Öykü

Ayin

ilham alınan yaratık
KAMOS

Uzun zamandır at üzerindeydiler ve olay yerinden gidebildikleri kadar uzağa yönlerini bilmeden gidiyorlardı. Kaçarken belleklerinde kanlı savaş vardı, kopan kollar bacaklar, nereden geldiği belli olmayan oklar, acı dolu bağırışlar ve birbirine çarpan çeliğin sesleri. Koca ovada binlerce asker birbirlerine girmişti. Bir yanda eğitimleri ve disiplinleri eksik olan Anadolu askerleri vardı. Diğer yanda sadece savaşmak için doğdukları anlaşılan ve sürekli savaşan, savaşmadığı zamanlarda eğitim yapan Moğollar. Bir de buna Selçukluların acemi komutanlarının beceriksizliğini ekleyince sonuç belli olmuştu. Sayıları az olsa da kazananlar gündoğusundan gelen barbarlar olmuştu.  Barbarlardı ama disiplinli ve öldürme konusunda becerikli barbarlardı.

At üzerinde hayvanları nefes bile aldırmadan koşturan üç adamdan iri yarı olanı hep önde gidiyordu. Diğer ikisi içlerindeki korkunun etkisiyle sürekli at sürüyorlardı öndeki adamı izlemeye çalışıyorlardı. İki gün önce yola çıkmışlardı, savaşın sona erdiği akşam saatlerinde bulabildikleri üç ata binmişler ve oradan uzaklaşmışlardı. Yamacın doğusunda yer alan ormanın içerisine girmişlerdi. Ulu kayın ağaçlarının arasında tırıs gittikten sonra ağaçların seyreldiği yerde dörtnala kalkmışlardı. İki gün boyunca ırmaklar aşmışlar, yaylalardan geçmişlerdi. Koca ülkenin kaderi belli olunca ıssızlaşan köyler görmüşlerdi. Gün ağardıktan sonra arkalarında fersahlarca uzakta, tepenin sırtında bir gurup atlı görünce altlarındaki hayvanları tekrar dehlemişlerdi. Kaçan düşmanın peşini bırakmadıkları iyice belli olmuştu. Buldukları yer yer kurumuş dere yatağında yol aldılar bir zaman izlerini kaybettirmek için. Akıntı yönünde yarım saat kadar yol aldıktan sonra çakıllı bir mıntıkadan çıkmışlardı.

“Daha ne kadar gideceğiz,” dedi arkadan gelenlerden genç olanı. Öndeki iri yarı adam geriye dönme gereği duymadan cevap verdi. “Gidebildiğimiz kadar uzağa.” Hızları biraz olsun azalmıştı. Şimdi neredeyse atbaşı gidiyorlardı.

“İki gündür ağzımıza bir lokma ekmek girmedi,” dedi diğer zayıf uzun boylu olan atlı.

“Ne yapalım geçtiğimiz köylerde atıştırabileceğimiz bir şey bulamadık siz de gördünüz.” Hayvanları iyice yorulmuşlardı, yavaşlayınca atların dizlerinin titrediğini hissetmişlerdi. Yüz metre kadar ötedeki meşe ağaçlarının kümelendiği gölgelikte durdular. Öndeki adam yere atladı kulağını toprağa dayadı. Liderlerinin ne yapmak istediğini anlayan diğerleri sessizliğe gömüldü. Tüm doğa susmuştu sanki.

“Sanırım peşimizi bıraktılar veya izimizi kaybettiler.” Yüzünde çarpık bir gülümseme vardı. Kalın parmaklarıyla sakallı yüzünü kaşıdı. Şimdi acil konulara el atabilirlerdi. Ufak tefek genç adam lider durumundaki adama dönerek, “Biçek, burada avlanamayız ot da yiyecek değiliz.” dedi. Diğeri, “Hadi avlandık diyelim avımızı nasıl pişireceğiz, ateş yakamayız,” dedi. Haklıydı. Karanlığın yavaş yavaş baskın olmaya başladığı bu saatlerde bir ateş yakarlarsa eğer Moğollar hala kendilerini izliyorlarsa kolaylıkla bulabilecekler demekti. Biçek, atına tekrar atladı. “Biraz daha gidelim bakalım,” dedi. Tekrar yola koyuldular.

Bir saat daha yol aldılar ve karanlık iyice çökmüştü. Üçünün de midesine günlerdir bir şey girmemişti. Bir gece daha açlığa dayanamayacakları belliydi. Karanlıkta av da yakalayamazlardı. Üstelik üzerilerinde, uzun boylu olan İyeza’nın belindeki kısa kamadan başka bir silahları da yoktu.  Ve o kamayla bir tavşan bile avlanmazdı. Bitkin bir halde yollarına devam etmekten başka yapabilecekleri bir şey yoktu.

Gece yarısına doğru hilal şeklindeki ay doğudan yükselmeye başlayınca dünyaları aydınlanmış gibi oldu. Uğursuz bir savaştan sonra doğan yeni ay belki uğur getirirdi. Bir dakika sonrasında da ufak tefek olan Öles, hafif bir sevinç çığlığı attı. Diğerleri çıkardığı sesten dolayı kendisine kızgınlıkla bakarken o batı yönündeki yüksek tepeyi gösteriyordu. Kendilerinden birkaç fersah ötedeki yükseltinin üzerinde bir karaltı vardı. Biçek, kocaman gözlerini kısarak baktığında, “Bu bir kale olmalı,” dedi. Kale demek insan demekti, insan demek yemek demekti, içki demekti belki de eğlence demekti. Atının dizginlerini sağa çekti ve postalının burnuyla hayvanı dürttü. Yorgun hayvan isteksiz de olsa adımlarını hızlandırmıştı.

İlerledikçe gördükleri gölge büyüdü. Gölge büyüdükçe umutları arttı. Yanılmamışlardı gördükleri küçük bir kaleydi. Ovanın bitip tepelerin başladığı eğimli bir yamaçta, ileri karakol veya gözcü kulesi olarak yapılmış yüksek bir taş yapıydı. Kalenin bulunduğu yere çıkmaları bir hayli zamanlarını almıştı. Hele yolun son bölümünü yürüyerek geçmek zorunda kalmışlardı. Kale kapısının önüne vardıklarında üçünün de yüzlerinde gülümseme oluşmuştu. Üç adam boyunda yüksekliği olan ve genişliği kocaman arabaların geçmesine izin verecek kadar büyük olan, bakır plakalarla güçlendirilmiş ağaç kapı kapalıydı. Dev kapı kapalıydı ama hemen altındaki ancak bir yayanın geçmesine izin verecek kadar alçak bir kapı daha vardı ve aralık görünüyordu. Biçek, “Atları gözden uzak bir yere bağlayın,” dediğinde ufak tefek olan durumdan vazife çıkarmış önderinin emrini ikiletmemişti. Üzerlerindeki ağırlıkların inmesiyle rahatlayan hayvanlar dizginlerini tutan adamın peşinden gittiler sessizce. Kalenin arka tarafında yıldızların ışığını gölgeleyecek kadar koyu ağaçların dibinde otların bol olduğu bir yere bağladı üç atı ve hemen geri döndü. Birkaç dakika sonrasında üç kaçak ancak bir kişinin geçebileceği kadar küçük kapıdan içeri giriyorlardı.

Geçtikleri yol boyunca kendilerini ve yollarını aydınlatan hilal boş bir avluyu aydınlatıyordu şimdi. Aralıklı döşenmiş kocaman taşların kapladığı meydan çevresinde basamaklarla çıkılan küçük binalar vardı. Binaların büyüklüğünü göz önüne aldığınızda avlu çukur gibi kalıyordu. Surların içerisinde bir kale için gereken yapılar vardı yalnızca. Nereye geldiklerini anlamaya çalışırken güçlü bir ses zaten gergin olan sinirlerini bir kere daha oynattı. İçeri girdikleri küçük kapı gürültüyle çarpmış ve kapanmıştı. Öles, içlerinde en genç olanı kapıya gitti, kapının mekanizmasının yerine oturduğunu gördü. Anahtar olmadan çıkmaları mümkün değildi. Olumsuz bir şekilde başını sağa sola salladı. Hissetmeseler de içeride bir hava akımı olmalıydı. Biçek, diğerlerine girdikleri kapının tam karşısındaki ana binayı işaret etti. Açlığının verdiği dürtüyle olsa gerek basamakları aceleyle çıktılar.

Girdikleri kocaman bir salondu. Ortada bir masa vardı ve çevresine hasır tabureler karmakarışık bir şekilde konulmuştu. Kenarda duvar boyunca uzanan dolabın daha önce silahlık olarak kullanıldığı belli oluyordu. Ama şimdi içerisinde bir kırık ok bile bulunmuyordu. Diğer dolaplara da baktılar ama kaleyi terk edip gidenler geride düşmanın işine yarayacak hiçbir şey bırakmamışlardı.

“İşe yarar bir şey yok,” dedi umutsuz bir sesle, İyeza. Bir kere daha kontrol etti tüm dolapları ama hiçbir şey yoktu. Salonun yan duvarındaki kapıdan diğer bölüme geçtiler. Burası daha iyi ve sıcak sayılabilirdi. Karşı köşedeki kocaman ocak sıcaklık kaynağıydı besbelli. Ellerini iyice yaklaştırınca küllerin dokunulamayacak kadar sıcak olduğunu gördüler. Kale sakinleri kısa bir süre önce gitmiş olmalıydılar. Yine aradılar dolapları ve köşe bucağı. Barbarlara bir lokma bile bırakmamışlardı gidenler. Geldikleri yoldan avluya çıktılar tekrar. Umutları girmedikleri üçüncü binadaydı.

İşte, karşılarında bir koğuş vardı. Ranzaları sayınca yirmi kişilik ufak bir müfrezenin kaldığı bir kalede olduklarını anlamışlardı. Maalesef koğuş da tamtakırdı. Sadece küçük bir dolapta pisboğaz bir askerden kalmış olan bir avuç peksimet kırıntısı buldular. O da kimin dişinin kovuğuna sığacaktı ki. İri yarı Biçek en yakınındaki yatağa uzandı. Kirli yastığa başını koydu ve gözlerini kapattı. Diğer ikisi kendisinin vereceği kararı bekliyorlardı. Başını karanlık tavana dikti. İşte o zaman tavandaki kocaman halkayı gördü. Sevinçle yerinden zıpladı.

“Tavanda bir halka var, acep ne ola ki?” dedi.

“Ne bilelim, eskiden kalmıştır.” Kardeşi Öles umursamazlık içerisindeydi.

“Belki de ceza vermek için kullanıyorlardır.”

Tekrar ana konularına döndüler, turlarını tamamlamaları gerekiyordu. O ara Öles, küçük guruptan uzaklaştı koğuşun uzak köşesine duvar dibine yöneldi. Birkaç adım atmamıştı ki birden durdu. “Şiişt!” dedi kısık bir sesle. Sesi taş duvarlara çarpıp gelmeden üç asker pürdikkat kesilmişti. Birkaç saniye geçtikten sonra, “Bir ses duyduğumu zannettim,” dedi. Biçek, bir iki koca adımda yanına geldi

“Ne duydun küçük kardeşim?” dedi. Kısık sesle konuşmaya çalışıyordu ama sesi öylesine güçlüydü ki fısıldaması normal bir insanın konuşması gibiydi.

“Sanki ağlayan birinin sesini duydum,” dediğinde diğerleri, çevrelerini saran karanlığa daha dikkatli bakmaya çalıştı. Bir saniye sonrasında titrek bir alev ortalığı kızıla boğdu. İyeza duvar dibinde bulduğu yağ kandilini hemen yanındaki çakmak taşıyla yakmıştı. Biçek, itiraz etmek istedi ama kardeşi onu susturdu, “Babamoğlu bizi bu saatte kim görecek?” dedi. Haklıydı koca kalenin içerisindeydiler ve bütün pencereler yüksek duvarların çevrelediği avluya bakıyordu. Ellerinde kandille ranzaların arasında dolanmaya başladılar, bir ara kapı veya bodrum kapısı arıyorlardı. Tabii bütün aramaları boşuna çıkmıştı.

“Burada bu kadar oyalandığımız yeter, bu uğursuz yerden bir an önce çıkalım ve yola devam edelim!” Korku dolu ses İyeza’ya aitti. Aslında haksız da sayılmazdı. Koca Hakan’ın ordusu kendisinden daha az sayıdaki Moğol ordusuna yenilmişti. Günler öncesinden başlayan küçük saldırılarla devasa orduyu yormuşlar vurkaçlarla yıprattıktan sonra genç hakanın yanlış taktikleriyle ezici bir zafer kazanmışlardı. Bu öyle bir zaferdi ki sadece kaçabilenler kurtulmuştu yani kendileri gibi az sayıda küçük guruplar.

“Üç gündür kaçıyoruz ve Moğol atlıları işlerini tamamlamak için peşimizde. Açlık, yorgunluk ve uykusuzluk perişan etti bizi. Bir yerlerde gizli saklı yiyecekler olduğuna inanıyorum. Ve bu gece bu güvenli yerde iyi bir uyku çekmeden kıpırdanmayacağız.” Biçek sözlerini tamamlamadan kardeşi kafasını onaylarcasına sallıyordu.

“Burada oturanlar her şeyi yanlarında götürmüş olamazlar. O nedenle biraz daha arayalım ondan sonra iyi bir uyku çekeriz.” Arkadaşlarının kararına uymak zorunda kalan adam birden aklına gelmiş gibi, “Ya atlarımız?” dedi. Cevabı Öles verdi. “Merak etme onların keyfi çok iyi, hem iyi bir şekilde karınlarını doyuracaklar hem de sabaha kadar iyice dinlenmiş olacaklar.”

“Ben yine de daha kuytu bir yere gidelim, derdim arkamızdan gelen birlik bu kaleyi fark edecektir.”

“Bak şimdi haklısın. Hemen ana kapının arkasındaki sürgüyü çekelim, bulabilirsek başka dayaklar da koyalım” dedi. Üçü adam dışarı çıktıklarında hilal tam üzerilerindeydi. Koca kapının bir karış enindeki sürgüsü yerindeydi. Küçük kapının da dayağını yerleştirdiler. Kenarda atılı olan birkaç keresteyi kapı kirişlerine destek yaptılar. Sonra da hemen yandaki dik merdivenlerden usulca yukarı tırmandılar. Yüksek mazgalların arasında görebildikleri kadar uzağa tüm ovayı taradılar. Geceyi dinlediler. Ne bir hareket vardı ne de anormal bir ses. Biçek, arkadaşının kulağına eğilerek alay ettiği belli olacak bir ses tonunda: “Gözümüzün erdiği yere kadar hiç bir kimse görünmüyor, şükür, bu gece güvendeyiz.”  Sonra gözdağı vermek için, “İstersen burada nöbetçi kal, yaklaşan atlıları görünce bizi uyarırsın.” Gülüştüler. Kardeşi üçünün de aklında geçen sözleri söyledi:

“Hadi o zaman gidelim de kaçanların sakladığı yiyecekleri bulalım.”

Merdivenlere yöneldiklerinde derinlerden gelen ağlama sesi tekrar duyuldu. Bir saniye üçünün de tüyleri ürperdi ama Biçek:

“Ovada bir yerlerde çakal uluyor olmalı,” dedi. Döndü bir kere daha bu sefer daha dikkatli bir şekilde ovayı taradı bakışlarıyla.

“Olsa olsa bir hayvandır, başka ne olabilir ki?” dedi. Avluya indiklerinde çevrelerine bir kere daha bakındılar. O zaman ilk bakışta fark edilmeyen üç binanın arasında kalan küçük yapıyı gördüler. Aradıkları yer orası olmalıydı. Öles, koşar adım koğuşta bıraktıkları kandili getirdi. Bir çocuğun anca sığabileceği alçak ve dar kapıdan zorlukla geçtiler ve diğerlerinden farklı olarak aşağı doğru inen basamaklardan inmeye başladılar.

Kaç basamak indiklerini saymamışlardı ama iki elin parmak sayısından çok olduğu belliydi. Ve son basamağı aşıp tabana vardıklarında geçmeli dilmelerle kaplanmış ahşap zemine basmıştı çamurlu çarıkları. Öles, elindeki kandili yukarı kaldırdı ve bulundukları yeri incelemeye başladılar. Sığınak gibi yapılmış küçük bir odaydı. Bir kiler veya depo olabilirdi ancak. Duvar dibine sıralanmış dolaplar ve sandıklar bu durumu doğrular nitelikteydi. Biçek’in küçük çığlığı dikkatlerini karşı duvarın dibindeki masaya yöneltti. Birkaç adımda vardıklarında masanın üzerinin koca bir ekmek ve bir tencere kavurma ve tertemiz suyla donatıldığını gördüler. İri yarı adam kocaman elleriyle mis gibi kokan emeği kavradı ama Öles’in zayıf parmakları bileğine yapıştı:

“Ağam, sence biraz acele etmiyor muyuz, ya bir tuzaksa ya yemekler zehirliyse?”

Bir an kafası karıştı Biçek’in, Eline hemen kapacaklarmış da engel olmak için sımsıkı kavradığı ekmeği kokladı, eğildi, toprak tenceredeki yemeğe burnunu değdirecek kadar yaklaştı ve ardından omzunu silkti. İçgüdüleri daha ağır bastığı için dişleri kocaman bir ısırık koparmıştı bile buğday ekmeğinden.

“Bu lezzetli kavurma zehirlenmeye değer!” Diğerleri de atıştırmaya başladılar hazır buldukları nevaleyi. Günlerdir sürek açlıkları son bulmuştu. On dakika sonrasındaysa masanın üzerinde boş bir tencere ve ekmek kırıntıları kalmıştı. Şimdi daha rahat düşünebilirlerdi ne olacağı konusunda.

“Burası neresi olabilir?” Soruyu ince uzun bedene sahip İyeza sormuştu. İyeza, Biçek ve Öles kardeşleri Sultan Alaattin’in durduramadığı ordusunda karşılaşmışlardı. İyeza, iki kardeşle aynı birlikteydiler. Savaşa hazırlık evresinde ve düşman koluyla kapıştıkları yaylaya gidesiye kadar sayısız nöbet tutmuşlar, ok, kılıç talimi yapmışlardı. Bir tür kader birliği haliydi yaşadıkları. Adamın sorusuna geğirmesinden sonra Biçek cevap verdi:

“Bizim doğduğumuz topraklara yakın yerler buralar. Sanırım bu kale, süt kalesi veya diğer adıyla Alev kayası kalesi.” Bir an düşündü.

“Bir ya da iki gün daha batıya giderseniz baharın yeşilin her tonunu bulacağınız uçsuz bucaksız bir ovaya varırsınız. İşte oralar obamızın son yaylağı. Yani bizim ellere varırsınız.” Kardeşi sözlerini tamamladı:

“Bir zamanlar yani çok çok eskiden bu kale yapılmaya başladığında susuz bir mevsime geldiğinden harcına su yerine süt katmışlar. İşte o yüzden süt kalesi diyorlarmış.” İki kardeşin sözlerini dinleyen diğeri dudaklarına çarpık bir gülüş yerleştirdi.

“Alev kayası dediğiniz kalenin bir yerlerinde gömülü olan alev tanrısının heykeli olmasın sakın.” Üç adam ne şartlarda buraya geldiklerini unutmuşlar gibi tatlı tatlı sohbet ediyorlardı. “Yani Har-Put; Alev Putu ya da alev Tanrısı.” Olayın bu boyutu akıllarına gelmediği için birbirlerine bakakaldılar titrek alevin ışığında. Gecenin bir yarısında bu konulara girmek hoş olmuyordu, hele birkaç gün önce imansızların saldırısına uğradıklarından sonra. Durumu kurtarmak isteyen ağabey lafı değiştirmek için.

“Yanılıyor da olabilirim. Kaçmaktan ne zamanı bildik ne de yönümüzü. Buralarda bu tür kalelerden o kadar çok var ki.” Bağdaş kurduğu çulun üzerinden kalktı sabah olmuşta derin bir uykudan yeni uyanmış gibi gerindi.

“Öles, kardeşim ilk nöbet senin. Hemen surlara çıkıyorsun. Dayanabildiğin kadar dayan sonra bu medrese kaçkınını kaldırırsın, son nöbet de benim olur. Sabah da ne yapacağımıza karar veririz.” Kısa boylu genç isteksizce yerinden kalktı ve kapıya yöneldi. Diğer ikisiyse biraz beklediler ve ardından yandaki koğuşa gitmek için merdivenlere yöneldiler.

Çizim: Burak Dak
Çizim: Burak Dak

Ay gökyüzündeki batıya olan yolculuğuna devam ediyordu. Genç adam sabahın yaklaştığını haber veren serin rüzgârdan hafifçe ürperdi. Kollarını bedenine sararak biraz daha vücut ısısını korumak istedi. Göz kapakları iyice ağır gelse de ufukları özellikle geldikleri yönü taramaya devam ediyordu. Bir yandan da doğuda oluşacak lacivert rengi beklemekteydi. Diğerlerinin mışıl mışıl uyuduğu aklına gelince bakışlarını iç avluya aklında koğuş olarak kalan binaya yöneltti. İşte o zaman gözleri fal taşı gibi açıldı. Avluda küçük bir çocuk hiç ses çıkarmadan bir hırsız gibi dolanıyordu. Rüya ve gerçek arasında kaldığını düşündü ve dudaklarını ısırdı. Sadece bir saniye gözlerini kapadı açtığında avlu bomboştu. Gözlerini tekrar bakışlarının olması gerektiği yöne çevirdi ufku ilk defa görüyormuş gibi incelemeye başladı.

Biçek, yıllardır tavşan uykusuyla uyumaya alışmıştı. Kapının hemen yanındaki ranzaya çöktü. Karnı doyduktan sonra, tüm kaslarının özellikle oturma yerlerinin ağrımasına rağmen aklına kadınlar ve kızlar gelmişti. Gözlerini kapattı ve yapacak bir şeyi olmadığı için geçmişte yaşadıklarını hayal etmeye başladı. İlk gençlik yıllarından beridir çapkındı Biçek. Uzun boyu, geniş omuzları, kaslı vücudu vardı. O zamanlar yakışıklı da sayılırdı. Kızlar kendisine kur yapıyorlardı çoğu kere. Doğduğu kentin en çok aranan delikanlısıydı. Yok, eğer kızlar kendisine yüz vermezlerse ya da naz yaparlarsa o zaman hakkını zorla almasını da biliyordu. Bu yüzden çok düşmanı da olmuştu. Namus düşkünü babalar kıskanç kocalar ve ağabeyler tenhada kıstırabilmek için peşinden çok kere dolaşmışlardı. Ama o bir kişinin ardından koşmuştu yalnızca bir Yörük kızının. O bunları düşünürken yanındaki ranzadan horultular gelmeye başlamıştı. Yerinden doğruldu, iyi bir şarap için neler vermezdi ki. Temiz havaya ihtiyacı vardı.

Öles, aşağıdan gelen sese döndü ve avluya açılan kapıdan hayatı boyunca olmak istediği kişinin, ağabeyinin çıktığını gördü. Adam, yılların verdiği askeri alışkanlıkla sanki yere basmıyormuş gibi sessizce yürüyordu. Düşmemek için tutunmak zorunda kaldığı dik merdivenleri aynı sessizlikle tırmandı. Duvarın üzerindeki dar yola çıkınca doğudan esen rüzgâr saçlarını havalandırdı.

“Şimdi, etine dolgun, koca memeli bir karı olsa ne hoş olurdu değil mi sarılır bir güzel ısınırdık?” ağzından salyalar akacaktı neredeyse. Kısa boylu adam karşısında dikilen yiğide baktı. Ağabeyinin en sevmediği yönü buydu.

“Uçkuruna düşkünlüğün yüzünden ne badireler atlattın ama hala akıllanmadın!” Genellikle ağabeyi bu tür konuşmasına izin vermezdi ama bu defa nasıl olduysa sesini çıkarmadı.

“Ama çok tatlılar yaa.” Sesi annesine şirinlik yapan çocuk havasındaydı. Sözlerine devam etti: “Hayatımızdan kadınları ve şarabı çıkar geriye ne kalır sence?” Aslında ağabeyinin söylediği doğruydu ama hayatının merkezine oturttuğunda varacağın nokta bu olurdu.

“Sence hayatta kadınlardan daha güzel bir şey var mı?” Genç adam ağabeyini daha fazla kızdırmamak için sesini çıkarmadı. İçinden, “Senin yüzünden gencecik bir kız kendini astı hala akıllanmadın!” demek geçti ama şansını fazla zorlamayacaktı. Bakışlarını içeriye avluya çevirdi.

“İyeza, asker kaçağı ne yapıyor?” Adam kendini kaybedip bir kahkaha atacaktı ki zor tuttu.

“Aşağıda bir kovan dolusu arının çıkardığı sesleri çıkarıyor!” Ardından kardeşinin sırtına sevgiyle vurdu. “Savaştan sağ salim çıktığına sevindim,” dedi. “Hadi git de biraz uyu… Uyuyabilirsen tabii,” dedi. Genç adam bu sözü bekler gibi merdivenlerden düşer gibi indi. Ama daha önce yapması gereken bir şey vardı. Az önceki sofradan kalan birkaç lokmayı atıştıracaktı.

İçeri girdiğinde gözleri karanlığa alışasıya kadar bekledi. Masanın yerini biliyordu, el yordamıyla ilerlemeye çalıştı. Birkaç adım attı, her ne kadar zeminin düz olduğunu bilse de ayaklarını hafifçe sürüyordu. Bir iki adım sonrasında ileri sürdüğü sağ ayağı yumuşak bir nesneye takıldı. Bedenindeki tüyler dikilmişti. Eğildi ayaklarına takılanın ne olduğunu anlamaya çalıştığında yerde birden kızıl iyi nokta parladı. Bir çift kanlı göz açılmış kendisine bakıyordu. Korku, vücudundan tiz bir çığlık olarak boşaldı: “Biçekkkk!”

Yorgun bedeni kalan tüm enerjisini harcayarak adamı merdivenlerin üst basamağına taşıdı. Alçak kapının eşiğine vardığında karşısında İyeza’yı gördü. Korkunun elle tutulur bir şekilde hissedildiği ses tonunda, “Aşağıda bir ceset var!” dedi. Birkaç saniye geçmemişti ki ağabeyi de yanlarına varmıştı. Başka bir şey demeden eliyle az önce çıktığı kapıyı ve kapının açıldığı alçak odayı gösterdi.

“Orada biri var,” dedi. İyeza, kapıyı eliyle araladı. Önce elinde tuttuğu kandili uzattı içeriye Kimsecikler görünmüyordu. Rüzgârın da yardımıyla açılan kapıdan içeri yılan gibi süzüldü. Basamakları yavaş yavaş indi. Tabana vardığında çömeldi ama zeminde hiçbir şey yoktu.

“Hadi sen yat, çok yoruldun!” Kardeşleri kızdırmayacağını bilse kahkaha atacaktı.

“Yemin ederim orada yerde…” eliyle birkaç adım ilerisini yerdeki boşluğu işaret ediyordu, “Kanlar içerisinde biri yatıyordu!” İnanmayan bakışların kendisine yöneldiğini görünce, “Allah’a ant olsun ki biri vardı!” Birden aklına geldi: “Yerde bir kız yatıyordu ve kızıl ışık saçan gözleri vardı!”

“Bizden habersiz içki mi içtin sen?” Bu defa kendilerini koy verdiler dudaklarından dökülen kahkaha duvarlarda yankılandı. Biçek, kardeşinin koluna girdi yürümeye başladılar

“Sabaha az kaldı, biraz uyuyalım.” İyeza’da, “Ben de kalan nöbeti tutayım,” dedi. Dışarı çıkarken hiçbirinin fark etmedikleri manzara sessizce kendilerini izliyordu. Bu karşı duvarın dibinde yere oturmuş olan bir genç kızdı.

İyeza, duvarın üzerine çıktığında hava daha da serinlemişti. Abi kardeşin kaprislerinden bıkmıştı ve bir medeniyete yani güvenli bir yere vardığında onlardan kurtulacaktı. Yılların verdiği alışkanlıkla tüm ufku taradı dikkatini vererek. Önce hareket aradı kendilerine tehdit olabilecek, sonrasında orada olmaması gereken bir ışık alev veya parıltı görmeye çalıştı. Sonunda her şeyin normal olduğuna kanaat edince belli etmeden nefesini saldı. Şükürler olsun ki peşlerinden geldiklerini düşündükleri Moğol takip gurubu görünmüyordu, katiller o dere yatağında izlerini kaybetmiş olmalıydılar.

Duvarların üzerindeki yolda bir ileri bir geri yürüyerek zaman geçmek bilmiyordu. İki burç arasını arşınlıyordu sürekli. Ne kadar zaman geçtiğini kestiremezken ufka baktı. Tan kızıllığı hafiften başlamıştı. Aniden aklına gelmiş gibi duvarın ucuna yaklaştı ve görünmemeğe çalışarak aşağıya baktı. Kalbi deli gibi atmaya başladı gördükleri karşısında. Göz bebekleri büyüdü, tüyleri ürperdi, hafif bir çığlık attı. Beyaz bir gölge, çalıların arasından uçar gibi süzülüyordu. Üzerinde beyaz giysisiyle önce duvar boyunca koştu arkasından ağaçların arasında karanlıkta kayboldu. Adam ne yapacağını bilemeyecek durumdaydı kardeşlere haber mi vermeliydi yoksa kızın peşinden mi gitmeliydi. Uzaklara kaçamak bir bakış attıktan sonra bir dakika öncesinde çıktığı merdivenlerden hızla indi. Yerini iyice öğrendiği koğuşa girdi. Asıl şaşkınlığını orada yaşayacaktı.

Koğuşta onca yatak olmasına rağmen Biçek, yerde yatıyordu. Koca gövdesi çakılmış gibi sabit duruyordu ama kolları ve bacakları sanki üzerinde bir şey varmış da kurtulmak istiyormuş gibi debeleniyordu. Ağız yırtılacak kadar açılıyordu ve o kocaman ağızdan hiç ses çıkmıyordu. Kardeşi Öles, birkaç adım ötesinde dövünüyor feryat ediyordu. Adam ne yapacağını şaşırmıştı. Asker olmadan önce talebesi olduğu medrese de öğrendiği tüm duaları okumaya başladı ama ne kadar okusa ve üflese de bir faydası olmuyordu. Karşısında panik içerisinde olan Öles’e baktı. İşaretle ne yapacağını anlatmaya çalıştı. Anlamış olabileceğine kanaat getirince yaklaştı ve adamın bacaklarını kavradı. Amacı onu oradan çıkarmaktı.

Elini daha ayak bileğine atmadan öyle şiddetli bir tekme yedi ki neye uğradığını şaşırdı. Bir daha bu defa daha tedbirli olarak yaklaşsa da yine bir darbe aldı ve sırt üstü yere yuvarlandı. Çevresine bakındı, işe yarayabileceği bir şey var mı diye. Yatakların üzerinde serili olan battaniyeleri gördü. Birine asıldı, Öles ne yapmak istediğini anlamıştı. Battaniyeyi açıp yerde hala debelenen Biçek’in üzerine fırlattılar. İşte o zaman kafalarının içerisindeki korkutucu düşüncenin gerçek olduğunu anlamışlardı. Battaniye adamdan bir hayli yüksekte havada kalmıştı.  Zavallı adamın üzerinde görünmeyen bir güç vardı ve tüm ağırlığıyla hayat enerjisini alıyordu.

“Karabasan”! dedi İyeza. Yazıldığı tekkede benzer şikâyetleri duymuştu yerel halktan. Sonuçta ne yapacakları daha da net belli olmuştu. İki delikanlı battaniyeyi ve battaniyesini altındaki kara gölgeyi uzaklaştırmaya çalıştılar. Nefes nefese kalmışlardı ama Biçek’in üzerindeki karabasana karşı hiçbir şey yapamamışlardı. İyeza, bir adım geri çekildi. Mücadeleye ara vermişti ama dudakları kıpırdamaya devam ediyordu. İşte o zaman geride duvar dibinde kendilerini izleyen çocuğu fark etti. Anahtar çocukta olmalıydı.

Molla İyeza, daha harekete geçmeden çocuk fırladı. Kapıları açmasına gerek kalmadan duvarlardan geçebilen bir ışık gibi hareket ediyordu. Işıktan farkı biraz daha yavaş hareket ediyor olmalıydı. Belki de arkasından gelenlere yol göstermek istiyordu. İyeza, küçük çocuğun peşinden koştu ve ancak soğuk bahçeye çıktıklarında durdu. Çocuk, bahçedeki küçük toprak alana varınca beklemeye başlamıştı. O zaman çocuğun dayak yemiş hatta işkenceye uğramış olduğunu anlamıştı. Her yerinde çürükler morluklar vardı ve kolları ve bacakları kan içindeydi. Kendisini izleyen adamın şaşkın bakışları altında toprağa oturdu ve yavaşça uzandı. Başına gelecekleri çoktan kabullenmiş bir havası vardı. Yere uzanır uzanmaz nereden geldiği belli olmayan topraklar üzerine atılmaya başladı. Şaşkınlığı geçmeden delikanlı taze toprağın altında kalmıştı diri diri. Dizlerinin üzerine çöktü. O zaman yanı başındaki ağlama sesini duydu. Öles, kendisini izlemiş ve olduğu yerde gözyaşı döküyordu. Aklına içeride karabasanla birlikte bıraktığı adam geldiğinde küçük kardeşi kendi haline bıraktı ve içeri girdi.

İyeza, koğuşa tekrar girdiğinde iriyarı adam üzerindeki karabasan gitmiş, gücü ve cesareti geri gelmiş gibiydi. Üstelik yüksek sesle konuşuyordu. Adam birkaç adım daha yaklaşınca konuşmaktan çok yakarmak veya yalvarmakta olduğunu anlamıştı. Kiminle konuştuğunu merak etti ve parmaklarının ucuna basarak yaklaştı. Hala göremeyince birkaç adım daha attı. O zaman adamın karşısında duranın az bir zaman önce gördüğü ormana kaçan kız olduğunu anlamıştı. Üstelik ağır bir koku vardı üzerinde. Çürümenin ve çürümeyi önlemek için sürülen ilaçların ağır kokusu ortamı doldurmuştu.

“O bir kazaydı, istemeden oldu,” dedi. İri yarı adamın dudaklarından çıkanlar bir özür ya da yalvarma duygularını anlatan kelimeler olsa da ses tonu hiçte öyle değildi. İyeza, acemi asker ve genç molla ne yapacağını bilemeyecek durumdaydı. Okuduğu kitaplarda benzeri şeyler olsa da bu türlüsüne ilk defa rastlıyordu ve her şey gözlerinin önünde gerçekleşiyordu.

“Ben, seni seviyordum ama sen beni istemeyince öfkelendim ve…”  durdu birkaç kalp atımı süren sessizlikten sonra, “kendimi tutamadım, sonrasını biliyorsun.”

“Peki, küçük kardeşimden ne istedin?” İyeza’nın bakışları bu kere gözleri kıza kaydı. Genç kız etiyle canıyla karşısındaydı. Yukarıda duvarların üzerinde gördüğü gibi ormana doğru koşan hayal değildi. Elbisesi paralanmış, vücudunda diğer delikanlıda olduğu gibi çürükler vardı.

“Neden onu diri diri gömdün?” Aldığı cevap hiç beklediği şekilde değildi.

“O, yaşına bakmadan aramıza girmeye çalıştı. Görmedin mi eline geçirdiği ekmek bıçağıyla beni öldürmeye çalıştı. Mintanı açtı ve karın boşluğunun sağ yanındaki yara izini gösterdi. “Kardeşim olmasaydı başaracaktı da. Üstelik kardeşin bile olsa kimsenin aramıza girmesine izin veremezdim. Hoşuna gider mi bilmem ama gömme fikri tamamen kardeşim Öles’e aitti.”

“Hayvan, benim bir sevdiğimin olduğunu ve beni isteteceğini biliyordun. Buna rağmen bana tecavüz ettin, üstelik o kardeşin olacak yerden bitme de sana yardım etti.” Durdu, sesi titriyordu. “Pis işin bittiğinde kendimi asacağımı söyleyince de benimle alay ettin.”

“Bu anlattıkların kaç yıl önceydi, beş yıl mı on yıl mı?” Bir saniye geçti. O olaydan sonra Yörük kızının kendini astığını duyunca doğduğu diyarı terk etmişlerdi. Yıllarca kardeşiyle birlikte kâh ırgatlık kâh çobanlık yapmışlardı. Şahın asker topladığını duyunca ganimet için orduya katılmışlardı.  Anılarının sisinden çıkıp anın gerçeğine döndüğünde sessizce ve tüm içtenliğiyle:

“Hala güzelliğinden bir şey kaybetmemişsin.”

Genç kız ellerini öne çıkardı. Elinde başparmaktan daha kalın keten ip vardı. Uzun ipin diğer ucu boynunda ilmek olarak duruyordu. Çıkardı ve önünde duran adama uzattı.

“Bu ipi bana sen bulmuştun unuttun mu?”  Biçek’in aklı başına gelmişti Nereden bulduğunu hatırlamıyordu ama o gün eline geçen bir ipi o vermişti kurbanının eline.

“Hadi bakalım sıra sende. Gereğini yap,” dedi.

Genç kız elindeki keten ipi ölü bir yılan gibi adamın ayaklarının dibine fırlattı. Gölgelerin arasında duran Molla İyeza, gördüklerinin bir rüya olmasını dilerdi ama her şey şu an gözünün önünde gerçekleşiyordu. Belki genç kız bir ruh belki bir hayaldi ama Yüce Rabbi nelere kadirdi. İnsan azmanı Biçek, kısa bir an durdu ve bıyık altından gülmeye başladı. Kız ne olduğunu anlamamıştı. Genç Molla nedenini gözlerini kaldırıp kızın arkasındaki karanlığa bakınca anladı. Ağabeyinin kısa kılıcı Öles’in elinde, gölgelerin içinden yaklaşıyordu kıza doğru. Molla bağırmak veya olaya müdahil olmak istiyordu ama yerinden kıpırdayamıyor çenesini açamıyordu. Kız, hayatını karartan adamın yapması gereken tek davranış olduğunu düşündüğü ipi yerden alıp kendisini tavana asmasını beklerken arkasından gelen sese döndü. Yine aynı adam, korkak Öles ağabeyine yardım ediyordu. İşte o zaman karanlığın içinden bir ıslık sesi duyuldu ve elleri havada duran kısa boylu hainin göğsüne saplandı. Biçek, geri döndüğünde tepeden tırnağa silahlı iki Moğol karşısında duruyordu.

Saklandığı yerde, biraz daha geriye karanlıkların içine çekildi İyeza. Yeri belli olmasın diye neredeyse soluk bile almayacaktı. Bu barbarlar, ne zaman yerlerini bulmuş nasıl da sessizce surlara tırmanmıştı anlamadı. Adamlardan biri yayına bir ok daha taktı, güçlü kollarıyla yayı gerdi. Biçek yerde kan gölü ortasında soluk almadan yatan kardeşine baktı. Yakın mesafeden atılan ok bedenini delip geçmişti, ellerini kaldırdı. Diğer Moğol’un gözü yerde duran ucu ilmekli ipe takıldı. Ayağının ucuyla ipi ileri sürdü. Biçek neyi kastettiğini anlamıştı ama anlamamazlıktan geldi. Güneşten kararmış beden birkaç adım yürüdü ve ne olduğunu anlamadan ilmeği adamın boğazına geçirdi. İpin diğer ucunu nereye takabileceğini araştırırken gözü tavandaki halkaya takıldı. Diğer asker yayını gevşetti ve arkadaşının omuzlarına atladı. Çevik bir hamleyle ipi kancadan geçirdi, ipin ucu boşlukta sallanıyordu. Yere atlayınca diğer uçtaki ilmeği iri bedenin kocaman kafasından geçirdi. Daha elini, ipin havada asılı duran diğer ucuna atmamıştı ama ip gerildi. Önce koca vücut tartıldı, debelense de yerinden doğruldu ve ayağa kalktı. Adam iki elinle boğazına yapışan ilmeği çıkarmaya çalışıyordu. Tüm çabalarına rağmen kendiliğinden yavaş yavaş yükselmeye başladı. İki asker neler olduğunu anlamamışlardı ama birkaç saniye sonrasında adam yerde bir karış yüksekte debeleniyordu. Olanlardan bir şey anlamamış olan askerler korkmuşlar geldikleri gibi koğuştan çıkmışlardı.

İyeza, saklandığı yerden tüm olanları görmüştü. İki kâfir askerin göremediğini, biri çocuk diğeri genç kız iki kişinin ipi usulca çektiğini görmüştü. Biçek yükseldikçe ve debelendikçe zavallı iki kurbanın yüzlerindeki mutlu ifade yıllarca gözünün önünden gitmeyecekti. Ne zaman Biçek’in ağır vücudu kalın ipin ucunda kıpırdamaz olmuştu o zaman iki hayal, gün ışığını gören sis gibi dağılmışlardı. Dağılan beyaz sisin ardından ortama nereden geldiği belli olmayan bir duman dolmaya başladı. Önce gri ardından siyaha bürünen duman, havada süzülen bir kuş gibi süzülmeye rüzgara kapılmış ekinler gibi salınmaya başladı. Bir dakika sonrasındaysa yerde yatan Öles’in burun deliklerinden girdi. Sanki ölü bedenin ölü ciğerleri kirli dumanı içine çekiyordu. Koca salonu dolduran duman tamamen adamın burnundan girince az önce dışarı çıkan Moğollardan biri tekrar koğuşa geldi. Sert bir kılıç darbesiyle yerde yatan cesedin başını gövdesinden ayırdı. Birkaç dakika sonrasındaysa kale ölüm sessizliğine bürünmüştü.

* * *

Geniş çadırın içerisinden tef sesleri geliyordu. Tef seslerine inişli çıkışlı yakarışlar fısıldamalar ve haykırışlar eşlik ediyordu. Zaman zaman yükselen zaman zaman alçalan ses çadırın dışında bekleşenlere gizli bir korku veriyordu. Kaçakları izleyen Moğol grubu kaleyi görünce hemen yanına küçük çadırlarını kurmuşlardı. Gruba dahil olan şaman beklemeden ayine başlamıştı. Çadırın hemen dışında duran başsız gövde içeride olanların daha ürkütücü olmasına neden oluyordu. Keçe kapının birkaç adım uzağında duran askerlerden biri diğerine fısıldayarak

“Şaman, bize bir şey yapmaz değil mi?” dedi. Diğeri endişeli ses tonunda, “İstediğini kellelerden birini getirdik. Diğerinin taş binada asılı olduğunu söyledik. Daha ne yapalım ki?” Haklılardı da kendiliğinden asılan bir bedene kimse el sürmek istemezdi.

Küçük çadırın içi sade döşenmişti. Oturmak için yalnızca postlar vardı ve ana direğe destek olan hatılların birinde rengi kahverengiye dönmeye başlamış bir ipin ucunda kanlı bir baş sallanıyordu. Hala kan damlayan kellenin hemen altında yanan mangala bir tutam daha ot attı şaman. Çıkan renkli dumana doğru daha yüksek sesle ilahiler söylemeye devam etti. Şarkı ya da ilahi her ne söyleniyorsa oluşturduğu havadaki titreşimlerden ya da sözlerin etkisinden kanlı kafanın burnundan siyah dumanlar çıkmaya başladı. Ses tonu yükseldikçe çadırın içinde dağılan dumanlar karışık bir halden düzenli bir hale geçmeye başladı. İlahinin tekrarlanan nakaratında şekil daha belirgin bir hale gelmeye başladı. Defin sesi ve ritmi arttı. İlahi söyleyen ses tizleşti, yükseldi, yükseldi ve birden sustu. Çadırın içini dolduran siyah duman bayılıp yere yığılan uzun saçlı şamanın kocaman burun deliklerinden içeri dolmaya başlamıştı. Ölenlerin ruhu artık şamanındı…

* * *

“Nasıl iyi olmuş mu?” Odayı dolduran ilkel müzik sessizliği bastıran tek ses olmuştu. Yatakta yatan genç adam, deminden beri kendisine bir şeyler okumaya çalışan arkadaşına boş gözlerle baktı. İki bira için bu eksantrik tipin davetini kabul etmişti. “Parasızlığın gözü kör olsun,” diye aklından geçirdi. “Sen kalk güzelim İstanbul’dan okuyacağım diye bu Tanrının unuttuğu yere gel. Ve sonrada yüzü sivilceli bir taşralının saçma sapan yazdıklarını dinle.” Uzandığı yerden bakışlarını pencereye kaydırdı. Gözleri ışıklandırılmış kaleye kilitlendi. Bir an, o adamın yazdıklarında geçen kale bu kale mi? diye aklından geçirdi. Yazdıkları için ne demesi gerektiğini bilmiyordu. Doğruyu söylese herif alınacaktı ve ayakta dikilen uzun saçlarını atkuyruğu gibi bağlayan tombalak yüzlü gencin ne tepki vereceğini bilemiyordu. İltifat etse böyle garip hastalıklı bir tipe yazdıklarının güzel olduğunu söylemek edebiyata hakaret olacaktı. İlk satırlardan beri atmosferi tamamlamak için çalan ilkel müzik dersen kafasını iyice ütülemişti. Birde odayı boğma noktasına gelen tütsüleri de ekleyince durum iyice çekilmez bir hale gelmişti.

“Öncelikle çok uzun olmuş,” dedi. Ayakta dikilen arkadaşın yüzü düşmeye başlamıştı. Odanın bir duvarına yaslanmış divanda yatan delikanlı sözlerine devam etti.

“Yer yer korku hislerini yansıtmış olsan da bu gergin havayı uzun süre verememişsin. Bilader, ne biçim adlar onlar, Türkçe desen değil fantastik desen hiç değil. Kamos mu Kabos mu her neyse o hayali varlığı anlatacağım derken konuyu iyice dağıtmışsın. Üstelik öykünün her yerinde olan o siyah dumanda neyin nesi?” dediğinde gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Odadaki tütsülerin dumanı griye griden siyaha dönmeye başlamış ardından havada salınarak kendine doğru gelmeye başlamıştı. Yerinden doğrulmak istedi ama üzerinde koca bir sumocu oturuyormuş gibi, parmağını bile kıpırdatamadı. Tavandan sarkan led lamba görünmez olmuştu duman yüzünden. İşte o zaman az öncesine kadar yazdığı hikâyeyi okuyan gencin elinde kocaman bir bıçak belirdi.

“Ben sana eski bir efsanenin nasıl doğduğunu anlattım sense yazdıklarımla dalga geçtin.” Üzerine çöken ağırlık nedeniyle kıpırdayamayan genç arkadaşının nefesini yüzünde hissetti. Son duyduğu ses cep telefonundan yayılan kadim ilahiler olmuştu…

Cevdet Denizaltı

Ben Cevdet Denizaltı; tercih ettiğim şekilde olursa Aziz Hayri. İzmir’de Eşrefpaşa’da doğdum. Önce Çınarlı Endüstri Meslek Lisesini sonra Erkek Sanat Yüksek Öğretmen Okulunu bitirdim. Makine Teknolojisi bölümü öğretmeni olarak görev yapıyorum. Okumayı, araştırmayı, yazmayı seviyorum. Tür ayrımı yapmam, bilimkurgu, fantastik kurgu ve tarihi romanlar favorim. Poe ve Tolkien hayranıyım.

Ayin” için 4 Yorum Var

  1. Ilginc ve hos bir öykü ile anlatmissiniz Kamos’u. Ben de seçilen mitolojik varliklardan biri oldugunu bilmeden öykümde Kamos’a atifta bulunmustum 🙂

    Okurken sadece iki noktaya takildim. Ilki, “grup” yerine “gurup” (günesin batisi) yazilmasiydi, digeri ise virgul kullanimiydi. Bazi noktalarda tam olarak hangi karakterin konustugunu ya da hareket ettigini anlayamadim, virgül kullanimiyla bunun önüne geçilebilirmis gibi geldi. Yine de zevk alarak ve merak ederek okudum, elinize saglik 🙂

    Sevgiler,

  2. Okuduğunuz için teşekkür ederim ve beğendiğinize sevindim. Grup yerine gurup yazma konusunda haklısınız. Ne kadar dikkat ederseniz edin illaki bir hata oluyor. Özellikle de noktalama konusunda hala beceriksizim.

  3. Selam Dostum,

    Yukarıdaki ise kesinlikle şimdiye kadar yazdıklarının en iyisi. Daha önceki yazılarında, konuşma kısımlarında parantezler ve “dedi” kısımları için zorluk yaşadığın zamanları hatırıyorum. Şimdi ise diyaloglar yerli yerinde ve üstelik, her bir diyalogtan sonra eklediğin, hikayenin akmasını sağlayan kısımlarda çok güzel ilerleme kaydetmişsin. Seni uzun zamandır izleyen/okuyan biri olarak çok sevindiğimi söylemeliyim.

    Ayrıca, Kamosu bende severim. Geçen seneki öykümde bir İtbarak Komutanına isim yapmıştım. Kamosun niteliğini bildiğim halde, onu kullanmak istemiştim (Hatıra Ormanı – Tema Kurt Adam). Bu yüzden yüzümde bir gülümseme oluştu. Türk Mitolojisinde yazmayı seviyorum. Sana da bu konsept yakışıyor.

    Eline ve Düşgücüne sağlık
    Sevgiler
    Dipsiz

    1. Merhaba:
      Şimdiye kadar duyduğum ve anımsadığım en güzel sözler. Mehmet Ali Erbil çarkıfelek te kredi kartlarımın borçlarını silse ancak bu kadar mutlu olabilirdim. Yazdıklarımı beğenmenize sevindim ama sizin yazdıklarını okuyamadığım için kendimde bir eziklik hissettim. Teşekkür ederim.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *