“Şşşşşttttt… Ses çıkarma bizi bulacak yoksa,” dedim kendime.
Elimdeki küçük, kahverengi, tüyleri yıkanmaktan yıpranmış, siyah düğme gözleri olan oyuncak ayımı ağzıma iyice bastırmış abimin beni saklandığım yerde bulmasını bekliyordum. Tam beni bulacakken gene öksürük krizine yakalanmıştı. Mavi sandığın arkasından çıktım ve koşarak abimin yanına gittim. Yerde kıvranıyordu. Annem abimin yanına geldi ve yerden kaldırarak yatağına yatırdı. Artık ailemizden biri gibi olan doktoru aradı ve acil olarak gelmesini istedi.
Babam ve annem yatağın başında doktorun söylediklerini dikkatlice dinliyorlar ve hiçbir şey söylemiyorlardı.
Günler, aylar, yıllar geçti. Abim gibi bende büyümüştüm, hatta o benden daha küçük kalmıştı. Rengi hep sarıydı ve saçları yoktu. Uzun zamandır saklambaç oynamıyorduk. Okuldan eve geldiğimde ilk işim abimin odasına uğramak oluyordu. Şanslıysam uyanık yakalıyor ve o gün okulda başımdan geçenleri anlatıyordum. Bazı zamanlarda matematik çalışıyorduk.
Annem hep yorgun, babam ise hep meşguldü. Abim hep uyuyor, bense hep yalnızdım. Okumayı iyice ilerletince abime kitap okumaya başladım. Genellikle 10-15 sayfadan sonra uyuyakalıyordu. Çok zayıflamıştı. Yemek yiyemiyor çoğunlukla serum takılmak zorunda kalınıyordu.
Kendime itiraf etmekten çekiniyordum, ama abim ölüyordu ve günlerim aynı monotonlukla devam ediyordu.
Yağmur, sanki bir daha hiç gelmeyecekmiş gibi toprağa saldırıyordu. Bana da saldırmasından korktuğumdan evden çıkmadım. Camın arkasından eve hücum eden siyah giyimli kalabalığa bakıyordum. (Siyah: Gücü, özgüveni, disiplini ve kudreti simgeler. Bunun yanı sıra, siyah özellikle ölümün ve matemin rengidir, tarih boyunca ölüm korkusunu simgelemiştir). Ne garip bir çelişkiydi, siyah hem güç hem korkuyu simgeliyordu. Gülmek geldi içimden, ama uygun olmazdı.
Tüm cesaretimi toplayıp anneme, “Abim nerede?” diye sordum. Annem, “Yukarıda, yıldızlarla beraber,” dedi. Demek yıldızların arasına karışmak için topraktan çıkması gerekiyordu. Herkesin önünde yapamayacağı için de bizim oradan ayrılmamızı beklemişti. Annemden bir teleskop almasını istedim. Abimin topraktan çıkıp yıldızların arasına karıştığını izleyebilirdim belki.
Günlerce hiç konuşmadık, hiç ağlamadık. Okul devam ediyordu ve her zamanki gibi abimin odasına gidiyor, kitap okumaya devam ediyordum.
Büyüdüm. Acılar azaldı. Hedefimi koymuştum ‘astronot’ olacaktım. Üniversite yıllarım hayatımın en güzel yıllarıydı. Güzel kızlarla birlikte oldum, okulda popüler bir öğrenciydim. Ailemin yanına ilk yıllarda olduğu gibi sık gitmiyordum ama sık sık telefonlaşıyorduk. Abimden hiç bahsetmiyorduk ama çok özlüyordum. Yıllar geçti. Mezun oldum.
“Fırlatmaya hazır. 10. 9. 8. 7. 6. 5. 4. 3. 2. 1…” Veee sonsuzluk… Simsiyah bir boşluk içinde parlayan noktalar… Mükemmellik… Ölümsüzlük…
“Ne zamandır böyle?”
“Bilmiyorum, sanırım 2 saat oldu.”
“Son zamanlarda bir gariplik farketmiş miydiniz?”
“Hayır. Sadece, şeyden sonra… bilgisayar oyunlarında çok zaman geçirmeye başlamıştı.”
“Hangi oyunlar? Hiç incelediniz mi?”
“Second Life isimli oyun dikkatimi çekti.”
Hatırlıyorum.
“Şşşşştttt… Ses çıkarma bizi bulacak yoksa,” dedi, babamın çalışma odasındaki masanın çekmecesini açmaya çalışırken. “Ses çıkarırsan yakalanırız ve sobe oluruz. O zaman her şey biter, mahvoluruz”. Kolunun altına başımı iyice bastırdı. Haklıydı yakalanmamalıydık. Yoksa, bir hafta televizyon izleme cezası alabilirdik. Abim, o çekmecede hazine olabileceğini söylemişti. Hazine sonunda bizim olacaktı. Gözümü açtığımda hastanedeydim ve kıpırdayamıyordum. Doktorların söylediğine göre, başımı öyle bir bastırmıştı ki nefes alamamıştım ve beynime bir süre oksijen gitmemişti. Artık, sadece gözlerimi kıpırdatabiliyor ve gözlerimi hareket ettirerek bilgisayara komut vererek yaşıyordum. Abim, her gün odama gelip kitap okuyordu. Vicdan azabını bu şekilde bastırmaya çalışıyordu. Sonrasında ağlayarak ne kadar üzgün olduğundan bahsediyor ve odadan çıkıyordu. Bir gün elinde bir poşetle telaşlı bir halde odaya girdi. Yüzünde kocaman bir gülümseme vardı. Yatağı pencereye iyice yaklaştırdı. Poşetinden büyük bir teleskop çıkardı. Beni yatağımda yarı oturtarak arkama yaslandı ve gözümü teleskopa yaklaştırdı. Kulağıma, “Bak şu yıldızları görüyor musun? Bir gün beni bulmak istersen orada olacağım.” Ertesi gün, öğle uykumdan telefonun acı sesiyle uyandım. Sonrasında, annemin çığlığını duydum. Sonraki 3 gün boyunca evin içinde kalabalık ve ağlama sesleri eksilmedi. Babam, abimin bir arabanın altında kaldığını ve o anda öldüğünü söyledi. Beni bu duruma getirdiği için hep nefret etmiştim abimden ve ölmesini istemiştim. Ağladım sanırım.
“Hanımefendi, oğlunuz içinde bulunduğu durumdan dolayı savunma mekanizması olarak yadsıma’yı kullanıyor. Bu da yaşayamadığı şeyleri bilgisayar oyunlarıyla yaşamasına sebep oluyor. Second Life’da bulunduğu yaşamdan memnun olmayıp başka bir hayat yaşamak isteyenlerin tercih ettiği bir oyun. Oğlunuz, şu anda başka bir yaşamda.”
Yüzümde, büyük ihtimalle kocaaamaannnn bir gülümse vardı. Çocukken hayalini kurduğum yıldızlara, astronot olarak kavuşmuştum. Annemin dediği gibi yıldızların arasında olmalıydı abim. Avazım çıktığı kadar bağırdım:
“Abiiiii, neredesin sobelenmeye geldimmm.”
“Abiiii… Sobeeeee…”
Merhaba,
Önce Merve Türker’in öyküsünü okudum, şimdi de Saklambaç. Seçkide okuduğum ilk iki öykü de temaya farklı bir bakış açısı sunmuş oldu böylece. Elinize sağlık. Güzel bir metin çıkarmışsınız ortaya. Anlamakta güçlük çektiğim yerler olmadı dersem yalan olur. Kurguyu oturtmak anlamında; bazı kısımların öykünün genel çerçevesi içerisindeki yerlerini bulurken zorlandım. Ama başardığımı sanıyorum. Tekrar elinize sağlık.
Gelecek seçkilerde görüşmek üzere.
Cem Bey merhaba,
Görüşleriniz için çok teşekkür ederim.
Görüşmek üzere.