtı, bina girişinin solunda yükseliyordu. On kişi üst üste çıksa, ancak tepesine değebilirdi. Suratına mağrur bir ifade kondurmuşlardı. Anıtın çok hikâyesi vardı. En meşhur olanını huysuzluk ettiği geceler annesi ona anlatırdı; sabah uyandığında hikâyeden etkilenip gördüğü birbirinden tuhaf rüyaları çözmeye çalışırdı.

Günlerden bir gün, Ujarak her sabah yaptığı gibi kulübelerinin arkasındaki odunluğa gitmek için dışarı çıkmış. Zavallı Ujarak odunluğa varmış ki ne görsün! Bin bir güçlükle çok uzaklardan getirdikleri odunların yerinde yeller esiyormuş. Ujarak olduğu yere çökerek ah edip vah edip ağlamaya başlamışmış. Kocası da çıktığı yolculuktan dönmek bilmiyormuş. Öyle bir yerde yaşıyorlarmış ki günlerce yol tepsen de kanoyla suları aşsan da ne avlayacak tek bir canlıya rastlarmışsın ne de dumanı tüten sıcak bir kulübeye. Sonra içeride soğuktan titreyen, daha tüyü çıkmamış yavruları aklına gelince bir hal çaresi bulmak için kulübeye girmiş. Yavrularının yukarıdaki döşeklerine bir çıkmış bir inmiş de başı dönmüş. En sonunda balık kesmek için kullandığı bıçağı nefes nefese kalana kadar bilemiş. Büyük pazarda herkeslerin dönüp hayranlıkla baktığı pasparlak kabarık tüylerini bir güzel kesip biçmiş. Yerler boz rengi kürküyle kaplanmış. İşi bittiğinde soğuktan tir tir titriyormuş. Yılmadan, aldırmadan tüylerini toplayıp yavrularını ısıtabilecek bir battaniye yapmış. Yavrularının üstüne sermiş. Günler günleri kovalamış ve kocası eve dönmüş. Bulmuş kulübesinde kapıyı gözlerken taşlaşmış zevcesini. Tüy namına hiçbir şey yokmuş üzerinde. Yukarıda kırmızı yanaklı yavruları sevinçle çığlık atmış.

Annesi bu hikâyeyi her anlatışında, Tigi aynı soruyu sorardı: “Neden battaniyenin altına o da girmemiş?”

Annesi de kaşlarını çatarak genelde aynı cevabı verirdi: “Uzun dilli Kajuq’un başına neler geldiğini de anlatayım mı?”

Onun törende olmayışına seviniyordu. Her ne kadar kürksüz kalmasından gurur duyacağını bilse bile, gözyaşı ve hüzün duyarlı hemcinslerine musallat olurdu.

Bahçeye erken varmalarına rağmen borazanların sesi Tigi’yi ürkütmüştü. Yukarıda yapay gökyüzü, sabah vakti olmasına rağmen gün batımının kızıllığında dondurulup bırakılmıştı. Turuncu ışık bembeyaz kürkünün üzerinde pastel bir renk yaratıyordu. Çağrı, panik havası yaratmışsa da Tigi, en ufak bir duygusunu dışa vurmadan aile reisini bekliyordu. Babası ağır adımlarla yanına gelirken yemyeşil gözlerini ondan ayırmadı. Tören aslında aile içindeki ritüelle kısmen başlamış sayılıyordu. Bütün aile reisleri, ailelerini temsil eden bir takı takacaklardı. Babası, tek kelime etmeden dikenli kemerinden aşağıya sarkan kadife kesesinden bir kolye çıkararak Tigi’nin boynuna taktı. Kürkünden sıyrıldığında vücudundaki tek şey, bu kolye olacaktı.

Tigi, ailelerinden ayrılıp meydana doğru giden tanımadığı yüzlere aceleyle karıştı. Amaruk’un yanına gelip konuşmaya çalışmasına fırsat vermeden ileriye atılmıştı. Onu yarı yolda bırakanlara, en zayıf anında üzerine toprak atmaya çalışanlara diyecek sözü yoktu. Söyleyecekleri hiçbir şeyi de duymak istemiyordu. Affetmenin erdem olduğuna dair zırvaları başkalarına yutturabilirlerdi. Tigi, sağduyuyla değil, nefretiyle olgunlaşmayı seçmişti. Ağızları buran ekşi bir elma olacaktı.

Bahçenin karo taşlarıyla örülü, heykele doğru kıvrılan yolunda ilerlerken, sağ ve sol tarafına özenerek yerleştirilmiş, binlerce yıl önce nesli tükenen numune ağaçların ve çiçek tarhlarının yanından geçmeye başladı. Upuzun bir servi ağacı, sanki olacaklara tanıklık etmesi için bahçenin ortasına bırakılmıştı. Çevresindeki sümbüller, karanfiller ve papatyalar kokularını zahmetsizce yola kadar taşıyorlardı. Tigi, heykele ulaşana kadar kalın gövdeli ağaçlar ve başlarını zarifçe eğmiş onlarca başka çiçekle oyalanarak ara ara üfleyen yapay esintilerle gerginliğini uzaklara yollamaya çalıştı.

Etrafındaki tedirgin sel, karo taşların bitiminde heykelin etrafına yayılıyordu. Ellerinde mavi ışık yayan kristal bıçaklarıyla sabit duran infazcı keşişler, kendilerine tayin edilmiş reşitleri bekliyordu. Keşişlerin üzerinde, kafalarına taktıkları ve yüzlerini kapatan tülden başlık dışında hiçbir şey yoktu. Kürklerinin boyanmasına izin verildiği için hepsinin rengi aynıydı, koyu gri. Heykeli çepeçevre saran bu koyu gri infazcılar, hep bir ağızdan eski dilde kopkoyu ilahilerini söylüyorlardı. Arkalarında, kollarındaki kasların şişkinliği belli olan keşişlerin bir başka hizbi, davullara şiddetle vurarak Tigi’nin içini sızlatan titreşimler yayıyorlardı. Reşitler, keşişlerin önlerinde duran direkte asılı levhaya kazınmış sembolden, kendilerine verilen taşı eşleştirip doğru yere ulaşmaya çalışıyorlardı. Tigi, alt alta duran üç uzun çizgiyi, heykeli tavaf etmeye başladıktan kısa süre sonra buldu.

Sembol kazınmış özel kare taşı infazcıya uzattı. Gri renkli meçhul kişi, taşı alıp inceledikten sonra kristal bıçağın dibindeki bölmeye yerleştirdi. Klik sesiyle mavi renkli ışık turuncuya döndü. Kaderini mühürleyecek olan ve ilahisine teklemeden devam eden kürklünün günlerdir başka helezon şehirlerde aynı şeyi yapmaktan robotlaşan muntazam hareketleri, Tigi’nin midesini alt üst etti. Nasırlaşmış sistemin değişmeyen kurallarını, bu bayat seremoninin en önemsiz detaylarında bulabilmek, umudunu oyup içi boş bir çuvala döndürüyordu. Ne yapacağını bilemez halde, adsız anıtın önündeki adsız kişinin huzurunda çaresizce bekledi.

Davulların ritmi, ilahinin ağzı değişti. Daha önce gittiğim törenleri keşke daha dikkatli izleseydim, diye düşündü. Tam o noktada mı başlayacaktı cellat? Tam o noktada mı sonsuza kadar, içi ayrı dışı ayrı üşüyen, gözler önünde çırılçıplak ve aciz bir varlık olmaya başlayacaktı?

Sağındaki ve solundaki yaşıtlarına kaydı gözü. Sağında simsiyah, solunda sapsarı kürkler gözüne olağanüstü göründü. İnip kalkan göğüslerine bakıp heyecanlarının kaynağını merak etti. İstek mi vardı gözlerinde? Heves miydi o? Sonra kendi göğsünün de hızla inip kalktığını fark etti. Kaburgalarının altında bu kadar çok duyguyla boğuşurken sıkışıp kalan kalbinin nasıl fakat nasıl olup da atmaya devam edebildiğine hayret etti. Bir mucize olur da bedeni, o küçük mikrokozmos, artık daha fazla zorlamanın manasız olduğuna karar verir belki diye ummuştu.

Davulların sesi gittikçe azalıyordu: Tam tam tam…

En sonunda güçlü bir darbe vurdular: Güm!

Nefesini tutarken celladın bıçağı vücuduna değmeden göğüslerinin üzerinden geçti. Fiziksel olarak hiçbir şey hissetmemişti ama bıçak üzerinden geçtiği yerleri çorak bırakıyordu. Geri dönüşü yoktu. Artık tamamen görülebilen göğüslerine baktı. Yanaklarında utancın kırmızılığı biçimlenip ağzını kupkuru etti. İfadesi seçilemeyen cellat, ikinci kez kolunu kaldırdığında iman tahtasından başlayıp aşağıya inerek vücudunda haç şekli oluşturdu. Kürkü sanki hiç var olmamışçasına hiçliğe karışıyordu. Bahçede çıt çıkmıyordu.

Tigi’nin gözlerindeki yaşlar pervasızca akıyordu. Derisinin bu denli sahipsiz kalışına sessizce ağlamaktan başkasını yapamıyordu. Göz ucuyla diğerlerine bakınca, onların mücadelesini de görebiliyordu. İstesinler ya da istemesinler, kürkünden soyunmak kimsenin kaygısızca atlatabileceği bir şey değildi. Celladın gözlerini seçebilseydi belki daha kolay olabilirdi. Nefretini ve öfkesini gözlerinden gözlerine döküp saçabilirdi. Bıçak, vücudunun üzerindeki bembeyaz ışıltısını tüketip bitirirken, işine yoğunlaşan keşişin hafif hareketlerinin önünde, yapayalnızlığını iliklerine kadar hissetti. Çıplaklığı onu yok ediyor, hiç ediyordu. Meydandaki bütün herkesin gözleriyle ve kulaklarıyla, pençeleriyle ve dişleriyle derisinden içine nüfuz ettiğini zannediyordu.

Her nasılsa bütün bu işkence boyunca kıpırdamadan durmayı becermişti. Doğal görünmeyen bir ter damlası yanağından süzüldü. Bu denli aşağılanmaktan yorulan zihni başka bir reaksiyon vermeye başlıyordu. Nefreti büyüyerek bedduaya, bedduası büyüyerek kuvvetli bir öç alma isteğine dönüştü. Son birkaç rötuş kala, aciz bir yaratık mı yoksa heybetli buzullar gibi sağlam mı olacağına karar verdi.

Aynı anda bütün infazcı keşişler işini bitirip arkasını döndü. Tigi, hiç acele etmeden infazcının elindeki hâlâ kırmızı renkte ışık yayan bıçağı aldı. Keşiş böyle bir şey beklemediği için çok çok kısa bir zaman aralığında hareketsiz kaldı. Tigi’ye o bile yetti. Üç uzun çizgi keşişin sırtında belirdi. Bıçağı yere attı. Kolyesine tutundu. Sağ elini kaldırıp avucunu açıp kapattı. Yaptığı bu günahkâr hamle, veba salgını gibi önce sağındaki ve solundakilere, ardından bütün halkaya ansızın yayıldı. Halkanın yarısından çoğu ya bıçağa davranıp aynı eylemi tekrarlamış ya da yetişemeyip kavga dövüşle verebileceği en büyük zararı vermişti. Kalabalıktaki iki zıt kutuptan haykırışlar duyulurken ortalık birbirine girdi. Meydandaki halkaya doğru muhafızlar yaklaşıyordu. Önündeki yamalı keşiş bağırıp çağırıyordu.

Tigi orada artık yalnız olmadığının farkında ve çırılçıplak dikilirken, ölmeyeceğini biliyordu. Asırlardır yanmamakta ısrar eden inatçı bir fitili ateşlemişti.

Büşra N. Erturan

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *