Çocukluğunda şehre aşıktı. Babasının zoruyla memlekete gittiği yaz aylarında, yaşlı akrabaların yanında kalmaya fazla dayanamaz, yaşadığı büyük şehre geri dönerdi. Kaçar gelirdi genellikle hem de. O zamanlar, çocuk yaşta şehirler arası kaçak yolculuk etmenin güvenilmez tarafı yoktu. Öylesi bir dünyanın büyük şehri de, kalabalığıyla büyüleyici, kaosuyla ilham vericiydi haliyle. Bilge de isminin ağırlığını ailesinden veya karakterinden değil de, şehrin kendisinden aldığını sanırdı. Sokakları adımlayarak öğrenir, insanlarla tanışarak bilirdi. Senelerce hikayeler biriktirdi. Sokakları adımladıkça büyüdü, caddelere çıktıkça fiziksel olarak da büyümüş olmalı ki, caddeleri sokak bellemeye başladı. Karış karış bildiği şehri bilmez oldu sonra. Bir şeyler değişmişti, onun büyümesinden başka. Şehir bildiği şehir olmaktan çıkmıştı. Şaşırdı. Önce iyiye yormak istedi. Daha kalabalık, daha çok insan, daha çok hikaye demekti. İlhamı artacak, yazmaya oturdu mu önünü alamayacaktı artık!
Beklediği gibi olmadı. Hatta hemen hiçbir şey olmadı. Sürekli bir hareket içinde olmakla hiç hareket etmeden öylece kalakalmak arasında fark yoktu. Kaotik kalabalık, tanımlanamaz bir kargaşaya döndüğünde, o kargaşanın içinde hareket etmediğini, sürüklendiğini anladı. Oradan oraya gidiyor, geliyor, bir şeyler yapıyor, ne yaptığını anlamaya kalmadan zaman geçip gitmiş oluyordu.
Korkmaya başladı. Böyle yaşlanıp gitmekten, ölmekten korktu. Sakinleşmeli, durmalı, gerçek anlamıyla, daha doğrusu kendi arzusuyla durmalıydı. Ancak ondan sonra istediği adımları yeniden, yavaş yavaş, bilinci yerinde atabilirdi. Yazabilir, senelerdir biriktirdiklerini hikayeleştirebilirdi. Vaktinin geldiğini biliyordu. Ya şimdi ya hiç. Orta yaştan önce, gençliğinin son demlerinde. Fiziksel sağlığı daha yerindeyken ve ruhsal sağlığının bozulmasından az önce. “Ha gayret Bilge, yapabilirsin.”
Yapabilirdi. Ama bunun için önce doğduğu, büyüdüğü, iş seyahatleri ve zorunlu akraba ziyaretleri dışında neredeyse tatillerinde bile ayrılmadığı, hala içten içe nostalji hissiyle bağlı olduğu, dolayısıyla aşık olduğu koca şehri bırakıp gitmesi gerekiyordu. Bunun bilgisiyle hüzünlendi. Bilgeliğinin gerektirdiğini yapacaktı. Sürekli tatil beldesi olan o yerlere gitmenin daha moda olmadığı bir zaman diliminde, basıp gidecekti. Henüz moda olmayan bir şeyi yaptığı için koşulları maddi manevi rahattı. Arkadaşının teknesinde kalacak, okuyup yazacaktı. Bugünlerde milyonların hayali, o günlerde Bilgelere mahsustu. Bilge yollara koyuldu.
Teknenin sahibi lise yıllarından arkadaşıydı. Küçük şehirden göç edip liseyi Bilge’yle başarılı şekilde okuduktan sonra, iş güçmüş, akademik kariyermiş umursamayıp baba evine geri dönmüştü. Küçük kasabada balıkçı hayatı. Yıllardır küçümsedikleri, küçük dünyasını aşağıladıkları arkadaşlarına gün gelip de gıpta edeceklerini bilmeden yaşamışlardı. Bugün teknenin sahibi olan arkadaşları hepsinden şanslıydı ki, maddi olarak da rahatı yerindeydi. Bilge geldi ve onu görmedi bile. Adam basıp yurtdışına gitmişti, sezon dışında burada durduğu yoktu. Sezon da öyle turist sezonu değil, havanın güzel, ailenin bir arada balığa çıktığı sezondu alt tarafı. Öyle sakin bir yerde tek başına olduğundan olsa gerek, arkadaşının gitmeden bıraktığı not Bilge’nin kafasına epey takıldı.
“Tekne evdir, ev senindir. Sakın ola dışarıda bir şey aramaya kalkma, mümkünse tekneden hiç çıkma. Yani… çıkmazsan senin için iyi olur. Sağlıcakla. Moralset.”
İlk cümle iyiydi de, devamı niyeydi, anlamı neydi, ‘senin için iyi olur’ bir çeşit tehdit miydi ve daha önemlisi moralset neydi, ya da kimdi? Cevabı olmayan bu gibi sorularla öylece durdu, kaldı. Ama şaşkınlığı çok uzun sürmedi. Ertesi gün huzurla uyandığında gördüğü notu çoktan unutmuştu. Güneşin ışıklarıyla, ferah bir havayı soluyarak uyanmak öyle iyi geldi ki, yazılan notu, moralsetin kim olduğunu, notun arkadaşından olup olmadığını, moralset arkadaşıysa bunca senedir lakabını neden hiç duymadığını, vesaireyi ve vesaireyi, düşünecek hali yoktu. Tekneden çıkmaya da yeltenmedi. Daha doğrusu, kahvaltılık bir şeyler alayım diye bir iki adım atıp öteye vardığında gördüğü manzara oturup kalmasını sağladı. Kahvaltı hazırdı.
“Nasıl?” demeye kalmadan güzel bir kadın gördü karşısında. Bir yerden tanıdık geliyordu ama…
“Merhaba!”
Karşılık alamadı. Çünkü az önce, bir anlığına gördüğü imge, kafasını yeniden kaldırıp baktığında yok olmuş, bir serap gibi yitip gitmişti. Normalde, şehirde yaşadığı eski hayatında olsa kafayı yediğini düşünüp, öfkeleneceği bu gerçekliği oldukça doğal karşıladı. Yalnızdı, ilk günüydü, olurdu böyle şeyler. Hayal de görebilirdi, serap da. Sorun etmedi. Nereden çıktığını sorgulamadığı kahvaltı sofrasına oturup yemeye başladı. Her şey son derece doğal, normal geliyordu. Senelerdir aradığı fantastik hayatın ortasında olduğunu düşündü. Önündeki yeşilliklerin tazeliğinden, reçellerin tatlılığından, ekmeklerin sıcaklığından başka bir şeyle ilgilenmesi anlamsızdı. Doya doya kahvaltı etti. Tek başına yapılan bir pazar kahvaltısından daha iyi ne olabilirdi ki. Günlerden pazar olup olmadığını bile bilmeyişine gülümsedi. İnternete bakmayacak, elektronik postalarından haberi olmayacak, telefonunu açmayacaktı. Tek istediği yazmaya çalıştığı romana odaklanmak, karakterlerini kurgulamaktı.
Roman karakterlerini düşündüğü anda, serap gibi gelip geçen kadının gerçek bir hayal olduğunu idrak etti. Bu hayalin ismi Filiz’di. Zihninde filizlenen, kendisini karşısında var eden. Bundan birkaç ay önce kafasında kurgulamaya başladığı, henüz kağıda dökmediği karakterlerinden birisi. En iyisi onun hikayesini yazıp karakterini iyice canlandırmaktı. Oyunlarıyla, karakterleriyle yaşayacaktı. Bu fikre tutundu. Ayağa kalktı ve kamarasından eşyalarını almak için harekete geçti.
Yiyip içtiği masayı, aynı zamanda çalışmak için kullanacaktı. Az eşya, hiç insan, çok kurmaca. Hayatındaki yeni kurallar bunlardı. Teknolojiden uzak, iç dünyasına yakın. İnsanlardan uzak, karakterlerinin yanıbaşında. Hikayeye başladı. Kendisinden katarak, kendisini de kahramanlaştırarak anlattığı hikayenin merkezinde Filiz vardı. Yaşadıklarını parçalıyor, aslında iki ayrı karakteri, kendisinden yola çıkarak kurguluyordu. Şehirden kalkıp küçük balıkçı kasabasına göçen halinden, bankadaki sıkıcı işinden kovulduktan sonra aldığı tazminatla küçük kasabanın birine yerleşen Filiz’i üretti. Hikayenin girişinde bankacı eskisi genç kadın, hayranı olduğu yazarı bulmak için yola çıkıyordu. Bu yazar ise, tabii ki gerçek hayattaki Bilge’nin olmak istediği karakterdi. Bilge ve Filiz kağıt üzerinde karşılaştı.
Bilge Ersoy’un nerede yaşadığını öğrenmişti. Onu bulacak, yazdığı serinin bir sonraki kitabındaki olayların seyrini değiştirecekti.
“Bu anlattığınız benim hayatım. Lütfen hayatıma sadık kalın.”
Bilge yazdıklarına baktı. Beğenmemişti. Kendi hayatıyla özdeşleştirdiği kurmacayı değiştirmek isteyen saplantılı bir kadın karakter fikri fena sayılmazdı ama kullandığı dil inandırıcı gelmiyordu. Yazar olan adamı bulup ona yaptırımda bulunacak kadar coşkulu, tutkulu olan bu kadının sert mizaçlı olması gerektiğini düşündü. Konuşması daha az nazik olmalıydı en azından. Konuya ise hemen girmemeli, yavaşça, yumuşak bir geçişle, yazar karakterle belli bir yakınlık kurduktan sonra belki, ilgisiz başka bir konuşmanın orta yerinde, aniden dile getirmeli…
Düşünceleriyle eşzamanlı olarak yazıyordu Bilge bu sırada. Gerekli gördüğü revizyonları yapmak üzere notlarını alıyor, elindeki kalemle düşüncelerine bir yol çiziyordu. Aldığı notları öyküleştirmek üzereydi ki, duyduğu sesle irkildi.
“Demek buradasınız.”
İşte yine gelmişti. Karşısındaki kadın, az önce gördüğü Filiz… Hayal değildi demek, ya da daha kötüsü hayaliyle yaşayacak kadar kıyaktı kafası. Umursayacak hali yoktu. Karşısında güzel, zarif bir kadın vardı ve davranması gerektiği gibi davranmaya karar verdi.
“Buyrun. Gelin lütfen.”
Kadın içeriye girdi. Bilge bir anlığına başka bir yere gidip gelmiş gibi hissetti. Ölüm sonrasına inansa ölmüş bir yakınının ruhu, dinlere inansa bir çeşit cin veya melekle karşı karşıya olduğunu, teknenin kapısının bir sınır olduğunu ve belki buradan çıkmaması gerektiğinin…
“Neler saçmalıyorum ben?”
Yüksek sesle düşünerek, içinden geçen ‘deli saçması’ fikirlere son verdi ama yüksek sesle dile getirdiği düşüncesi karşısındaki kadını telaşlandırmış gibiydi.
“Efendim?”
Kadın bir iki adım daha atıp yaklaştı. Elini Bilge’nin alnına doğru uzatmaya yeltenirken sordu.
“Ah, beyefendi… Siz, siz iyi misiniz?”
“Evet, evet, yok bir şeyim.”
Bilge kendini toparladı. Kadın gülümsedi.
“Kusura bakmayın. Ben böyle çat kapı… Kapı da yok tabii ama.”
Güldüler. Oturdular. Bilge sormadan kadın anlattı.
“Nereden çıktı bu kadın, ben kafamı dinlemeye gelmişken, ne işi var diye soruyorsunuzdur şimdi siz. Haklısınız. Eğer isterseniz çok kalmam, giderim zaten.”
“Yo, yo, bilakis… Yapayalnızlık nasıl olacak diye sorgularken gelmenize sevindim aslında. İnsan inzivaya çekilmek istese bile, öyle hemen olmuyor tabii. Sosyal yaratıklarız sonuçta.”
Cevap gelmedi Filiz’den. Duruyor, uzak bir noktaya gözleri kilitlenmiş, sessizce bekliyordu. Bir an gelecek ve bir şey söyleyecekti ama sanki sırasını, zamanını bekliyordu. Bilge uzayan sessizlikten rahatsız oldu.
“Siz öyle değilsiniz galiba.”
Filiz tebessüm etti. Hikayesine başladı.
“Eşimden ayrıldıktan sonra geldim buraya. Öyle uzun zaman oldu ki insan yüzü görmeyeli, birisiyle konuşmayalı. Bu kasabadaki kaçıncı gününüz sizin? Hiç etrafta birilerini gördünüz mü? Öpüşen sevgililer, yürüyüşe çıkmış emekli arkadaş grubu, gülüşen çocuklar… Göremezsiniz. Burada kimse evinden çıkmaz. Çünkü…”
“Çünkü?”
“Ah, boş verin. Ben bazen böyle hikayeler uydururum işte. Yok tabii öyle bir şey. Sıradan bir kasaba. Ne olacak ki? Çok sıkıcı bir yer olduğundan, böyle şeyler anlatıp kendi kendime küçük heyecanlar yaratıyorum.”
Bilge şaşkındı. Konuşmaları sandığından tuhaf bir seyir izliyor, bu durum onu biraz tedirgin ediyordu. Kontrolün kendisinde olmadığı durumlarda gerginlik yaşayan bir yapısı vardı. Karşısındaki kadın kendisinden daha yazardı belli ki. Sanki onu delirtmek için özel olarak gönderilmişti buraya… Bu düşünceyle kendi düş gücünün Filiz’inkini yendiğini düşündü. “Hah işte, Filiz benim yarattığım karakterse, benim sınırlarımdan fazlasına taşamaz. Benden daha iyi olamaz.”
Kendi karakterini kıskanan yazarlığına güldü içten içe. Karakteri ise yine sessizdi. Bir derdi olduğu belli. Bilge bu derdin ne olduğunu hatırladı. Öyle yalnızlık, kasabada konuşacak kimseyi bulamamak filan değil, Gurur’du derdi. Uğradığı ihaneti affedemeyen alelade bir kadın hikayesiydi bu. Bilge aylar evvel üzerinde çalıştığı hikayeyi nihayet hatırlamış olmanın verdiği rahatlıkla sordu. Bu kez ses tonu güvenli, ifadesi kendinden emindi.
“Gurur’a hala kızgın mısın, Filiz?”
Kadına ilk defa ismiyle seslenmiş, onun hakkında bildiklerini bir cümlede dile getirmiş, bir de üstüne nezaketi elden bırakıp ‘sen’ zamirine geçivermişti. Kadının bu durumdan hoşnut olmadığı belliydi. Tıpkı yazar Bilge Ersoy’la hikayesinde olması gerektiği gibi ani, sert, fevri çıkışıyla ayaklandı.
“Sakın” dedi, “sakın bu tekneden çıkmaya kalkma.”
Ve gitti. Öylece denizin ortasında kayboldu. Bilge’nin sorusuna cevap vermediği yetmezmiş gibi, o tuhaf notta yazanlara benzer bir uyarıda bulunmuştu. Mademki bu kadın alt tarafı bir öykünün karakteriydi, nasıl olur da yazarının iradesi dışında davranır, esip gürleyip çekip giderdi? Bu kadarı Bilge’ye bile fazlaydı. Bir görünüp bir kaybolan karakterinin varlığı da yokluğu da korkutmaya başlamıştı. ‘Deliriyorum, delireceğim, delirmemeliyim…’ şeklinde değişen delilik eksenli düşüncelerini sağaltmanın tek yolunun yazmak, daha çok, daha çok yazmak olduğunun bilincinde, yeniden kaleme sarıldı. Gurur’u anlatırken Gurur’un çıkıp geleceğinden emindi.
Bekledi.
Kafi sürenin sonunda gelen giden olmayınca gidip biraz kestirmeye karar verdi. Hava kararıyordu. İki sanrı arasında akşamı etmiş olmasına şaşırdı. Epitopu beş altı sayfaydı yazdığı. Bu kadar şeyi yazmak için iki saatini harcamış olsa… önünde arkasında iki saat düşünüp delirmemeye çalıştıysa… altı saatti hesapladığı, akşam olmaya yetmiyordu. Zaman algısının tamamen değiştiğini düşünmek bir nebze olsun rahatlattı. Hiç değilse şehirden uzaklaşmaya, yalnız kalmaya değmişti. Delirse de kendi isteğiyle delirmekti bu. Şehrin karmaşasında, istemediği işlerin, koşturmacaların arasında değil; kendi arzusuyla geldiği ve terk edip gidemediği teknede yalnızlıktan delirecekti. Yalnızlıktan veya yalnızlığına ortak olanlardan. Kestirmeye karar verip de poposunu kaldırana kadar Gurur kapıda belirdi. Sevinçle karşıladı yazmaya çalıştığı karakterini.
“Gel, ben de seni bekliyordum.”
Gelen kişi ise şaşkın, gülümsedi.
“Nasıl yani? Biliyor muydun geleceğimi?”
“Senden önce Filiz buradaydı… Geleceğini söyledi.”
Filiz’in ismini duyunca ifadesi değişti. Bilge, bu adamın dış görünüşü üzerine hiç kafa yormadığını fark etti. Uzun boylu, yapılı, kel bir adamdı ama bir anda, ışığın açısıyla şekli şemali değişiyordu sanki. Demek ki o neye karar verse onu görüyor, kesin karar vermediği durumlarda karakterinin özellikleri belirsizliğini koruyordu.
“Kel olman güzel. Ama karizmatik bir kellik olsun bu. Öyle saçı stresten dökülmüş değil de, kafayı kazıtıp havasını atan bir adamsın sen. Filiz gibi bir kadın arkandan gözyaşı döküyorsa hala… öyle olmalı herhalde.”
Gurur bu cümleleri duydu mu duymadı mı, emin değildi. Önemi de yoktu gerçi. Düşündükçe ve dillendirdikçe karşısındaki insan, tam arzu ettiği kıvama geldi. Kanlı canlı karakterine şöyle bir baktı da… Kendisiyle ‘gurur’ duydu. Karakterinin ismini de koyarken güzel bir fikir bulmuştu demek. Gurur ise kendi derdindeydi.
“Seneler oldu Filiz’i görmeyeli. Hala öfkeli mi bana?”
“Ben de bunu sordum ama cevap vermedi. Bilirsin, bazen cevapsızlık da bir cevap.”
“Evet. Haklısın.”
Kısa bir sessizliğin ardından ekledi.
“Bazense… sormazsın bile çünkü cevabını bilirsin. Senin buradan neden çıkamadığını sormaman gibi mesela.”
Bilge sinirlenmişti. Neydi canım böyle sabahtan beri! Herkes takmış bir ‘çıkamazsın, çıkmamalısın, çıkma!’
“Soracak bir şey yok. İstersem çıkarım.”
“Tabii. Çıkabilirsin ama çıkmasan daha iyi.”
“Neden ki?”
“Sordun. Sen de sordun. Demek ki aslında, cevaplar hiçbirimizde değil.”
Bilge, bu sefer sinirlenmeyi bile bıraktı. “Anlamıyorum” diye mırıldandı sadece. “Sanki başka bir dilde konuşuyorsunuz. Hepiniz. Sen, Filiz, notu yazıp giden arkadaş…”
“Moralset mi?”
“Moralset? Sen nereden biliyorsun ki?”
Gurur gülümsedi. “Yalnız değilsin” dedi, “senin gibi yazmaya çalışan, kendisini denizlere tutsak etmiş daha nice insan var.”
“Nerede? Nasıl?”
“Gerçekten görmek, bilmek istersen…”
“Tabii isterim. Hem gör bak, nasıl da çıkabilirim tekneden.”
Bilge çocuklaşmıştı sanki. Kendi kurduğu karaktere kendisini ispat etmeye çalışır gibiydi. Yaşlanıp çocuklaşan, çocuğunun çocuğuna dönen bir ebeveyn, tanrının yarattıklarının kafalarında kurduğu tanrının aslı gibi. Neydi aslı, neydi sureti? Gurur mu ondaydı, Bilge mi Gurur’da? Bilemedi.
Gurur önde, kendisi arkada, nihayet tekneden dışarıya çıktıklarında, o ilk adımda soluğunu tuttu Bilge. Bir şey olmadı.
“Oh be!”
Rüya görmüş olsa, şehrin ortasında uyansa şaşırmazdı. Gurur’un yazdığı romanın karakteri olduğunu öğrense, şaşırmaz. Her şeyin normalleştiği bir sınırdaydı. Hiçbir şey değişmiyor sanırken, her şeyin değiştiğininse bir türlü farkına varamıyordu.
Bir müddet konuşmadan yürüdüler. Gecenin ıssızlığı, sessizliği ve karanlığında, sadece rüzgarın bedenlerine yaydığı serinlik hissiyle huzur içinde, yavaş, yürüdüler.
Kıyı uzayıp gidiyordu. Bir balıkçı barınağı değil, devasa bir okyanusun kıyısıydı sanki. Belki de öyleydi. Sonunda vardıkları yerde bir başka tekne vardı. Kendi kaldığı kadar bakımsız, kendisininden ufak. Adımlarını attılar. Yine değişen bir şey yoktu. Sınır yoktu, gerçeklikle kurgu arasında ayrım yoktu, sanrılarla insanlar arasında… Bilge’nin düşüncelerini karşısındaki insan tamamladı:
“…ve harflerle semboller.”
Önünde duran kağıdı, okuyabilsin diye Bilge’nin önüne doğru uzattı.
B l e rsy’n ne e e ya a ıını ğğ –ti. O7. q__*%+, ……ğı
“B0__u& benim hayatım. +1<<<___…’’1ma=s ı~´?.”
Bilge Ersoy, anlamlı cümleleri seçebiliyordu. Sonuçta bunları yazan kendisiydi. Gurur ise tek kelimeyi okuyamıyordu. Karşılarındaki kişinin önünde açık duran defter, Bilge’ye göre Bilge’nin defteriydi. Gurur ise bunun Moralset’in işi olduğunu bildiği için kanmayacağını düşündü.
“Hepiniz aynı taraftasınız. Biliyorum. Sizinle nasıl anlaşacağımdan hiçbir zaman emin olamamıştım zaten. Ben gidiyorum.”
Tıpkı Filiz gibi yitti Gurur’un görüntüsü. Bilge’nin evrenine geçmişlerdi. Bilge ise arkalarından, noktalama işaretlerini toplaya toplaya gidecekken, teknenin sahibi onu durdurdu.
“Dur, gitme boşuna. Senin yerin burası. Yaklaş.”
Kağıdın üzerindeki harfler bilinmeyen bir dilin sembolleri miydi, yoksa bu dili yaratan teknenin sahibi mi, bilinmez; Bilge yavaş yavaş şekillerin kendisine dönüştüğüne, bedeninin kağıdın üzerine doğru aktığına, akıcılaştığına, artık bedensiz ve özgür olduğuna, istese de hiçbir yere kıpırdayamayacağına emin oldu. Bedeninden geriye kalan her neyse, orada, kağıdın üzerindeydi:
“Tekne evdir, ev senindir. Sakın ola dışarıda bir şey aramaya kalkma, mümkünse tekneden hiç çıkma. Yani… çıkmazsan senin için iyi olur. Sağlıcakla. Moralset.”
Teknenin sahibi kağıdın üzerindeki notu masanın üzerine bıraktı. Gün yeniden aydınlanırken, denizden fiizlenen kadın, kahvaltı hazırlamak için kimsenin dışarıya çıkmadığı binalardan birine doğru hareketlendi. Hayat, her gün olduğu gibi, kurgu avına çıkmıştı.
- Sineztezik - 1 Temmuz 2020
- İsimsiz - 1 Temmuz 2019
- Benlik - 15 Haziran 2018
- Öleyazarlar - 15 Haziran 2017
- Değişen Tür - 15 Haziran 2016
Merhaba,
Moralset / Teslarom 🙂 Kelime oyunu fikri güzel. Kurgu içinde kurgu fikri de öyle. Bunu oluşturmak zordur aslında ama siz üstesinden gelmişsiniz layıkıyla. Temayı başarılı kullanmışsınız. Öyküleme ve kurgu gayet güzeldi. Bir tek Bilge karakterini isminden dolayı uzun süre kız sandım, değilmiş 🙂
Genel itibariyle güzel bir öyküydü.
Kaleminize kuvvet.
Detaylı yorumlarınız için çok teşekkür ederim.
Yazmayı, yazarlık uğraşını, yazı yazmaya çalışan insanı kurgu içerisinde kullanmaktan hoşlanıyor, zaman zaman parodisini yapmaya çalışıyorum. Ubor metenga’yı veya Korkuyu Beklerken içerisindeki herhangi bir detayı doğrudan vermek yerine (Moralset öyle çıktı, sonra fonetik olarak da hoşuma gitti), hikayenin başıyla sonunu bağlayan nota gönderme yapmak ve hikayedeki bilinç akışını kendi öykümde karakterin karakterleri aracılığıyla vermek istemiştim. Bir de tabii temelde örgütün yarattığı paranoya hali ve bunun ancak bir yazarın zihninde hakkıyla somutlaşması fikrinden yola çıktım.
Yazarların yazarları eleştirisi ve yazdıklarımız üzerine sohbetlerimiz de bu fikrin paralelinde çok anlamlı geliyor o nedenle. Öyküleri okuyup yorum yazmaya zaman ayırdığınız için ayrıca teşekkürler ? sevgiler.
Detaylı yorumlarınız için çok teşekkür ederim.
Yazmayı, yazarlık uğraşını, yazı yazmaya çalışan insanı kurgu içerisinde kullanmaktan hoşlanıyor, zaman zaman parodisini yapmaya çalışıyorum. Ubor metenga’yı veya Korkuyu Beklerken içerisindeki herhangi bir detayı doğrudan vermek yerine (Moralset öyle çıktı, sonra fonetik olarak da hoşuma gitti), hikayenin başıyla sonunu bağlayan nota gönderme yapmak ve hikayedeki bilinç akışını kendi öykümde karakterin karakterleri aracılığıyla vermek istemiştim. Bir de tabii temelde örgütün yarattığı paranoya hali ve bunun ancak bir yazarın zihninde hakkıyla somutlaşması fikrinden yola çıktım.
Yazarların yazarları eleştirisi ve yazdıklarımız üzerine sohbetlerimiz de bu fikrin paralelinde çok anlamlı geliyor o nedenle. Öyküleri okuyup yorum yazmaya zaman ayırdığınız için ayrıca teşekkürler 😉 sevgiler.