Kar yüzünden hava hiç kararmamıştı. Kar aydınlığını bilirsiniz. Sabah oluyordu ve Kaf Dağı’nın ünlü ayazı bütün gücüyle yolcuyu olduğu yere mıhlamaya çalışıyordu. Yolcuysa kapüşonu yüzünde inatla yürüyordu. Kamburunu çıkarmış, başı önde ilerliyordu. Kendisine büyük gelen çoban abasının içindeydi. Gerçi çoban abaları kim giyse biraz büyük gelirler…
Toprak yol karla kaplıydı. Yol kenarında aralıklarla dizili çam ağaçları karla kaplıydı. Yolun alt tarafındaki ufak dere yatağı da donmuş ve karla kaplıydı. Yolcu kendi ayaklarının karda çıkardığı ritmik sesi, kendi soluğu ve bir de kalp atışları hariç hiçbir şey duymuyordu. Rüzgâr bile sessizce bekliyordu.
O, yani yolcu, bu yolu defalarca yürümüştü. Ayakları yolu ezbere biliyordu. Yürürken gözlerini kapatabilirdi. Ama yapamıyordu. Gözlerini her kapattığında gece vakti olanları görüyordu. Bağırışlar, yangın, anne ve babasının onu korurken ölümü…
Her yöne kilometrelerce uzanan beyaz fon ve sessizlik onu rahatlatıyordu. Bu tanıdık yolda yürümek onu rahatlatıyordu. Sadece nefes alıyor ve yürüyordu.
Gece vakti ufak çiftlik saldırıya uğramıştı. Ev, ahır, ağıl yanmıştı. Hatta artık, yıldızlar kadar uzak gelen bir zamanlar, yaz akşamları babasıyla annesinin oturdukları yan taraftaki küçük kamelya, kendilerine yetecek kadar domates yetiştirdikleri küçük bahçe yanmıştı.
Herkes öldürülmüştü. Her yan yakılmıştı. Canını kurtarmak için su kuyusuna saklanan bir kişi hariç…
Yolcu başını sallayarak bu görüntüyü aklından kovdu. Saklandığı için pişman değildi. Hayatta kalmak müthiş bir güdüydü. Ama… Ama yine de vicdan azabı çekiyordu. Herkes ölürken o saklanmıştı.
O yeniden başını kaldırıp ileriye baktı. Uzakta ilçe merkezinin olduğu tarafta tek bir duman sütunu yükseliyordu. Adımlarını hızlandırdı. Nefesi buharlar saçıyordu.
Yol ve donmuş dere adımlarına eşlik ediyordu. Ama dere bu hıza dayanamadı. Buzlar çatırdayıp kırıldı. Sular akmaya başladı. Sonunda ilçeye vardıklarında dere iyice coşmuş, on metre genişliğe ulaşarak ilçeyi sağ yanından kucaklayıp yoluna devam etmişti.
Güneş yükselip, duman bulutu zayıflarken yolcu ilçeye ulaştı. Burada yangın yoktu. Binalar sağlamdı. Duman sütunu ilçenin diğer ucundan yükseliyordu. Veba yüzünden ölenlerin yakıldığı yerden…
Etrafta kimse görünmüyordu. Kapılar kapalıydı. Çaldığı kapılar açılmadı. Penceresinde hareket gördüğü bir eve ise yaklaşmak istemedi. Herkes korkuyordu. Veba ilçe nüfusunun yarısından çoğunu almıştı. Hastalananlardan kurtulan pek olmuyordu.
Meydana açılan yolda nalbur ve kahvehane kapalıydı. Yolda bir çocuk gördü. Çocuk yanından geçerken, ona güvenli bir mesafede dursa da bakışları yolcunun ayaklarına takılmıştı. Yolcu ona aldırmadan yürüdü. Ama, şimdi adımlarının nasıl olduğunu fark etmişti. Nasıl daha önce göremediğine şaşırdı. Çıplak ayakları donmuş, kararmış ve hissizleşmişti. Adımları yeri süpürerek, sürünerek geçiyordu.
Meydana çıkan yolda yürüdü. Nalbur ve kapısı ardına kadar açık olmasına rağmen boş olan kahvehane kapalıydı. Meydandaki belediye binasının önünde saçı sakalı birbirine girmiş bir adam oturuyordu.
Yolcu nefes nefese kocaman açılmış gözlerle adama yaklaştı. Pek çok insanın yapmaya cüret edemeyeceği bir hareketti, çünkü veba havadan bile bulaşıyor gibiydi. Adam başını kaldırmadan dalgın dalgın konuştu.
“Bunları cadı yaptı,” dedi. “Felaketler veba… Her şey! Hepsini o yaptı! Gözünü dikip baktığı hayvanlar bile bir hafta yaşayamıyordu. Köyün delikanlısını elde edemeyince hepsini öldürdü. Herkesi efsunlayıp hasta etti.”
Alkol kokusunu alan yolcu burnunu buruşturdu. Bu adamı bir zamanlar tanıdığını zannederdi. Gücü her şeyi yapmaya yeten, karizmatik bir adam olduğunu düşündüğü, belediye başkanıydı bu. Şimdi enkaza dönmüştü.
“Neredeler?” diye sordu sertçe.
Adam başını kaldırdı. Gözlerini kısıp yolcunun kapüşonunun altını görmeye çalıştı. Yolcu başlığını indirdi. Bukle bukle saçları yüzünün iki yanına döküldü. Yüzü gözyaşlarıyla yol yol olmuş kızın gözlerinin altı yorgunluk ve uykusuzluk torbalarıyla şişmişti. Izdırap içindeki insanlara has bir şekilde gözleri ateş saçıyordu. Adamın gözleri fal taşı gibi açıldı.
“Neredeler?” diye tekrarladı.
Sonunda belediye başkanını orada bırakıp yürümeye devam ederken başlığını yeniden kapattı.
Dumanların kaynağına ulaştı: Cenaze ateşine…
Gece ölen vebalıların cenazeleri toplu halde yakılmıştı. Köyün din adamının cesedi de yananlar arasındaydı.
On beş yirmi kişi ellerinde orak, yaba ve tırpanlarla ateşin külleri başında nöbet tutuyorlardı ki, cadı ölülerini diriltip onlara karşı kullanamasın.
Kız kenarda çömelmiş duran nalburun karısına yanaştı. Kadının gözpınarları kurumuş gibiydi.
“Toprağı kazamadılar,” dedi kadın. “Buz tutmuş. Kazma işlemiyor. Kutsal adam cenazelerin yakılmasını kabul etmezdi, ama şimdi kendi yanıyor ateşin içinde. Vebadan ölenler dışarıda bırakılmaz. Nasıl ölse, yine dışarıda bırakılmaz, ama vebalı hiç bırakılmaz. Lanet olsun o cadıya! Yazın kuraklık neyse ne, ama kışın veba! Olacak şey mi? Ne ettik biz o orospuya da başımıza böyle bir lanet verdi? Onun yüzünden! Emzikli kadınlar sütten kesildi. Ekinler tutmadı. Çerçiler yöremize uğramaz oldu. Gençler bizi bırakıp göçtü hep onun kem gözleri yüzünden…”
Sonra kıza döndü, bir şey daha söylemek için ağzını açtı, ama kızın alevli gözleriyle karşılaşınca sözleri çığlığa dönüştü.
“Cadı!”
Herkes kıza döndü. Kız sakince başlığını indirdi. Narin omuzlarını hareket ettirerek çoban abasını yere bıraktı. Çıplak kaldı. Güzel bir kızdı. Çoğu insanın ölüm anında görebileceğinden daha iyi bir manzaraydı.
Kızın gülümsemesi çelik gibi gözlerine ulaşamıyordu. O gülümserken cenaze ateşi meydanından çığlıklar yükseldi. Közlenmiş ateş yeniden alevlendi, ama hava karardı.
* * *
“Çabuk!” dedi babası “Kızı sakla.” Dışarıdan sesler geliyordu. Bağırışlar, küfürler, naralar! Hep aynı şeyi söylüyorlardı.
Cadıyı verin bize!
Onun yüzünden vebadan kırılıyoruz.
Orospu yaşadıkça bize rahat yok!
Çıkın dışarı!
Bu hastalıklar bitsin artık!
Annesi kızın bileğinden tutup sürükleyerek arka kapıya götürdü.
“Anne ben bir şey yapmadım,” derken gözlerinden yaşlar akıyordu kızın. “Ben cadı değilim. Hep o başkanın oğlunun yalanları! Saldırdı bana! Elini bıçakladım.”
Aceleyle dışarı çıktılar. Annesi konuşmadan onu elma ağaçlarının arasından geçirdi. Su kuyusuna vardılar. Saklanacak bir yer yoktu.
“Gir kuyuya!”
Annesi kızının alnını son defa öptü. “Burada saklan kızım,” dedi. “Yobaz pislikler gidince seni çıkarırız.” Kızı kuyuya indirdi.
Kız kuyunun dibinden olan biteni dinledikçe korkusu artıyordu. Ya biri kuyuya bakarsa diye düşündü. Buradan nasıl kaçabilirim. Üstüme taş atarlarsa, nasıl kurtulurum?
Cadıyı verin!
O ölürse veba bitecek!
Kız korkuyla kuyunun dibinde beklerken gökyüzündeki Hilal Ayı gördü. Anneannesinden duymuştu Hilal Ay’ın marifetlerini. “Gerçekten yardıma ihtiyacın olduğunda ona dua et,” demişti yaşlı kadın. “Seni kurtaracaktır, her türlü musibetten.”
“Lütfen beni bulamasınlar,” diye fısıldadı Hilal Ay’a bu durumun bir musibet sayılacağını umarak. “Lütfen beni bulamasınlar” diye tekrar tekrar fısıldadı, dua eder gibi.
Nerede o kaltak! Ses çok yakından gelmişti.
“Yeter!” diye bağırdı babası.
“Lütfen beni bulamasınlar!” diye fısıldıyordu kız.
“Gidin buradan! Ahh!” Babası acıyla haykırdı.
Yukarıdaki sesler bir an kesildi. Annesinin feryatları başladı. Kocasının öldürüldüğünü ilan ediyordu.
Ya ne olacaktı! Dedi köylülerden biri, Cadı kızının yerini söylemezsen sen de öleceksin.
Kuyunun tepesinde Hilal Ay daha da parıldadı. Kız sessiz gözyaşları döküyordu. Biri göründü tepede. Sonra bir kişi daha… Köylüler ayın yoğun parıltısıyla aydınlanan kuyunun dibine baktılar dikkatle. Üç metre aşağıda suyun içine çömelmiş, ağlıyordu kız.
Görmediler.
Kuyu boş dediler.
Şaşkınlıkla, gökte parlayan Hilal Ay’a baktı kız. Dualarını kabul etmişti.
Sonra annesinin çığlıkları yükseldi. Onu da öldürmüşlerdi.
Her yeri yakın. Saklanıyorsa ortaya çıkar! Etraftaysa saklanacak yeri kalmaz.
Sonra her yeri yaktılar. Ama onu bulamadılar. Sonra da geldikleri yere geri döndüler.
Kız kuyunun dibinde yine Hilal Ay’a dua etti.
“Canımı kurtardın Hilal Ay’ım. Canım ayım. Ama, anamı babamı katlettiler. Evimi yaktılar. Şimdi bana yine yardım et. İntikam mı adalet mi bilmem. Yardım et bana. Güç ver.”
Hilal Ay soğukça parladı ve kız zihninde Hilal Ay’ın sesini duydu. Ne yapması gerektiğini ona fısıldıyordu.
Kız kuyudan çıktı. Üzerindeki ıslak kıyafetleri çıkardı. Babasının cesedinden çoban abasını aldı. Abadaki kan Hilal Ay parıldarken yok oldu.
Kız… artık Cadı Kız çoban abasını sırtına geçirdi. Hilal Ay’ın gücüyle dolduğunu hissederek köylülerin geldiği yöne ilçeye doğru yürüdü.
* * *
Sağ kalan birkaç kişi sadece alev alev yanan gözlerden bahsettiler. Kızın kahkahalar attığını, ama yine de hıçkırarak ağladığını da duyduklarına yeminler ettiler.
Veba için suçladıkları kızın ailesini katleden köylülerden geriye bir avuç kül kaldı. Cadı kızı bir daha gören olmadı, ama hayaletinin soğuk sabahlarda, artık adına Cadı Meydanı denen katliam alanında görüldüğü rivayet edildi.
Ne zaman, köyün kızlarına yan bakan birinin başına bir iş gelse, cadı kız yaptı demek de adet oldu.
SON
Merhaba,
Sonlara doğru sanki anlatım biraz zayıflamış gibi olsa da bence oldukça başarılı bir öyküydü. Duygu durumlarını güzel anlatmışsınız. Betimlemeler yerindeydi. Eh, biraz daha fazla olsa hayır demezdim… Toplumların cahilliklerini ele alırken güzel bir noktaya değinmişsiniz. Bazen değişmeyen tek şey; bu örümcek ağlarıyla süslü bakış açılarıdır. Temayı kullanım şeklinizi başarılı buldum. Kaleminize sağlık. Kendinize iyi bakınız.
Merhaba Mai. Yorumun ve güzel tespitlerin için çok teşekkür ederim. Betimlemeler benim en zayıf olduğum alan olabilir. Geliştirmeye çalışıyorum. Hareket halindeki organize cehalet en sevmediğim şey… Yeni hikayelerde görüşmek üzere. Şafak Ç.
Merhaba,
Seçkiye hoş geldiniz.
Cadıyı merkeze koyarak anlatmışsınız öyküyü; farklılık olmuş. Öykünün başına daha fazla özen gösterilmiş geldi bana gelişme ve sona nazaran. Anlatım biraz süslense etki daha çok artabilirdi fikrimce.
Kaleminize sağlık.
Merhaba Şafak.
Güzel bir öykü kaleme almışsın. Ellerine sağlık.Konuyu, cadıyı, sonuçları iyi işlemişsin. Bir okur olarak nacizane şunu söyleyebilirim:
Çok fazla kısa cümle kullanmışsın. Bu beni rahatsız etti. Genelde, bir kovalamaca,yangın,cinayet anı yani heyecan, korku, gibi temponun yüksek olması gereken yerlerde kullanılması gereken bir şeyi daha öykünün başından sonuna kadar bize sunmuşsun. Çok didaktik geldi bana. Bu da sevgili ozbabur’un dediği noktaya yani anlatımın süslenmesine çıkarıyor bizi. Doğrusu budur demiyorum, sadece öykünün bende yarattığı etki bu 🙂 Belki de tarzın budur ve ben yadırgıyorumdur. 🙂
Görüşmek dileğiyle.
Merhabalar. Güzel bir öyküydü, metin de gayet düzenliydi, okurken beni duraksatmadı. Kuyu sahnesi daha etkili olabir miydi bilemiyorum. Konu işleniş giriş gayet başarılı, yukarıdaki yorumlar da diğer kısımlara dikkat çekmiş. Katılıyorum çoğuna. Ellerinize kaleminize sağlık diyerek gelecek seçkilere de katılmanız dileğiyle.
Merhaba arkadaşlar,
Hepinize teşekkür ederim hikayemi okuduğunuz ve yorumladığınız için.
Ozbabur, (Öznur?) cadıyı merkeze aldım, ama alırken de düşündüm, acaba format dışına mı çıkıyorum diye. Yine de böylesi daha doğru geldi. Yayınlanmazsa da ben yazmış olurum diye düşündüm. 🙂
Umut, Mükremin Çıtır derki: “Kısa cümleler, uzun bir hayat,” Olayları cadının gözünden görebilmemiz için, o şok halini yansıtsın diye böyle yaptım, ama genel olarak da uzun cümleleri sevmem. (İşte bu uzun bir cümle oldu.)
Osman, ben de sana katılıyorum. Sonlara doğru biraz yuvarlanmış gitmiş öykü. Hikayeyi başa alınca, sonu unutulmasın diye sanırım çabuk çabuk ilerlettim.
Bir dahaki sefere size daha süslü ve daha ayrıntılı betimlenmiş bir öykü sözü veriyorum. Ama, bir dahakine dediysem 100. sayı değil, 101. Ve en kısa zamanda ben de sizin hikayeleri okumazsam kendimi borçlu hissederim. Sıkı durun.
Kaleminize sağlık.
Teşekkürler. Bu hikayeyi gerçekten de kalem kağıtla yazmıştım. 🙂