“Selim! Kalk haydi!”
Bu gür olmaya çalışırken çatlayan, sertlik vermeye çalışırken öfke veren ses, odasının soğuk duvarlarında yankılandığında Selim hali hazırda ayakta, gömleğini ilikliyordu. Hiç açmadığı siyah perdesini bu sabah sokaktan gelen seslerin merakına yenilerek araladı. Sesin okula giden iki çocuktan yükseldiğini görünce merakı kursağında kaldıysa da pencerenin önünden ayrılamadı. Dışarı bakarken göz iki şeye odaklanmalıdır: Ya çamur lekeli cama ya da ahenksiz renklerle mantolanmış binalar. Selim için durum böyle değildi. Boyası dökülmüş, kaynak yerleri çürümüş parmaklıklar duruyordu ikisinin arasında. Ve ne yaparsa yapsın o siyah demirleri görmezden gelemiyor, hep onlara odaklanırken buluyordu kendisini. Belki o parmaklıkların ötesindeki görüntü güzel olsaydı umursamayabilirdi onları. Ama nereye baksa başka bir kasvet kaplıyordu içini. Bahçe katındaki penceresinden dışarı baktığında tepesindeki kaldırımın üzerinde illa birileri yürüyor olur ve mutlaka o yürüyenle göz göze gelirdi. Herkes ona tepeden şöyle bir bakış atardı. Selim de onlara bakardı ve bakışların kilidini açan taraf hiçbir zaman o olmazdı. Olamazdı. Nefret ederdi bu huyundan, sapık gibi hisseder, utanırdı. O yüzden geceleri odasını aydınlatan sokak lambasını engellemek için taktığı siyah perdelerini açmak ve kapatmak haricinde penceresinden uzak dururdu. Arkasını döndü, kapının yanında duran derisi çatlamış siyah çantasını aldı ve odasından çıktı. Aile fotoğraflarıyla kaplı bir anı tünelinden farksız koridoru geçip evden çıkacakken hemen yandaki mutfağın girişinde babasıyla göz göze geldi. Mutfakla kapının arasına da siyah bir perde çekebilmeyi dilerdi hep. Çayı ikinci bardağa doldururken duraksadı babası.
“Çıkıyor musun?”
“Evet.” diye cevapladı Selim eli kapı kolunda.
Maruf huzursuzca yün yeleğini düzeltirken çaydanlığı sahan altlığına bıraktı. “E kahvaltı?”
“Yok, sağ ol.”
Maruf önündeki masaya dönerek kır kaşlarını kaldırmakla yetindi. Selim de dudaklarını bastırarak kapıyı ardından çekip çıktı.
* * *
Metro karanlığa boğuldukça Selim karşısındaki camdaki yansımasından gözlerini alamazdı. Herkesin kumral dediği ama onun hep siyah gördüğü kısa saçları, çıkık elmacık kemikleri, yuvarlak yüzü, hafif yağlı vücuduyla kendisiyle bakışıp duruyordu. Ancak orada göremediği bir yeri vardı. Göz çukurları tamamen karanlığa gömülmüş, deriyle kaplı bir kurukafayı andırıyordu. Kendisinin yaşamayan hayaleti gibi onu izliyordu. Gerçi kendisi için de yaşıyor kelimesini kullanmaya cüret edemiyordu.
* * *
Vergi dairesinin ana kapısından kendi dairesinin kapısına yürüdüğü arada gözü hiçbir şey görmezdi. Görecek bir şey de yoktu, aynı beyaz kolonlara, sıkıcı bej duvarlara, hâlâ her şeyi kâğıda basmak zorunda hisseden memurlar yüzünden gelinlik giymişçesine beyazlara bürünmüş panolara ve ısrarcı alarmlardan nasibini almış asık yüzlere bakmaktansa aklında işlerini organize ediyordu. Madenciler dosyasının otuz dört günü vardı. Mal beyanlarının son altı günü… Her gün bir dosyayı işlese tam yetişiyordu. İki dosya da vergi mahkemesinden dönecekti, ne zaman götürmüştü onları? İki ay önce 12’sinde… Altmış sekiz gün geçmişti yani. Gidince bir kontrol etmeliydi. Bir de-
“Bak hiç takıyor mu?” diye bir cümle kulağına çalındı Selim’in dairedeki üzeri dosya dolu masasına geçerken. Renkleri farklı, kalınlıkları aynı dosyalar.
“Efendim?” diye baktı Selim söyleyenin suratına, suratsızca.
“Günaydın Tambur, dedim, ama adını Leyla olarak değiştirmek lazım galiba.” diye sırıttı Faruk yanında oturanın koluna elinin tersiyle vurup gülerek.
Selim, Faruk’un ‘alıngan’ günaydınına sıkılgan bir günaydınla karşılık verdikten sonra sırt kumaşı yırtılmış pembe memur sandalyesine çöktü. Çantasının içindeki dosyaları da diğer yığına ekledi ve bu andan itibaren çıkarttığı tek ses klavye ve fare tıkırtıları oldu.
Öğleye yakın bir saatte Ayten, saatlerdir kalkmadığı masasında elinde bir dosyayla doğruldu. Selim’in iki sıra yanındaydı ve tek bir uzun bankoda yan yana oturdukları için bu kapandan kurtulabilmenin tek yolu Selim’in arkasından geçmekti. Çiçek kokulu parfümü yine burnunu okşadı Selim’in. Ayten’in daireye ilk adım attığı dokuz gün öncesinden beri iki bin altmış gündür çalıştığı bu çukura katlanabileceğini hisseder olmuştu. Tozlu kâğıt ve tükenmez kalemlerin acı kokusu, mesailerine bir süreliğine ara vermişlerdi. Selim işine bakarken bir yandan da Ayten’i kaçamak bakışlarla takip ediyordu. Faruk’un yanına ulaştığını görmesiyle takip sırası kulaklarına geçti, onların kaçamak olmasına ise hiç gerek yoktu.
“Faruk Bey, bana şu faturaları sisteme işlemeyi gösterecektiniz. Müsaitseniz yapalım.”
“Aah… Ben öğle arasına çıkacağım şimdi ama.”
Ayten kol saatini kontrol etti. “Daha on bir buçuk ama.”
Faruk yerinden ayaklandı, karşısında birisi yokmuşçasına uzun uzun gerindi.
“Ben erken çıkıp, erken geliyorum.” Hayır, gelmiyordu. “Tambur göstersin. Onun bugün pek işi yok.” Hayır, vardı. Çok vardı hem de.
Ayten bir şey demedi, daha doğrusu bir şey demesine kalmadan Faruk çoktan daireden tüymüştü. Ayten, Selim’in yanına geldi.
“Ya, yine ben geldim.” Selim işini bıraktı kafasını kaldırıp Ayten’in mahcup bakışlarına gözlerini dikti. Bu bakışlarında samimi olup olmadığını henüz çıkartamıyordu. Ayten devam etti. “Sana yönlendirdi de Faruk Bey, faturaların sisteme işlenmesini gösterebilir misin?” Bir saniye sonra ekledi. “Müsaitsen tabii.”
Önce onu hemen nazikçe yanına kabul edecekken bir anda duraksadı. Faruk, bey hitabını hak ediyordu da Selim niye ikinci tekile indirgenmişti? Faruk’la arasında ne bir rütbe ne de yaş farkı vardı. Daha dokuz günlük memur bile bu zorbalık hiyerarşisini benimsemişken burada kime kızacağını bilemedi. Alaycı bir nefes verdi burnundan.
“Yani, bu dairede müsait olmak mümkün mü? Ama tabii, gösteririm, gel.”
Ayten sandalyesini çekerken Selim de bilgisayarı etrafına klasörlerle ördüğü yalnızlık kulesinin kapısını aralıyordu.
* * *
En arka vagondan bindi ve solundaki sıranın en ortasına oturdu. Her sırada yedi koltuk olduğundan bedeniyle bu vagonun simetrisini bozmamayı başarıyordu. Tek sayıları bu yüzden daha çok severdi. Çift sayıların aksine, simetrilerinin içine onu da dahil etmekten çekinmezlerdi. Tutamaçlar, reklam gösterip duran ekranlar, kapılar, eşit aralıklarla dizilmiş demirler… Hepsi simetriyi sağlamak için bu kadar uğraşıyorken onun bu biçimsiz bedeniyle keyif kaçırmaya hiç niyeti yoktu. Simetri içinde kamufle olduktan sonra karşısındaki camda ortaya çıkan hayaletiyle bakışarak yoluna devam etti.
* * *
Anahtarı deliğine sokmak için poşetleri sağ eline geçirdiği sırada Maruf ona kapıyı açtı. Bir anlığına göz göze geldikten sonra Selim içeri, babası da mutfağa yöneldi. Poşetleri mutfak tezgahına bıraktıktan sonra soyunmak üzere odasına geçerken salondaki yemek masasının kurulmamış olduğu dikkatini çekti. Elini yine kapı kolunun üzerine attı ve babasının mutfaktan elinde çayla çıkmasını bekledi.
“Neden sofrayı kurmadın?”
Maruf ayaklarını süre süre salona yürürken çaya hissettirmeyecek şiddette omuzlarını silkti. “Gerek yok, yemiyorsun zaten.”
Selim iç çekti, “Tamam ben kurarım.” dedikten sonra kapı kolunu büktü ve gıcırtısıyla birlikte içeri girdi.
Çatal ve bıçak seslerinin hüküm sürdüğü sofrada ilk ses Selim’den geldi.
“Odamın penceresindeki parmaklıkları değiştirmek için birisini çağıralım bir ara.”
Maruf, hali hazırda karmaşa içindeki kaşlarını çatarak ortama yeni bir kaos getirdi.
“Nesi varmış parmaklıkların?”
“Paslanmış, çürük içindeler.”
“Yok bir şeyleri bakıyorum ben.”
Bakmadıklarını ikisi de biliyordu.
“Yani boşuna duruyor orada. İndirelim daha iyi, göz zevkimi bozmaz en azından.”
Maruf tövbe sayıklayan mırıltılarla burnundan soludu.
“Salak salak konuşuyorsun yine, azıcık akıllı konuş. Bahçe katında parmaklıksız ev mi olur? Soyduracak mısın bizi?”
“Neyimizi soyacaklar sanki?”
Maruf oturduğu yerde doğrulurken altındaki tahta iskemle çatırdadı.
“Bak nanköre bak. Laflara bak. İçtin mi oğlum sen? Ne ara bu kadar, bu kadar oldun?”
Selim kopmak üzere olan bir misina kadar gergin bir iç geçirirken bıçağını tabağına sertçe bıraktı.
“Ya sen hakaret etmeden iki laf edemiyor musun? Yok içmişmiş yok bilmem ne. Şu çukuru iyice çekilmez yapıyorsun.”
“Ben çekilmez yapıyorum ha? Git, çok paran varsa, bayıl parayı daha güzel bir eve çıkalım. Canıma minnet.”
“Sorun sadece ev sanki…” diye mırıldandı Selim.
“He?” diye yaklaştı Maruf.
Selim, onun gerçekten duymadığına mı yoksa kulaklarına inanamadığına mı emin olmak için gözlerini kaldırdı. Duymamış gibiydi.
“Diyorum ki çıksam yalnız çıkarım artık, kaç yaşına geldim.”
Maruf bir an şaşırır gibi oldu ama öfkesinin önüne geçmesine izin vermedi.
“Oldu be… Biz kendimi feda edelim, büyütelim, sonra ilk fırsatta hemen kaçacak delik arasın beyimiz. Sizin nesil vefa nedir bilmiyor, bilmiyor.”
“Tamam baba, bir şey demedim var say.”
“Yok git oğlum, git. Burada yalnız kafa dinlerim ben de. Sonra ölüm kokmaya başlayınca komşular polisi arar, öyle haberiniz olur öldüğümden.”
Selim ufak bir kafa hareketiyle bu lafları kovuşturdu. Ancak Maruf’un bitirme niyeti yoktu. Elinin altındaki su bardağını masaya taklatarak devam etti.
“Eh, eh… İşte… Bir laf vardır: ‘Bir ana baba on çocuğa bakar da on çocuk bir ana babaya bakamaz.’ Ne doğruymuş be…”
Selim bıkkınlıkta yüzünü buruşturarak arkasına yaslandı.
“Ne diyorsun akşam akşam ya?”
“Seni okuttum, mesleğini verdim, insanın gücüne gidiyor bu kadarı da.”
“Ne mesleği baba? Ne mesleğinden bahsediyorsun? Her sabahın köründe aynı soktuğumun yerine gidip bütün gün her yerim ağrıyana kadar saçma sapan işler yapmaya mı meslek diyorsun? Övünüyorsun?”
Selim babasının cevapsızlığından cesaret alarak devam etti.
“Ben her sabah lanet okuya okuya gidiyorum o işe. Senin saçma sapan tavsiyelerini dinleyip memur olduğum her güne lanet okuyorum. O zamanlar seni dinleyecek kadar geri zekâlı olduğum için lanet okuyorum. İğrenç bir çıkmaza girdim senin yüzünden. Sen bana bir hayat borçlusun ama hâlâ utanmadan gelmiş beni nankörlükle suçluyorsun.”
“Çıkmaz ne demek Selim? Müdür olacaksın ya işte? Yükseleceksin para-”
“Hâlâ müdürlük diyor ya, hâlâ yükselecek diyor!” Sesinin kontrolsüzce yükseldiğini, babasının geri çekilen suratından fark edince yavaşladı, tekrar konuşmadan önce derin bir nefes çekti. “Ben sana işimden nefret ettiğimi söylüyorken sevmediğim işte nasıl başarılı olmamı bekliyorsun baba? Başarılı olmadan nasıl yükselmemi bekliyorsun? Senin gibi orta çağlıların aklına yazmışlar bir memurluk iyidir diye, herkesi ona zorluyorsunuz. Onları da anlıyorum şu baskılar olmasa kimse çekmez bu rezaleti.”
Maruf dilini şaklatırken bir yandan da yeleğini çıkartıyordu.
“Bu yeni nesil elindeki imkânların farkına bile varmıyor be. Ulan sana verilen imkânlar bana verilseydi ben şimdiye müdür olmuştum orada.” Yeleğini yan sandalyeye atarken “peh” sesiyle birlikte yüzünü buruşturdu. “Siz çalışmak istemiyorsunuz, başka hiçbir şey değil. Hata bizde. Sizi tembel yetiştirdik, zorluk göstermedik. Şımardınız.”
Selim bir süredir sıktığı bıçağı artık tırnakları derisine işlemeye başladığı anda sertçe masaya vurarak Maruf’un hem sesini kesti hem de yerinden sıçrattı. Selim çenesini dişlerini sıkmayı bırakmasına ikna ettikten sonra hırıltılı bir tonla konuştu.
“Şu an mutsuzsam kendimden sonraki en büyük sorumlusu sensin. Bunun için senden ömür boyu nefret edeceğim.”
Ardından babasından hiçbir tepki beklemeden ayağa kalktı, odasına girdi ve kapıyı kapattı.
* * *
Üç saat boyunca yatakta dönülen onlarca turun, akşamı en başa sarıp duran yüzlerce tekrarın sinirini kimden çıkartacağını bilemiyordu Selim. Düşünceler bir sakız gibi beynine yapışmış, ne kadar uğraşsa da onu söküp atmayı bir türlü başaramıyordu. Kapının buzlu camından gelen televizyon ışığı ve deliklerinden sızan televizyon sesini bellemişti düşmanı olarak. Işık ve seste asla uyuyamazdı. Halbuki Maruf’un hep yaptığı şeydi bu. Televizyonun karşısında uyuyakalır, belli bir saatten sonra Selim yattığı yerde o televizyonu daha çok izlerdi. Maruf’un kapatmasını beklemişti uzun bir süre. Belki bu gece, o hassaslığı gösterir diye ummuştu. Kavga ettikten sonra böyle olmaz mıydı? Herkes dikkat çekmemek için elinden geleni yapar, suların durulması için hayalet gibi dolaşırdı. Babası içinse durum tersiydi. Bunun verdiği öfkeyle yorganı bir hışımla üzerinden attı, plastik terliklerini ayağına geçirdi ve ayaklandı. Kapısını yavaşça açtı, neredeyse parmak uçlarında salona doğru yürüdü. Onun o altı şiş torbalar, içi öfkeli bulutlarla dolu gözleriyle karşılaşmaya hiç niyeti yoktu. Salon da kapısızdı ama yine de eşiğinde donakaldı Selim. Çünkü televizyon harici bir ses daha çalınıyordu kulağına. Burnunu çekip duran, içli bir ağlama sesi… Annesinden azar yediği için sesini çıkartmaya korkan bir çocuk edasıyla ağlıyordu Maruf, oturduğu tekli koltukta, elinin altında sıktığı rakısıyla. Sırtı Selim’e dönük olduğundan, omuzlarıyla hıçkırmaya devam etti. Selim ise gözlerini ayıramıyordu. Çünkü ilk defa, annesi öldüğünden beri ilk defa, babasını ağlarken görüyordu. Ama öncekinden farkı, buna kendisinin sebep olmasıydı. Kafasını çevirip odasına dönmek istiyordu ama kaskatı kesilmişti. Babanın öfkesinden kaçmak kolaydır ama gözyaşları, ayaklarının altındaki toprağı çamur eder olduğu yere saplar. Bakması dayanılmaz bir hale geldiğinde televizyondaki reklama kaçırmayı başardı gözlerini. Lüks bir rezidansın içindeki sonsuz imkânlardan faydalanan bir ailenin mutlu tablosuydu ekrandaki pikselleri meşgul eden şey. Babayla oğlunun site içindeki gölette uzaktan kumandalı tekneyle oynamasını izledi baba oğul, birisi diğerinden habersiz aynı ekran üzerinde. Sonra bir anda gelen cam kırılması sesiyle ikisi de irkildi. Maruf elindeki rakı bardağını sıkmaktan en sonunda avucunun içinde paramparça etmişti. Elinden sızan koyu kanı görmesiyle Selim salona doğru bir adım attı, hemen peşinden durdu. Bu hareketsizlik, ağzında atan kalbini gücendirmeye başlamıştı. Bir adım atması gerekiyordu, geriye doğru attı. Ardından bir tane daha… Tüm korkusuyla birlikte odasına kaçtı, yavaşça kapısını kapattı. Ne yatağına girip yorganını burnuna kadar çekerken ne de Maruf’un hızlıca mutfakla banyo arasında mekik dokumasını buğulu camından izlerken bir ifade gösterdi. Bir saat boyunca kulaklarıyla babasının elini sardığını görmeye çalıştı, en sonunda tedirginlik dolu bedeni uyuyakaldı.
* * *
Metro bugün neden bu kadar kalabalıktı? Binen herkes neden ilk onun üzerine geliyordu? Klimalar kapalı olacak bugünü mü bulmuştu? O kadar çok insan vardı ki hayaletiyle bile bakışamıyordu bu sabah. Onu kıskandı, çünkü istemediği yerde bulunmama lüksüne sahipti. Rahatlamak için gözlerini kapattı ve karbondioksit yüklü ağır havayı içine çekti. Yolun sonuna kadar, sabah babasının elindeki sargıyı görmesine rağmen ne olduğunu sormadan evden çıktığı anı tekrar tekrar yaşayıp durdu.
* * *
Daireye girdiğinde masasının üzerine bırakılmış bir dosya yığınını gördüğünde durup geri adımlarla kapıdan dışarı çıkmak istedi. O dosyalarla yüzleşmekten kaçmak istiyordu, aynı dün gece babasından kaçtığı gibi… Ama burada böyle bir lüksü yoktu. Yeni dosyaları incelediğinde müdürün karşısına dikildi. Müdür telefonundan kafasını kaldırmadan konuşuyordu onunla.
“Ne oldu Tambur?”
“Temur müdürüm, bu dosyalar için arşive inmem gerek, tüm günlük iş. Başkası yapsa olmaz mı? Çok iş birikti.”
Müdür gözlerini kaldırarak Selim’in elindeki dosyalara baktı.
“Acelesi yok onların zaten bir ara yaparsın.”
“Müdürüm benim işim hiç bitmiyor ki, başkası yapsın ya da aramızda paylaştıralım.”
Temur Müdür, sosyal medyasından çalınan her saniye için daha da irite oluyordu.
“Tambur, sen gidiyorsun hep, şimdi burada başkasına versem yine senin öğretmen gerekecek, eh onu öğretene kadar sen çabucak halledersin. Nedir yani?”
Selim ağzını açmadan arkasını döndü ve masasına, en azından masasından geriye kalan yerlere oturdu ve işine başladı.
Öğle arası bitiminde yemekten daireye dönerken dışarıda, kollarını göğsünde buluşturmuş halde sigara içen Ayten’i gördü. Ayten de onu. Sigarayı tutan parmakları hariç diğerleriyle Selim’e selam verdiğinde Selim kendisini onun yanına çekilirken buldu. Zaten iki gündür ayaklarına söz geçirebilmek ne haddineydi! Küllüğü olan çöp kutularından birisinin yanına tünemiş hafif balık etli vücudunu ısıtmak istercesine aşağı yukarı sallıyordu. Bir an üzerindeki trençkotu çıkartıp Ayten’e vermeyi diledi ama kendisine engel oldu. Hâlâ lafını geçirebildiği vücut parçaları olduğuna seviniyordu. Ağzı ise bunlardan birisi değildi.
“Üşüyorsun galiba?”
Ayten “Hayır, yöresel folklor yapıyorum.” dese yeriydi. Ancak demedi. “Bir sigara için çıktım ama bu kadar eseceğini hiç tahmin etmiyordum.” dedi onun yerine.
“Evet soğuk bu aralar.” dedi Selim dudaklarını bastırarak. Bir yandan da özenle diktiği üç beş tel saçın da rüzgârla bozulmasına bozuluyordu.
“Yemekten geliyorsun herhalde?” diye sordu Ayten ciğerindeki duman kenara doğru üfleyerek. Bu hareketi Selim’in hoşuna gitmişti. Ardından diğer elini ensesine sokup fularının altında kalan bakıra boyalı saçlarını dışarı attı. Hardal sarısı çiçek desenli, yumuşacık görünen saten kumaşından fularını bağlamazdı, boynuna asar uçlarını kazağının içine sokardı. Selim nefret ederdi bu fulardan. Çirkin olduğunu düşündüğü için değildi. Tam aksine, mükemmel olduğu için ediyordu. Gözü her oraya takıldığında Ayten, fularına değil de boynuna baktığını sanıp rahatsız olmasından korkuyordu. Haksız mıydı? Fularını okşamak bahanesiyle boynuna dokunmak istemiyor muydu? Alev alev miydi acaba? Yoksa üstünde soğumuş ter yüzünden buz gibi mi? Bu düşünceden utandı. Onun boynu değildi o, Ayten’e ve kocasına aitti. Ancak onlar dokunabilirdi.
“E-evet. Yemekten.”
Ayten kabalık ediyormuş gibi aceleyle elindeki sigarayı gösterdi.
“Kullanıyor muydun?”
“Yo, yo. İçmiyorum.”
“Ne güzel.” Ardından birkaç saniye Selim’in kahverengi gözlerinin içine bakarak kendisine bir tutam cesaret koparttıktan sonra devam etti. “Sana neden Tambur diyorlar?”
Selim dudaklarını bastırarak güldü, neyse ki hava soğuktu da kulakları kızaramıyordu.
“Pek bir şey değil ya. İşte ikinci günümdü. Temur müdürden imza almaya gittim. Temur diyeceğime Tambur müdürüm dedim yanlışlıkla. Herkes duydu, gülmeye başladılar. Temur müdür de gülerek imzaladı kâğıtları ve geri verirken ‘Al bakalım Tambur.’ dedi. O gün bugündür böyleler.”
Ayten nefesiyle gülümsedi.
“Ay ben de… Neyse. Farklı bir şey beklemiştim. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi.”
Selim bu daire sınırları içerisinde ilk kez merak duygusunu hissediyordu.
“Sen ne sanmıştın?”
Ayten cevaptan kaçmak istercesine sigarasına sarıldı dudaklarıyla.
“Yok saçma bir şeydi. Boş ver, cidden.”
“Haydi ya, aklım kalır bak.” Ayten’e doğru bir adım atacakken son anda kendisine hâkim oldu.
“Vallahi kendimi kötü hissederim, dairedekiler gibi olmak istemiyorum.”
Bu cevap artık Selim’i meraktan kıvrandırıyordu.
“Beni daha çok kıramaz kimse merak etme. Bir daha programı öğretmem sana!” dedi Selim hafifçe gülerek.
“Ya, şey, biraz kambur oturuyorsun ya o yüzden… Saçma işte.”
Kambur durduğunun yanında içinde hâlâ kırılabilen bir yerler olduğunu da öğrendi bu cümleyle Selim. Kızaran yüzünü gizlemek için baş parmağıyla kaşını kaşıdı ve ayaklarına baktı. Umursamaz olmayı fazla umursayan bir kişinin yapacağı şekilde omuz silkti ve “Olabilir doğrudur.” dedi gergin bir gülüşle.
Ayten onu daha fazla utandırmamak için ya da kendi vicdanını daha fazla dürtmemek için aceleyle yeni bir soru sordu. “Gerçek adın ne peki?”
“Selim.”
Ayten’in gözleri büyüdü. “Ya… Kocam, oğlumuza Selim adını çok ısrar etti. Sevdiği bir amcasının adıymış. Ama sonra oğlu bize kazık atınca direkt sildi listeden.”
“Şimdi ne koydunuz?”
“Barış. Bu da aslına Uygar’ın seçimiydi. Onun en sevdiği film Uçurtmaları Vurmasınlar. Çocukluğunda izlediği ilk filmmiş o yüzden çok sever. Oradaki ana karakterin ismi Barış’mış. Oradan.”
“Ailesini bayağı seviyor eşiniz.” dedi Selim yarım gülümsemeyle.
“Ya, ya… Her eşin hayali…” Ayten yeni sigarasını yaktıktan sonra devam etti. “Sen evli misin?”
Selim tedirgince güldü. “Yok, benim o taraklarda pek bezim yoktur.”
“Haydi oradan ya. İnsansın sen de. Yok mu hiç aklına giren birisi?”
Selim, Ayten’in cevap bekleyen gözlerine birkaç saniye bakarak düşündü.
“Aklıma giren oldu da rüyalarıma giren hiç olmadı.”
Sigara tuttuğu elinin serçe parmağıyla yanağını kaşırken ince dudakları aralandı ve onca sigaraya rağmen beyaz kalan dişleriyle gülümsedi Ayten. Lamineydi tamamı, belki de bu yüzden etkilenmiyorlardı.
“Ağzın laf da yapıyormuş aslında. Hiç âşık olmadın mı yani?”
Selim omuzlarını silkti. Bu konuda o kadar çok şey düşünmüş, hayal etmişti ki hangi birisini söyleyeceğini seçmek vaktini aldı. “Bilmiyorum. Sevgilim oldu. Ama aşkı aklımda çok büyüttüm ben herhalde. Belki aşk bu kadardı ama ben hep dahasını bekledim. O yüzden ondan yana da pek umudum kalmadı.”
“Da derken? Başka ne oldu?”
Selim alaycı bir soluk bıraktı kemerli burnundan. “Ona girersek mesai sonuna kadar burada dururuz. Tambur’dan daha kötü bir takma isim istemiyorum.”
Ayten kıkırdadı. Üşüyor olması da kıkırtısını şiddetlendiriyordu. “Özetlersin bence. O kabiliyeti gördüm sende.”
“Özetleyebilirim aslında, direkt hayattan umudum kalmadı desem yerinde olur. Sevmediğim ne kadar şey varsa hepsinin peşinde koşmak zorundayım. Burası ayrı sıkıcı, ev desen apayrı bir alem. Ve ben ikisi arasında mekik dokuyorum.”
“Bir hobin falan yok mu? Ya da hafta sonu arkadaşlarınla falan buluşmaz mısın?”
“En nihayetinde şu hayatıma devam edeceğimi bilmenin verdiği boğucu his beni bir an bile bırakmıyor, kendimi kaldırıp bir yere götürme zahmetine giremiyorum.”
Ayten yine sigarasına sığınarak kafasını hafifçe sallayınca Selim onu sıktığını düşünerek lafa girdi. “Sen mutlu musun mesela? Eminim bu mesleği hayal etmemişsindir.”
“Doğru, yani kim eder zaten? Ama şu an çocuklarım var. Onlar için garanti bir işim olmalı. Onların hayalleri için… Benim hayalim onların hayallerini gerçekleştirmesi. O yüzden işim iyiymiş, kötüymüş pek problem değil. Akşam eve gidip onlarla olmak beni mutlu ediyor yeterince.”
“Anladım.”
Ayten alaycı kıkırdadı. “Tabii bu daha iki haftalık Ayten’in lafları. Senin kadar uzun…” Kaşlarını çatarak ekledi. “Sen kaç yıldır çalışıyorsun bu arada?”
Selim önce tam günü söyleyecekti ki duraksadı. “Altı yıl olacak.” dedi ama kendisini yine tutamadı. “2065 gün, tam olmak gerekirse.”
Ayten’in gözleri patladı. “Yuh be… Gün sayacak kadar mı bıktın?”
“Yani hem evet hem hayır. Hesaplarla aram hep iyi olmuştur. Özellikle gün hesabında. Bir tarihi duyunca kaç gün geçtiği direkt aklıma düşer. Özellikle düşünmüyorum.”
“Haydi ya. Görmeden inanmam.” dedi Ayten telefonunu çıkartırken. Bir dakika sonra sorusunu sormaya hazırdı. “13 Mayıs 2011’den bu yana kaç gün geçti?”
Selim gözlerini boşluğa düşürerek sayıları ardı ardına sıralamaya başladı. “Tamam, yedi yıl, on ay, beş gün geçmiş. Yani… 2866 gün ediyor.”
Ayten, ağzı açık bir telefonun ekranına bir de Selim’in suratına bakıyordu.
“Ay hiç uğraşmadın bile… Bu meslek için doğmuşsun resmen.”
Selim alaycı bir gülüş attı. “Ondan emin değilim, belki bir mühendis ya da matematik profesörü olurdum, daha çok katkım olurdu dünyaya. Bu yaptığım işi kim umursayacak, kim hatırlayacak? Ben bile hatırlamıyorum.”
“Neden seçtin peki okurken?” diye sordu Ayten yeni sigarasını yakarken.
Selim onun için endişelense mi yoksa sohbeti ilgisini çektiği için sevinse mi bilemiyordu.
“Babam… Babam hep memur olmamı istedi. Güvencem olsun, garanti işim olsun, aç kalmayayım diye. O zamanlar onunla iyi anlaşabiliyorduk ya ben salaktım ya o çok iyi gizliyordu. Ya da annem onu dizginliyordu. Annemi kaybettikten sonra-”
“Başınız sağ olsun.” diye araya girdi Ayten sempati gösteren bir suratla.
“Teşekkürler, sağ ol.” Selim bir an kaldığı yeri unutsa da çabuk toparladı. “Annemi kaybettikten sonra çok değişti. Kontrolcü, emrivaki, çekilmez birisine döndü. Sürekli ‘Şöyle yap, şuraya git, şunu söyle’… Yani düşün, işe ilk başladığımda geldi Sait müdürle kanka oldular. Ara sıra ben işteyken arayıp soruyor performansım nasılmış diye. Rezalete bak, çocuk gibi davranıyor. Sanki benim beynim ve fikirlerim yokmuş gibi davranıyor.”
“Anneni kaybetmek çok üzmüştür, onu düşünmemek için sana sarmış olabilir, belki seni de kaybetmekten korkuyordur. Terapistim öyle bir şeyler demişti.”
Selim böyle bir cümle beklemiyordu. Bir anlığına bakakaldıysa da onu gücendirmek istemediği için geveleyerek de olsa bir laf çıkartmayı başardı. “Ö-öyle mi? Olabilir.”
“Ben de bir dönem depresyondaydım, hiçbir şey yapamıyor, hiçbir şeye ilgi duyamıyordum tüm gün evde yatıyordum. Bizimkiler benim için bayağı bir endişelenince artık beni Doruk Bey’e götürdüler. Adam bana ne dedi ne yaptı hatırlamıyorum ama beni öyle bir açtı ki her şeyi dökülüverdim. Hani şey olur sıkı kavanozu uğraşırsın uğraşırsın açamazsın da sonra birisi gelir tek kaşık hareketiyle zahmetsiz halleder, aynı öyleydi. Yöntemini bilince her düğüm çözülüyor. Neyse yani, bana şu dediğini hiç unutmam. ‘Mahpus hayatı için mutlaka hapishaneye girmeye gerek yok.’ O kadar iyi anladım ki onu. Gerçekten sayesinde çok ilerleme kaydettim, sana da numarasını veririm istersen.”
“Olur, herhalde, bakarım.”
Ayten tamam dercesine kafasını salladıktan sonra elindeki sigarayı da hızlı hızlı içledi ve saatine baktı.
“Haydi girelim artık hem dondum hem de çok geciktik. Daireye gidene kadar sana anlatırım bana verdiği diğer tavsiyeleri.”
Selim onu önden buyur ettikten sonra daireye kadar hep Ayten konuştu. Ancak tavsiyelerinden sadece bir tanesi aklında kalacak kadar ilgisini çekmişti.
“Monotonluklardan kaçmak, beynimize hapishanede olmadığımızı inandırmak için kontrolün bizde olduğunu göstermemiz gerekirmiş. Her zaman bir yönüne yürüdüğün sokağı bu sefer tersten yürümeyi dene. Sırf bu bile aslında değişimin ne kadar kolay olabileceğini gösteriyormuş bize. Çünkü aklımızda büyüttükçe kaçmak daha zor oluyormuş. O tanıdığımızı sandığımız sokak aslında çok farklı olabiliyormuş sadece yönümüzü, bakış açımızı değiştirmekle.”
Dairenin kapısına yaklaştıklarında Selim ilk kez araya girdi. “Ya şey sen geç ben bir lavaboya uğrayıp geleceğim.”
Ayten tamam dercesine kafasını sallarken Selim rotasını onun paralelinden saptırdı. Aslında lavaboya gitmeye ihtiyacı yoktu. Sadece daireye evli bir kadınla birlikte girerken gözükmekten korkmuştu. Yüzüne su çarparken Ayten’le konuşmalarını düşünüyordu. Karşısındaki devasa aynaya rağmen nasıl gülümsediğinin farkında değildi.
* * *
Metro durduğunda Selim çoktan hayaletiyle vedalaşmış, kapının tam ortasında, başlama atışını bekleyen bir atlet gibi fırlamaya hazırdı. Kapılar açıldığında yine metrodan ilk çıkan o olmuştu. Bir anda kalabalığın ortasında kaldığında insanlara sessizce eşlik etmeye koyuldu. Gözleri istemsizce suratsız insanları tarıyordu. Mutsuz bir yüz görünce önce seviniyor sonra bu kadar bencil olduğu için kendisinden nefret ediyordu. Kendisinden nefret ettiği için de mutlu olamıyordu belki de. Bir kısır döngü daha… Bunca döngü yüzünden ruhu da kısırlaşıyor, mutluluğa gebe olamıyordu. Halbuki tüm bu insanların tek bir ortak yanı vardı. Herkes güzelliğin peşinden koşuyordu ancak herkesin güzellik anlayışı aynı değildi. Dünyadaki tüm sorunlar da bundan çıkıyordu zaten. Yeryüzüne tekrar yükseldiğinde Ayten’in tavsiyesini uygulamak üzere farklı bir sokaktan evine inecekti. Ancak tam ayrılacakken durdu. Ekmek aldığı fırın, hep yürüdüğü cadde üzerindeydi. Başka fırın da bilmiyordu. İçinden “Diğer sefere.” diye geçirerek her zamanki caddesinden aşağı indi.
* * *
Yatağa uzanmış bir pozisyonda kitap okumaya çalışan Selim’in bedeni ne kadar rahatsa zihni o kadar rahatsızdı. Aynı sayfayı tekrar tekrar okuyor ancak hiçbir şey anlamıyordu. Gözlerinden giren kelimeler zihnindeki deliklerden akıp gidiyor, içini doldurması imkânsız hale getiriyordu. Delikleri açan ise salondan gelen telefon konuşmalarıydı. Adını dahi bilmediği bir akrabasına şikâyet edilişini dinlemek zorunda bırakılıyordu. Maruf bir haftadır onun ilgisini çekmek için bu yönteme başvuruyordu. Karşısına dikilip problemleri çözmekten kaçınmak babasından miras aldığı bir özelliğiydi. Burundan verdiği nefesle zaten takibini bıraktığı sayfaları havalandırdı, en sonunda da öfkesini kitaptan çıkartarak onu sertçe kapattı. Kırbaca benzeyen tok ve yüksek ses salona ulaşsın istiyordu ancak kimsenin onu duyduğu yoktu. Babası onun ne kadar nankör, şımarık, vefasız, hayırsız, iyilikbilmez, kadirbilmez olduğunu anlatırken onun gözleri duvar takvimindeydi. Bugünün tarihine baktığında aklında 2067 sayısı yankılanıyor, onunla hipnoz olmuş yatağında uzun yatar halde duruyordu. Babasının bu kadar hakaret bilmesine şaşırıyordu bir yandan da. Hayatı boyunca ağzını her fırsatta büzdüğü o zihin torbasına bu kadar çok kelime nasıl sızmayı başarmıştı? Kötü insanların kötü kelimeleri çok olurmuş. 2067. Kaç gün daha bu cümleleri işitecekti? Daha da kötüsü bunun ne zaman biteceğini bilmemesiydi. Nedense önündeki 2067, gerisinde kalan 2067’den çok daha ağır ve zor geliyordu bünyesine. Kalbi bu toksik düşünceyi dışarı atmak istercesine hızlandı, vücudu kaynamaya, midesi bulanmaya başladı. Eskiden saç olan alın çizgisinde şimdi ter hızla çoğalıyor ve yüzünü soğutuyordu. Yerinden kalktı, kapıyı açtı. Yine ayaklarının kontrolünü kaybetmişti ancak bu sefer tam tersi yöne… Salona daldığı anda babası konuşmayı kesti. Selim hiçbir şey söylemeden babasının üzerine yürüdü, telsiz telefonu kulağından çekip önce ahizesinden gelen dijital alo seslerini susturdu sonra salonun ortasına doğru fırlattı. Telefon yere çarptığında arka kapağı açıldı ve pilleri iki kenara savruldu. Piller parkelerin üzerinde yuvarlanıp da durana kadar ikisi de birbirine bakıştılar. En sonunda Maruf kolçaklardan destek alarak kendisini kaldırdı.
“Ne bok yiyorsun be sen?!” diye tükürüklerini saçtı dört bir yana.
Selim de ona meydan okurcasına göğsünü kabarttı. “Asıl sen ne yapıyorsun?! El âleme salak saçma konuşmaktan yorulmadın mı hâlâ?”
Maruf’un pamuk beyazı yüzü hızla kızarıyor, kırışıklıkları derinleşerek budaklanıyordu. “Sana ne ulan benden? Kapan odanda ne bok yiyorsan ye. Bu ne ya gardiyan gibi tepemize dikildi!”
Son cümleyi duymak kanı Selim’in tepesine sıçrattı.
“Bana etmediğin hakaret kalmadı, ne demek sana ne ya? Benim hakkımda konuşuyorsun, benim!”
“Babanım ben nasıl konuşacağımı sana mı soracağım?”
Selim saçlarını kavrayarak sıktı. “Allah’ım şimdi çıldıracağım!” diyerek salonun ortasında kısa bir volta attı. “Ne istiyorsun benden? Ciddi soruyorum?”
“Ne isteyeceğim be senden? Bu zamana kadar ne istedik iyiliğinden başka?”
“İyilikmiş…” Selim işaret parmağını kaldırıp babasına doğru birkaç adım attı. Hayatında hiç bu kadar ileri gitmemişti ama halinden de memnundu. Yıllardır her gece onun huzurunu avlamaya gelen tüm düşüncelerini artık kusabilirdi. Bunun verdiği heyecan onu daha güçlü, daha öfkeli hissettiriyordu. Kopacak ipin kalmamış olmasının verdiği cesaretle devam etti. “Benim iyiliğimi falan istediğin yok. Sen küçük Maruf yaratma peşindesin. Senin bir nesil sonraki kopyan… Peşinden koşacak, babacığım babacığım diyecek, ne söylersen yapacak, ona kurduğun hayatı yaşayacak… Senin bana kurduğun hayatı sikeyim be! Oyuncaklarına bile daha güzel bir hayat kurarsın.”
Maruf öfkeden delirmiş, neredeyse köpürmeye başlamıştı.
“Def ol be! Def ol git odana! Gözüm görmesin!”
“Geçen hafta seni ağlarken görünce üzülmüştüm. Meğerse hırsından ağlıyormuşsun. Sana acıdığım her saniye için pişmanım.”
Selim arkasını döndü; öfkesini, nefretini ve babasını salonda bırakarak odasına kapandı.
* * *
Sabah metro griydi. Renklere karşı körleşmiş hissediyordu Selim. Hiçbir şeyi görmeye tahammülü yoktu, hayaletini bile. Özellikle de onu. Bu yüzden metronun hiç açılmayan tarafındaki kapıya sırtını vermiş, gözlerini yummuştu. Yine de dayandığı kapıların açılmasını ve onu raylara düşürmesini arzuluyordu. Buna üzülmezdi çünkü hayatında bir şeyler farklı olacağı için başına gelecekti.
* * *
Bir ihtiyarın daireye girmesiyle herkesin gözü bir anlığına ona döndü. İhtiyar, en yakınında oturan Faruk’a yürüdü ve sessizce konuşmaya başladı.
“Amca, onu şuradaki beyefendiye göster. O bakıyor.”
Selim, Faruk’un onu gösterdiğine o kadar emindi ki kafasını dahi kaldırmadı. Ama kulakları çoktan onlara kilitlenmişti bile.
“Öyle mi oğlum? Tamam, adı nedir beyefendinin?” diye sordu ihtiyar.
Faruk bir anlığına bekledi. Ardından tüm ciddiyetiyle cevap verdi. “Tambur Bey, amcacığım.”
Kan, Selim’in beynini kaynatmaya başlamış, buharı kafatasına basınç uygulamaya başlamıştı. Gözlerini ovuşturdu. Ama kafasını kaldırıp da ihtiyara bakmak istemedi. İhtiyar onun bankosuna geldi, titreyen elleriyle poşet dosya içindeki kâğıtlarını Selim’e uzattı.
“Tambur Bey siz misiniz?”
Selim önüne gömülürken etraftan gelen gülme sesleri beynini bıçaklıyordu.
“Şey, pardon, Tambur Bey sizsiniz galiba.” diye tekrarladı ihtiyar.
Selim’in ufak kulakları kıpkırmızı kesilmiş, yumruğunu parmaklarını kırarcasına sıkmıştı. Kafasını ihtiyara doğru kaldırmadan sağına çevirdi. Temur müdür kâğıtları çevirmek için parmağını yalarken bıyık altından sırıtıyordu.
“Tambur B-”
İhtiyarın ona seslenişi kulağındaki çınlamanın arasında sönümlenerek kayboldu. Başını sola çevirip Ayten’e baktı. Selim’e bakışlarıyla dahi destek olmaktan çekiniyor, önündeki işle ilgileniyordu. Bunu görmesiyle Selim’in göz damarları, savaşın ortasında kalmış nehir gibi kızıla büründü. Her şeyin arasında en çok bu kırmıştı kalbini. Ardından ondan bir beklentiye girecek kadar zavallı oluşuna sitem etti. Selim önündeki masaya hayatının en sert tokadını attığı anda herkes yerinden sıçramış, pis sırıtışlar yerini sert kaşlara bırakmıştı. Selim ayaklandı, çantasını aldı ve dairenin ortasına yürüdü. Çantasının fermuarını açtı ve içindeki tüm dosyaları yere boşalttı. Tüy kadar hafiflemiş çantasını omzuna taktı. O hafifliği hissetmek onu öylesine rahatlatmıştı ki başka hiçbir şey söylemeye gerek duymadan daireden çıktı.
Metroya doğru yürürken telefonu çalmaya başladı. Babası arıyordu. Telefonu açtı ve sakince kulağına götürdü.
“Ne yaptığını sanıyorsun ulan hayvan herif! Terbiyesiz piç seni! Koskoca insanlara rezil ettin. Bana olan inadından hayatını kararttın! Çabuk geri dön özür-”
Selim telefonu kapattı ve en yakın nalburun yolunu tuttu.
* * *
Baltanın keskisi, güneşin altında ışıldıyordu. Kan için can atan bir avcı gibi dişlerini gösteriyordu adeta. Selim apartmanın önünde durdu. Bir elinde içi boş çantası diğer elinde baltasıyla kendi odasının penceresine bakıyordu. İfadesizdi ama odasına tepeden bakıyor olmak bile yetiyordu ona. Çantasını kenara bıraktı ve bina kapısına götüren köprüye tutunarak aşağıya atladı. Penceresinin parmaklıklarında parmaklarını dolaştırdı. Eli pas ve soyulmuş boya parçalarıyla dolmuştu. Ardından birkaç adım geri çekildi, baltasının sapını iki eliyle sıkı sıkıya kavrayarak onu havaya kaldırdı ve parmaklıkların en zayıf yerlerinden birisine bir darbe indirdi. Baltanın ucu parlak kızıla bulanmıştı. Demir daha birinci vuruşta kopmuş ve Selim’in haklılığını kanıtlamıştı. O da bundan güç alarak bir kez daha vurdu. Parmaklık her darbede sert bir çığlık atıyor, titriyor ve parçalanırken birilerinden yardım dileniyordu. İmdadına Maruf yetişti. Perdeyi açmasıyla Selim’i o halde görmesi bir oldu. Bir süre ikisi de sessizce birbirlerine baktılar, tüm mahalle de camlardan onlara. Selim tekrar baltasını kaldırdığında Maruf kapalı camın ardından bağırdı.
“Dur lan hayvan herif!”
Pencereyi açıp bağırmaya devam etti. “Oğlum kafayı mı yedin?”
Selim ona cevap vermiyordu. Zira söyleyebileceği yeni hiçbir şeyi yoktu. Onun yerine parmaklıklara vurdu. Maruf kendisini korumak için geri çekildi.
“Dur lan dur! Evimi başıma mı yıkacaksın?”
‘Evimi’ kelimesini duymak Selim’i güldürdü. Hıncını parmaklıktan çıkarttı. O parmaklığı penceresine bağlı tutan birkaç demir kalmıştı geriye.
“Oğlum yapma ne olur, konu komşuya rezil olduk, yeter!” diye yalvardı Maruf korkulu gözlerle.
Selim bir darbe daha indirdi. Maruf ağlamaya başladı.
“Yapma oğlum, kalbime inecek, babasına böyle yapar mı insan? Gel içeri, konuşalım.”
Selim baltasını havaya kaldırdı ve son darbeyi de indirdi. Parmaklık, bir hurdacıyı mesut edecek kadar büyük bir gürültüyle düştü. Selim toz ve pas içindeki yüzünü elinin tersiyle sildikten sonra elindeki baltayı bıraktı. Avuç içleri yanıyor, sızlıyordu, nefes nefeseydi, kirliydi ama ilk kez içi değil dışı acıdığı için suratı gülüyordu.
Babasına baktı. Gözlerinde ilk kez minnet vardı ona karşı.
“Parmaklıkları değiştirmediğin için teşekkür ederim.”
Maruf’un tüm sorularına karşı sağır bir tavırla arkasını döndü. Buradan kaldırıma çıkabileceği bir merdiven yoktu. Toprağı eşeleyerek tırmandı, kaldırıma çıktı. Çantasını omzuna geçirdi ve sessizce yürümeye başladı. Mahalledeki herkes camlara doluşmuş onun gidişini izliyorlardı, tıpkı hapishaneden çıkan mahkumu izleyen diğer mahkumlar gibi.
- 2068. Gün - 1 Mayıs 2021
- Teraperi - 1 Şubat 2021
- Ayakta Uyuyanlar - 1 Ocak 2021
Oktay Selam,
Yine çok rahat okunan ve akıcı bir öykü ile seçkiye katılmışsın. Modern insanın yalnızlığını ve psikolojik problemlerini çok iyi anlattığını düşünüyorum. Herkesin kendinden bir şey bulabileceği, Selim’e kızabileceği ama hak vermekten de kendini alamayacağı bir öykü olmuş. Bu kadar rahat okunabilmesinin en büyük sebebi de diyalogların doğallığı bence. Harika, su gibi akıyor.
Başarılarının devamını diliyorum, ellerine sağlık. Gelecek seçkilerde görüşmek üzere.
Merhaba Kıvanç,
Katıldığım her seçkide yorumlarını okumak beni çok mutlu ediyor. Herkesin kendinden bir şey bulabileceği bir öykü yazmaktı hedefim, bu sana da geçtiyse ne mutlu bana. Yorumların için çok teşekkür ederim. Görüşmek üzere