Öykü

Polifonik Ruh Çözümüne Giriş

YAZARIN NOTU: Bağımsız bir hikâye olarak okuyabilirsiniz, önceki öykülerimden Tabirlik Rüya’nın devamı olarak da üçlemenin ikinci öyküsü olarak da. Seçim okurun.


Ağlıyordum. Lirik soprano, o kuş tüyü sesiyle kalbimi hamur teknesinde yoğuruyordu sanki. Sonra o geldi. İki kara delik gözleriyle güzele ait ne varsa çekip yuttu. Güzel oydu; sen ben değildik, oydu güzel. Lirik soprano, kürek kemiğinden yaratılmış bir afetin gözlerini büyütüyor, büyütüyor, piksellerine ayırıyordu. “Hasret” diyordu “sen ne menem bir şeysin de yakıyorsun öyle har har”. Büyüdü gözler, o büyülü kapkara gözler, daha da yaklaştım ekrana; ben yaklaştıkça daha da büyüdü gözler. İçindeki ölü pikselleri gördüm; tam üç tane.

Aşk, merkez kuvvetim olmadı hiçbir zaman. Ama kara saçlı, kara gözlü dilber aşkın, vefanın, hasretin, garipliğin tam orta yerinde durmuş; ta Alamanyalardan gelecek kocasını bekliyordu. Bekliyordu, tüm paklığı ve saflığıyla. Geldi nice sonra beklediği. Dirisi değil de ölüsü. Gördü; Alamanya plâkalı bir arabayla gelmişti işte köyüne; yanında belli ki yeni karısı ve el kadar bebeğiyle. Kaza yapmıştı; girmişti bir kayanın dibine. O kayayı sihir gözlü köylü karısının kalbine koyduğunu bilemeyecekti hiç. Son süratle çarpmıştı kayaya. Yolunu gözleyen karalar içindeki kadının kalbi dağıldı o vakit; dağıldı, toz oldu, sonra duydu o sesi kadın. Ağlıyordu bebek; çamurun içinde bata çıka kadına doğru geliyordu, işte “al beni” der gibi. O saniye patladı volkan. Lavlar saçıldı her yere. Kadının yanındakiler küle döndü, öldüler oracıkta. Kadın dağ gibi durdu; lavlar ayaklarını yaksa da aldırmadı. Aldı şeker şerbet bebeği kucağına; bastı bağrına, “ahh” dedi içinden. Köyün tüm çiçekleri kar yemiş gibi dondu, buz oldu, ufalandılar toprağa. Kadın aşkına öyle sadıktı ki tüm sözlükler toplatılmalıydı ülkede. Sadakat sözcüğü yeniden tanımlanmalıydı: Sadakat Gülcan’dı, Gülcan sadakat.

Beklemek ne vakit eziyete dönüşür? On dakika, üç saat, bir gün, iki hafta, üç ay, bir yıl… İki koskoca yılı tencerenin dibini sıyırır gibi son raddesine kadar tükettim, tükettim ama gelen olmadı. İki yıl insanoğlunun zaman çizelgesinde tam yirmi dört ay, yüz dört hafta, yedi yüz otuz gün, on yedi bin beş yüz otuz iki saate denk düşüyor. Dakikalar ve saniyeler denizdeki kumlara dönüşüyor; sayamıyorum. Beklemek, karşılıklı bir randevuysa çok da uzun sürmez ama benim gibi gerçekleşmesi kadere kalmış bir buluşmayı bekliyorsanız, bu bünyeniz için aşırı yorucu olabilir. Keza bende oldu. Yoruldum, hem de çok. Bıraktım artık beklemeyi. İki koskoca yıl kapımı tıklatmayan beklediğim, belki de hiç gelmeyecekti ve ben gözümün yaşı, kalbimin kırığıyla kalacaktım pencere diplerinde. Vazgeçtim.

Kadim bir ritüel haline gelen rüya sekanslarım, bir nefeslik hindiba gibi uçup gitmediyse de aşağı yukarı o mesafede terk ettiler beni. Elbette kendi kendine olmadı hiçbir şey. Evren dahi nedensellik ilkesiyle hareket ederken fezadaki toz zerresi olan bana iltimas mı geçecekti kader? Geçmedi tabii. Her ay kapısını aşındırdığım beberuhi psikiyatristimin verdiği ilaçlar sayesinde, yarı uykulu yarı uyanık ama görece mutlu bir hayat yaşıyordum. Neredeyse her gece rüyama giren çoktan kadroya aldığım beyaz elbiseli ip atlayan üç kız çocuğu yok oldular. Normale dönmeye başlamıştım, kabul ediyorum o üç kız alışkanlığa dönüşmüştü ve alışkanlıklardan kolayca vazgeçemiyordu insan ama yine de deliksiz uyku çeken o şanslı insanlar grubuna katılmanın hazzı müthişti. Horul horul uyumak lüks olmaktan çıkmıştı artık.

Normal derken… Benim sözlüğümde normalin karşılığı tam yirmi beş yıldır deliksiz bir uykuydu. Teknik olarak gravyer peyniri şeklinde bir uyku düzenim vardı ve aldığım ilaçlar sayesinde artık kamyoncu gibi uyuyabiliyordum ve evet, bu kesinlikle bir nimetti.

İlaçlar ve psikanaliz seansları birbirine paralel ilerliyor; hacıyatmaz misali bir devrilip bir doğrulan beni hayata adapte etmeye çalışıyordu. Ama bu sefer de ONLAR geldiler işte. Bunu doktoruma söyleseydim derhal ilaçları keserdi bu da beni en başa götürürdü, uykusuz gecelere. Söylemedim, onlardan kimseye bahsetmedim; tuttuğum günlüğün satırları hariç.

* * *

Kendi ayaklarımla geldiğim bu yerde gönüllü olarak piksellerime ayrılacağım. Bilim insanları psikanaliz, psikoterapi gibi adlandırmalar yapsalar da işin aslı bu: Tüm renklerim, beni bütünleyen, beni eksilten, beni yaşatan ve öldüren doğru parçasını oluşturan tüm o noktacıklarım deşifre olacak. Elbette doktorum maharetliyse… Belki de Pacman gibi tüm piksellerimi yiyecek doktor; geride kara bir ekran olarak kalacağım.

Günlüğümden…

11 Temmuz

Psikanaliz seansı için hazırdım. Peter Lorre (Doktoruma bu adı taktım; Peter Lorre’a ikizi kadar benziyor da) deri koltuğuna oturmuş, elinde spiralli bloknotu ve sarı kurşun kalemiyle pozunu almıştı. Masaj koltuğuna uzanan hastasına uygun arka planı bulmuş olacak ki “Buldum” dedi “Göl evine ne dersin?” Hangi göl evi? Hani şu Holivud’un çekip de aslını arattığı Güney Kore filmi mi? O ev de güzeldi hani. İçinde bulunduğum duruma da tam uyar. Posta kutusuyla zamanda yolculuk yerine Michael J. Fox’u yol arkadaşım, elektrik çarpmış saçlarıyla doktoru da doktorum olarak tercih ederim. Onun tıp doktoru olmamasının benim için bir mahsuru yok. “Peki” dedim “bana uyar”.

Göl evine gittim. Evi, doktorum Peter Lorre dekore etmiş, tam da ona uygun. Yazık ki ben minimalist değilim. Evi country tarzında döşedim. Yıllarca “Country Homes” okumanın verdiği alışkanlık. İngiliz porseleni fincanımda da bol sütlü kahvemi hazırlayıp pofuduk koltuğuma yerleştim. Seans sırasında gözlerim kapalı, İstanbul’u dinlemek yerine Freud’u dinliyorum. Aman sonum Dora gibi olmasın!

İlk soru çalışmadığım yerden çıktı: “Hayattan ne bekliyorsun?” Bir beklentim var mıydı hayattan? Daha önce hiç düşünmemiştim bunu. “Zamanda yolculuğun ne zaman keşfedileceğini merak ediyorum. Bunu bekliyorum hayattan.” Ne cevap ama.  “Hım, peki zamanda yolculuk keşfedilmiş olsaydı hangi zamana ve nereye gitmek isterdin?” Biliyorum, kendim kaşındım. M.Ö. 1700 yılında Marduk Zigguratı’na gidip taş atmak isterdim, şeytan taşlamak maksadıyla. Bu isteklerimden sadece biri ama bunu ona söylersem havaalanında aylarca mahsur kalan Tom Hanks gibi olurum bu odada ki bu işime gelmez. “İlk hatamı yaptığım güne dönmek isterdim. İlkokuldaki sıra arkadaşım sürekli burnunu karıştırır ve burnundan çıkan artık materyalleri sıranın altına depolardı. Ben de bir gün onu, başka bir sınıf arkadaşıma ispiyonladım. Biz kıkırdarken meğer o da arkamdaymış ve bütün konuştuklarımızı duymuş. O günden sonra benimle hiç konuşmadı. Zaten kısa süre sonra da okul yaz tatiline girmişti. Okullar tekrar açıldığında okula gelmedi, meğer taşınmışlar.” Doktor ses verdi “Peki, o güne geri dönsen, arkadaşının yaptığı hoş olmayan şeyi diğer arkadaşına söyler miydin yine?” Söylerdim tabi ama bu sefer arkamı kolaçan ederdim, demedim tabi.  “Söylemezdim. Onun kalbini kırdığım için çok üzgünüm” dedim. Hiç de üzgün değilim. Kırmızı kalem ve kokulu silgilerimi indiragandi yaparken iyiydi. Oh olsun!

“Evet, bugün güzel bir terapi geçirdik. Önümüzde uzun bir süreç var. Bana kapılarını açtığın sürece bu yolculukta beraber olacağız. Şimdilik bu kadar. Monte Kristo Kontu nasıl gidiyor?”

Edmond bana küstü. Nasıl gittiğini soruyorsan yaya olarak. Aslında bir havuçlu kek yapsam yanına da şöyle bergamotlu çay demlesem kokusuna gelir mi? İf Şatosu’nda yediklerinden sonra adama mide spazmı geçirtmeyelim. Neyse, yemek faslı kalsın.

“İyi gidiyor, gayet iyi.”

12 Ağustos

Sevgili Peter, bu mektubu sana Clara’nın evinden yazıyorum. Büyükbabamı, seni, Alpleri, kuzuları, köpeği hatta mor inekleri çok özledim. Burada günlerim “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar” türküsünü söyleyerek Clara’nın kaprislerine boyun eğmekle geçiyor. Şafak çizelgeme bir çizik daha attım. Valla’ ben samandan da olsa kendi yatağımı çok özledim. Benim köyümün samanı bile bir başka güzel. İmza: Heidi

Doktorum Peter’le aralarında sadece isim benzerliği var, farkındayım kaldı ki ben de kırmızı yanaklı Heidi değilim. Güneş görmemiş bir konak kızı kadar beyazım. Ve çocukluk çağım çok gerilerde kaldı. Bugün doktor biraz geç geldi. Yatırılması gereken faturaları varmış. Pes, sen o kadar oku, doktor ol, git fatura kuyruğunda bekle. İnternet bankacılığı denen bir şey var, var da eski toprak doktorumun bundan haberi var mı işte orası meçhul. Yani bugün Edmond’la zaman geçirdim. Ben davet ettim, o davetime icabet edecek mi derken iki yaprak okuduktan sonra geldi yanıma. “Küstüm ben bu Savcı Vilfor’a” dedi “Hayırdır, sabah sabah kimler üzmüş benim Edmond’u mu?” dedim. “Vilfor alçağı, İf’e gönderdi beni. Yarı açık olmasına da razıydım. Off, Mercedes ne haldedir şimdi?”

Bak Edmond’um, Dantes’m ne küsmesi, intikam duyacaksın, intikam. İntikam soğuk yenen bir yemektir, şu yemeği on dört yıl ısıtma. Çıkınca temcit pilavı gibi istediğin kadar ısıtırsın. Maceranı altı kere okudum, her şey güzel olacak diyorum, yüreğini ferah tut diyorum. Kısmetin açık diyorum, falında dev gibi balıklar var diyorum, azıcık sık dişini. Hem on dört yıl çabuk geçer, topu topu birkaç yüz sayfa.

Biliyor musun Edmond, ben küçükken bizim mahallede Hezime Teyze diye kırık çıkıkçı bir kadın vardı. Her türlü kırığı çıkığı iyi ederdi de bir kırık kalplere merhem olamazdı. En başta da kendinin. Hezime Teyze hezimete uğradı çekti gitti dünyadan. “Ne oldu, ne geldi başına yoksa o da benim gibi iftiraya mı uğradı?” Oy oy yordun beni Edmond. Oldu, hezimet deyince hemen aklına iftira gelsin. Kalbi rahatsızdı kadının, kalbine pil takmışlardı. Meğer Çin malı pil takmışlar, kadın bir yıl geçmedi öteki dünyaya intikal etti. Tabi şimdi sen, kalp pili mi diyeceksin, deme Edmond, valla’ deme, ölümü gör deme.

13 Eylül

Seans başladı. Göl evimdeyim. Nasıl da havasız kalmış ev. Aç bakalım camları. Oh, rüzgar efil efil essin. Sorgu sual başlıyor: “İnsan neyle yaşar?” Vay, çalıntı soru. Tolstoy’un sorusu bu, bilmem mi, hey doktor sen kiminle dans ediyorsun? İnsan gıdayla yaşar; yemek yemek. Ama bunu sana demeyeceğim, içime atıyorum yine. Sıkı dur, beklediğin cevap geliyor: “İnsan sevgiyle yaşar.” Çalıntı soruya çalıntı cevap. “Peki sevgi senin için ne demek, sevmek ve sevilmek ne kadar önemli senin hayatında?” Şimdi kompozisyon yazıp eline vereceğim. Kompozisyonum iyidir benim. Lisede öğretmenim kompozisyonumu sınıfa okumamı istemişti. Okuyamadım tabi edilgen yapıya sahip olduğum için, kompozisyonum okundu. Sevmek benim için önemli mi, önemli ama bencil davranıp oyumu sevilmekten yana kullanacağım, ama sana söylemek yok sevgili Peter.

Cevap bekleyen bir soru vardı muhatabı ben olan. “Sevmek de isterim, sevilmek de. Çünkü ikisi de mutluluk kapısının anahtarını elinde tutar. O kapıdan girmek için ikisine de ihtiyaç duyar insan.” Sessiz kaldı bir süre. “Peki kurmaca bir mutluluk mu gerçek bir acı mı desem, hangisiyle yüzleşebilirsin?” Şimdi sen bana çok okuyup izlediğim için deli muamelesi yapıyorsun ya, ben de kendimi kurgu karakter olarak görüyorum ya senin çürük domates tezine göre, sana kapak olacak bir cevap verirdim amma dur hele. “Gerçek bir acıyı tercih ederim. Onunla yüzleşebilirim. Çünkü kurmaca bir mutluluk kısa sürer ve derin bir acı alır yerini. Ondan korkarım. Boyum yetmez onunla yüzleşmeye. Ama gerçek bir acıyı özümseyerek, iyileştirerek, paylaşarak mutluluğa çevirebilirim.” O duyduğum alkış sesi mi? “Çok iyi gidiyorsun. Böyle düşünmene sevindim. Seninle bu yolda yürümek inan bana, çok kolay olacak.”

Ne yapmalı? Rodin’in “Düşünen Adam”ı gibi düşüncelere mi dalsam, Marcel Ayme’ın “Duvargeçen”i gibi duvarın içinde mi sıkışsam? Ya da şu leziz animasyon “9” gibi ruhla beslenen makinelerle mi savaşsam? Bugün yensem mi, yenilsem mi, ezsem mi ezilsem mi? Bugün küçük bir misafirim var, çook uzaklardan gelen, onunla ilgilenmeliyim. Şu da var ki, bugün Küçük Prens’in baobablarıyla başım dertte. Kendimi gittikçe çoğalan baobabların arasında onlarla boğuşuyor gibi hissediyorum, bana da bir koyun lazım, baobabları yiyecek ama çiçeğime dokunmayacak…

Sevgili Pilot, bana da bir koyun çizer misin ama tasması da olsun, olur mu?

14 Ekim

 

Bugün feylesofluğum üstümde. Bu durumun müsebbibi Küçük Prens diyebilirim ama tüm sorumluluğu küçük ve yalnız bir çocuğun omuzlarına yıkmak istemem. Maziden bir kare çalmak istiyor canım. Balon patlata patlata Pembo sakız çiğnemek ve Turbo sakızdan çıkan araba resimleriyle koleksiyon yapmak istiyorum. Neden Vita tenekesine düşmüş gibi vıcık vıcık bir nostalji yapışkanlığı var üstümde, anlatayım:

Sevgili doktorum, bu sabah biraz geç geldi. Geldiğindeyse üzerinde 90’lı yılları çağrıştıran şu ekose desenli oduncu gömleğinden vardı. Elinde tuttuğu fincandaki bol limonlu ıhlamurun kokusu odasının havasını tazelemişti tazelemesine ama yüksek oktavdan gelen bir “hapşuu” sesi milyon tane mikrobu da odaya salmıştı. Mikropları ve havadaki c vitamini aromasını savaşmaları için kendi hallerine bırakıp ”Geçmiş olsun doktor, şifayı kapmışsınız.” dedim, “Sağ ol, öyle oldu biraz. Geçen akşam misafirlerimiz vardı. Koskoca adam ağzını kapatmadan hapşırdı durdu bütün akşam. Haliyle mikrobu kaptık.” Hı! Başta ünlem olmak üzere tüm noktalama işaretleri yüzümde geçit resmi yaparak doktora selamlarını sundular ama doktor kendi mikroplarını adam sınıfına sokmamış olacak ki selama karşılık vermek şöyle dursun oduncu gömleğinin cebinden, katlana katlana origami halini almış kağıt mendilini çıkarıp uzun bir boru sesi eşliğinde burnunu temizlemekle yetindi.

Karşımdaki koltuğuna geçip, kırmızı oduncu gömlek içindeki doktorum seans için yerini aldı. Kırmızı uyarıcı bir renk. Oduncu gömleğiyle birleşince zihnim çağrışım kapılarını sonuna kadar açtı haliyle. Göl evine ışınlanmıştım ve kulağım doktordan gelecek soruya hazır hale getirilmişti. “Çocukluğundan en çok neyi özlüyorsun?” deyince doktor, bende zaman bol da acaba sizde de durum aynı mı demek istedim ama onun yerine “Eski zamanların güzelliğini özlüyorum.” dedim. “Dikkat ettiniz mi doktor, insanlar belli bir yaşa geldiklerinde hep kendi çocukluğunun çok güzel olduğunu, o zamanların daha masum olduğunu söylerler. İstisnasız bütün insanlar, ağız birliği etmişçesine neden aynı şeyi söylüyor? O zamanları güzel yapan neydi? Neden biri çıkıp da içinde bulunduğumuz şu anın geçmiş anlardan daha güzel olduğunu söyleyemiyor? Yiten zaman neden kıymetli oluyor?” Düşünme hakkını kullandı. “Fikrimi soruyorsan dünya değişiyor, insanlar kalabalıklar içinde yalnızlaşıyor. En büyük nedeni bu.” Mantıklıydı. “Belki. Ben bunun nedenini, samimiyet duygusunun yerini menfaate bırakmış olmasında buluyorum. İlişki en az iki kişi arasında olur. Düşünün, bir kişi dünyayı değiştirebilir diyorlar, öyleyse iki kişi dünyayı tepetaklak çevirebilir, değil mi? Peki bu temsili iki kişi arasında samimi bir ilişki yerine menfaat ilişkisi varsa, işte buyurun o zaman cenaze namazına ya da ‘Welcome to Dante’s Inferno’.”  Güldü. “Enteresan bir bakış açın ve kesinlikle çok üretken bir zihnin var. Haklı olabilirsin. Bana o samimi bulduğun geçmişten bahseder misin? Durmadan ne düşünüyorsan anlat, dinliyorum.” Doktorum,  bilinç akışı tekniğiyle hamlesini yaptı, neden vezirimi tehlikede hissediyorum?

“Film kareleri… Film şeritleri geliyor gözümün önüne. Manuela vardı doktor, güzellik timsali ve kötü kalpli ikizi Isabelle. Rapunzelvari sırma saçlarıyla inci gülüşü gözlere şenlik. Bir de Alf vardı, tüy yumağı, kruvasan burunlu sevimli uzaylı. Müşfik Kenter’in dublajıyla pazar sabahları evimizde bir uzaylıyı ağırlardık. O uzaylı şimdinin dünyalısından daha samimi geliyor bana. Tek fırça darbesiyle bir ağaç, beş fırça darbesiyle muazzam bir orman oluşturan bugünün bonusu o zamanın bol hacimli kıvırcık saçlarıyla Bob Ross gibi bir adam vardı, resim sevincini program ismi olmaktan çıkarıp izleyicide hayranlığa dönüştüren. Yelpaze fırçasıyla bütünleşen, dünyayı yağlı boyayla kaplayabilecek bir adam. Öldüğünü duyduğumda çok üzülmüştüm… Kaptan Cousteau’yla derin mavilere açılan bir kız çocuğuydum doktor, şimdi kıyısından geçtiğim hiçbir deniz o zamanın naifliğini, samimiyetini estiremiyor ruhuma.”

“Sustun, dinliyorum.”
“Sözün özü, o zamanın ‘çokomel’ini bugünün ‘toblerone’una değişmem doktor!”…

15 Kasım

 

Doktorum ve ben, adına seans ya da terapi dense de basbayağı hoş bir sohbetin içine düşmüştük. Neredeyse doktordan başka arkadaşım yok. Arkadaşım yok demek bir bakıma eksik bir ifade, çünkü arkadaş kurbanı sevgili Edmond, Shawshank’ten Andy, takıntılı dedektif Monk hatta Küçük Prens ziyaretime geliyorlar ve diğerleri. Kimiyle bazen uzun uzun sohbet ediyoruz, kiminin de duvara yansıyan suretini görüyorum sadece. Duvardaki suretler pek konuşma taraftarı değiller ama gerçekten çok iyi dinleyiciler, öncelikle sözümü kesmiyorlar ki bu benim gibi çenesinin civataları gevşemiş biri için büyük nimet.

Ve uçuş hazırlıkları tamamlandı, geri sayım başladı. Ben köstekli saat beklerken doktor kalın mercekli gözlükleriyle gözlerime odaklanmıştı. Demek uyarıcı etken doktorun kola şişesinin içine düşmüş gibi bakan gözleri olacak. Ziyanı yok, bana uyar. “Bir şarkı söyle, içinden ne gelirse”, dediğinde “Çanakkale içinde Aynalı Çarşı, ana ben gidiyom düşmana karşı, oooyyy gençliğim eyvah” ı söylemiştim. Seans sonrası durum değerlendirmesi yaparken Çanakkale üzerine bin bir soru sordu. Doktora bu türkünün içimi acıttığını ve bu sayede ruhuma antrenman yaptırdığımı söyleyemezdim. Ruhu paslatmamak gerek ve bunun için de bolca hislenmek. Ama bu sözlerin terhisimi uzatacağını biliyordum ve yine yalana sığındım. İnsanoğlunu zor durumlardan kurtaran kuzu postuna bürünmüş kurt, sana ihtiyacım olduğunda hep hazırda bekliyorsun.

Ardından hiç çılgın bir şey yapıp yapmadığımı sordu. Ben de lise yıllarıma döndüm ve cevapladım soruyu. “Benim için çılgınlık, okulu asıp adına müzikevi denen hoş bir yapıda kulaklığı takıp Vivaldi dinlemekti. Vivaldi’nin Four Seasons’ını özellikle Spring’ini. “Demek müzikten hoşlanıyorsun?” Güldüm. “Hoşlanmayan var mı ki? Farid Farjad’ın ağlayan kemanına kim kayıtsız kalabilir? Ya da Can Atilla’nın müziğini duyup da kendini on altıncı yüzyıl Osmanlısında saray ahalisinden hissetmeyen olur mu? Pachelbel’in “Re Majör Kanon”unu icra eden piyano tuşlarını söküp kulağının en içine, kulak zarına monte etmek istemeyen? Hani B12 vitamin eksikliğinde kulak çınlaması olur ya kişide, kulağının içinde arı vızıltısı, motor sesi, çekirge sesi gibi rahatsız edici sesleri 5+1 ses sistemiyle kulağının içinde duyar ya, işte ben de kulağımda o notalar çınlasın isterdim. Belki o zaman içimdeki pitbull uslu bir tazıya dönüşürdü. En uslu köpek tazıymış doktor, biliyor muydunuz?
Doktor sadece “ilginç” demekle yetindi. “Doktor” dedim, “Size bir soru sorabilir miyim?” Beklemiyordu. “Rolleri mi değişiyoruz yoksa?” Estağfirullah doktor, sizin elinize su dökemem, demek üzereyken u dönüşüyle “Estağfirullah” dedim.
“Sor bakalım.” dedi. “Gemici düğümlerini bilir misiniz doktor?” Durdu. “Gemici düğümü mü? Neden şaşırdım bilmem ki. Şey, gemici düğümünü bilirim evet ama o düğümleri yapmayı bilmem, ilgi alanıma girmedi hiç.” Beklediğim cevaptı. ”Gemici düğümlerinin kimisi vardır ki epey bir uğraşırsın o düğümü atmak için, oldukça kafa karıştırıcıdır erbabı olmayana. Yapması ne kadar zorsa çözmesi o kadar kolaydır kimilerini. İpin bir ucundan çektin mi oradan alıp şuraya attığın, şuradan alıp buraya soktuğun o ip çözülüverir anında. İp baskısı gibi.

“Yani?”
“Yani o ki doktor, kimi insanlar kolay bir düğüm, kimiyse çetrefilli bir düğümdür. Ama çözmesini bilene sadece ip baskısı kadar zor. Ben on ikili Pelikan sulu boyayla boyanmış bir ip baskısıyım. Daha fazlası değil, lütfen artık çöz şu düğümü!”…

16 Aralık

Ah Kunta Kinte, ah… Şimdi ben de senin gibiyim. Senin gibi ben de kendimi bir esaretin içinde buldum. Sen, kurtulmak için çalıştın, çabaladın, öyle ki senin mücadelen beş kuşak sürdü. Benim o kadar vaktim yok, bir an önce buradan çıkmak, kendi kuytu köşemde Roadstar vcd’me Hitchcock koleksiyonumdan “Strangers on a Train”i koyup defalarca izlemek, izlerken horul horul uyumak, uyandığımdaysa aynı koleksiyondan Rope’u koyup onunla da saatler geçirmek istiyorum. James Stewart’ın keskin zekası mavi gözlerinden dışarıya, oradan televizyon ekranına, ekrandan da bana ulaşsın istiyorum. Yükseklik korkusunu benim korkularım arasında eritmek ve ona şöyle demek istiyorum: Rope filminde, salonun orta yerinde içinde ceset olan o sandıkla ilgili bilmediğin bir şey var, cesedin asıl kimliğiyle ilgili. Üzerine şamdanlar konulup masaya dönüştürülen, üzerinde yemek yenen o sandıkta ben varım. Hitchcock usta, n’olur bir görün, cameo da olsa razıyım!

Dün, duvardaki sureti bir kenara çekip defalarca kafamı duvara vurdum. Sebepsiz yere, birdenbire, göz açıp kapayıncaya kadar geçen o an içinde. Doktorun bilmediği ama acilen öğrenmesi gereken bir şey var: Bazen eylemler, sözlerden daha çok ses getirir. Nostaljinin kara treninde yolculuk yaparken kelimelerim ona dolambaçlı gözüktüğünden olsa gerek, sohbetin özünü çıkaramadı kalın kafası. Sıkılmıştım, sorgu sualden, yaptığım diyetten, spordan hatta aldığım nefesten. Gitmek istiyordum, sadece gitmek. Kafamdaki yumurta büyüklüğündeki şişlik, beton zemine çakılmamla sahanda yumurtaya dönüşmüştü, yıldızları saymaya başlamıştım, bir, iki… Bayılmışım.

Kendime geldiğimde iğneli fıçıya düşmüş gibi diken dikendim. Kafamda buz torbası, kas içine işleyen kim bilir kaç cc’lik ilaçlar, ağzım, dilim damağım kupkuru. Bir kilo paslı çivi yalamış yutmuş gibiydim. Yürek yırtan bir vaveyla duvara bulanan birkaç damla kanla anlam buluyor. İşin acayibi her muamma doğrunun yanında yanlışı da buyur ediyor algıya. İşte benim başıma gelen de tamamıyla bu. Doktor ben konulu muammayı yanlışlarla çözmeye çalışıyor.

Ben küçükken, minicikken, henüz dünyanın karanlık yüzüyle tanışmamışken, bir çilekli Mis süt için tonlarca gözyaşı akıtabilecek potansiyele sahipken bir dizi vardı TRT’de: Kavanozdaki Adam. Nasıl korkunç bir isim verilmiş ki diziye benim balıklara eş değer hafızamda bile gizlenebilmiş onca yıl. Zaten bir “Kavanozdaki Adam” bir şu dev karıncaların olduğu film. İkisi de unutturmadılar kendilerini, arada geldiler, halimi hatrımı sordular, uykularımı kabusa çevirdiler. Ne diyordum, hah, Kavanozdaki Adam. Beyin nakli yapılan bir adamın kabusları… Ben kimin kabuslarını görüyorum? Bu satırları yazan benim parmaklarım mı? Ben ne zaman kendi katilimi arar oldum? Aynaya bakıyorum şair gibi, göz altlarım pazar filesi, patlıcan moru. Yolun yarısına on basamak… Bir odaya tıkılmış, haritamın çıkarılmasını bekliyorum. Suçlu muyum? Asla. Belki kendime karşı…

Ah doktor, kafayı duvara vura vura pekmezini akıttım da bir katilimi bulamadım. Ciddi miyim? Asla…

* * *

Psikanaliz, uykularımı bana geri vermişti; ekmek yiyemiyordum da pasta yiyordum sanki. Ama ekmeği de özlüyordum. Ekmeği yemek gerekiyordu, ekmeksiz yemeğin tadına varamıyordum. Alegoriler, metaforlar ve sehli mümteniler kılıç kalkan oynarken ben başımı iki elimin arasına almış; Danimarka’nın bahtsız prensi Hamlet gibi düşünüyordum. Hamlet’in gözleri maviydi ve pikselleri akıyordu ağladıkça. Ben ağladım, dünya bulutlandı; tüm dijital cihazlar yirmi dört saat ölü piksellere boğuldu. Ağladım elektrikler kesildi, jeneratörler çalışmadı. Dünya karelere bölündü; sanal diye göründü. Dünyanın mavisi yeşiline karıştı; kimse tamir edemedi belki de yenisi lazımdı.

Yok böyle olmayacaktı, ifritler ve psikanaliz sırasını savmıştı; geriye regresyon terapistiyle bir görüşme kalıyordu ki elimi çabuk tutup randevuyu almalıydım zira altı aydan öncesine gün vermiyorlardı. Haklısınız, beyin filmine daha çabuk sıra geliyordu.

İp atlayan kızlar, hayalî karakterler… Ve kalbimin kıyısında oturmuş bana el sallayan güzeller güzeli bir “anne”… Salvador Dali aşkına!

-SON-

Polifonik Ruh Çözümüne Giriş” için 11 Yorum Var

  1. Öyküye yorum gelmemesine şaşırdım. Sonra bu öykü için yorum yapmanın oldukça zor olduğuna karar verdim. Benim naciz yorumum ise şöyle: Öyküde garip bir enerji var ve okudukça yorulmuyor aksine dinleniyorsunuz. Ne zaman başladığım ve bitirdiğim konusunda bir soru sorulsa cevap veremem. Nedendir bilmem en çok hoşuma giden satırlar ise şöyle: ”’Çocukluğundan en çok neyi özlüyorsun?” deyince doktor, bende zaman bol da acaba sizde de durum aynı mı demek istedim…’
    Kendimce söyleyebileceğim yapıcı eleştirim ise: Öyküde kullanılan isimler, terimler ve hatırlatmaları biraz fazla buldum.
    Elinize sağlık.

    1. “Öyküde garip bir enerji var ve okudukça yorulmuyor aksine dinleniyorsunuz.” Ne güzel bir yorum bu, öyleyse ne mutlu bana. İçeriği gibi terapi niyetine 🙂 Zor bir öykü olması, dediğiniz gibi çokça gönderme içermesinden kaynaklı olabilir. Ama bu tam da yapmak istediğim şeydi bu öyküde. Karaktere doktorun söylediği bir cümle vardı hani : ““Enteresan bir bakış açın ve kesinlikle çok üretken bir zihnin var.” Karaktere biçtiğim kumaş bu. Zihni dolu, çok dolu öyle ki kafayı duvarlara vurdurtacak cinsten -vuruyor da hani.
      Okuduğunuz ve güzel yorumunuz için teşekkür ederim.

  2. Merhaba,
    Tebessümle okudum ve yazınızda kullandığınız benzetmeler çok hoşuma gitti. Özellike;
    Bakışların kara deliğe benzetilip karşısındakini çekip yutması, beklerken tükenmeyi tencerenin dibini sıyırmaya, gravyer peynirinin uykusuz gecelere, kompozisyonun edilgen sevdasına gitmesine, gibi.
    Sadece baş kısımdaki paragraflar arasındaki geçişlerde zorlandım ama daha sonrasında yazıya kaptırıp gittiğimden kahramanın günlükleri gibi oradan oraya atladığına hükmettim.
    Kaleminize sağlık çok keyifli bir öyküydü. 🙂

    1. Merhaba, öncelikle güzel yorumunuz için teşekkür ederim. Böyle yorumları seviyorum hani beğendiğiniz yerlerden örnekler vermek mesela. Bu yazarın satır satır okunduğunu gösteriyor yine yazarın kendisine ve ben böyle kapılarını herkese açmayacak bir öykü olduğunu bildiğim bu öykümde böyle güzel sözler duyunca mutlu oluyorum. Övüldüğüm için değil kesinlikle, bu tamamen yazarken sancısını çektiğiniz o benzetmelerin bir başka zihinde canlanışına şahit olmak.
      Baş kısımı yazarken sizin de belirttiğiniz bir yorumu alacağımı tahmin ediyordum. O kısım, hatta ilk iki paragraf sonraki paragrafa geçiş için gerekliydi. “Beklemek” mevzusuna girmek için ve beklemek deyince – Yeşilçam severler bilir- aklıma Türkan Şoray’ın oynadığı “Dönüş” filmi istemsizce geldiği için -çok severim- onu öyküleştirdim. Devamında aşkın merkez kuvveti olmadığını söyleyen karakter “beklemek” olgusunu kendine çevirerek başlıyor hikayesine. Evet gözler Türkan Şoray’a ait bu arada:) -ek bilgi
      Teşekkür ederim tekrar.

  3. Merhaba;
    Öncelikle öykünün ismi ilgimi çekti. Benim ayıbımdır eminim ama önce “polifonik” ne demek diye baktım ve öyküye bu kadar mı yakışır dedim. Öykünün giriş çıkışları, yoğunluğu etkileyiciydi. İsimleri bildiğim çağrışımlar daha da vurucu geldi bana bilmediklerimi biraz pas geçtim. Dil ise çok çok güzeldi. Hele o doktorla konuşmalarındaki iç ses. Bayıldım. Ellerinize yüreğinize sağlık. Tekrar tekrar kendini okutturacak bir öykü kaleme almışsınız. Bir okur olarak teşekkür etmeyi bir borç bilirim.

    1. “Tekrar tekrar kendini okutturacak bir öykü” Bugün iltifatlar sevimli kar tanecikleri gibi üzerime yağarken düşünüyorum da ne güzel, bir benzetmen, bir öykün beğeniliyor ve sen bir yandan salatalık turşusu kurarken öte yandan okuduğun yorum sayesinde şapşal şapşal gülüyorsun. O an mutfağa biri girse “Ne o salatalıklar çok mu komik?” dese “Evet evet, aynen öyle” diyecek kadar rayından çıkıyorsun. Rayımdan çıkıyorum ama sonra “hoop, ayakların yere bassın hele” diyen içses mendeburu devreye giriyor 🙂
      Öyle işte.
      görüşmek üzere.

  4. Öykünüzü, kullandığınız dili sevdim. Farklı bir dünyayı adımlamak gibiydi. Hayal gücünüze hayran kalmamak elde değil. Ellerinize sağlık. 🙂

  5. Öykünüzü nitelemek için bir tabir(!) bulamadım 🙂 Üslup çok değişik ve bir o kadar hoş. Seçkilerde yer alan diğer öyküleriniz gibi bu da başarılı bir çalışma olmuş. Tebrikler.

  6. merhaba, teşekkür ederim güzel yorumunuz için. Her öykümde bir yenilik -kendi adıma- peşindeyim kurgu ve biçim olarak. Ama ifade şeklim, üslûbum aşağı yukarı bu öyküdeki gibi.

    1. O zaman cesaretinizden dolayı da tebrik edeyim. Yeniliklere açık olmak, bizim coğrafyada pek takdir gören bir haslet değil.
      Üslubunuza gelince, akışı bozmadan bu kadar farklı alana, bu kadar çok gönderme maharet ister bana göre. Ama siz altından kalkmışsınız.
      Ayrıca şunu eklemek isterim; öykünün belli kısımları benim için de güzel bir çocukluk ve gençlik panoraması oldu. Kah nostaljik kah muzip 🙂
      Ama sonuçta -ne olursa olsun- insanların ortak bir yerlerde buluşabilmesi çok keyifli. Sanatın, edebiyatın güzelliği de burada değil mi zaten?

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *