on yedinci yüzyıl, istanbul
Günün ağarmasına henüz birkaç saat varken, batı göğü hala gecenin tekinsiz lacivertliğiyle karanlıktı; doğu göğü ise güneşin ufukta belirişinin hemen öncesinin belirtisi olan açık mavi, turuncu ve sarı renklere bürünmüştü. Kendini karanlığın ürkütücülüğüne gizlemiş olan bir adam, Galata’nın tepesinde, kenardan ayaklarını sarkıtmış, oturuyordu. Altında ve önünde duran şehir ve denizin sakin suları, kendini sarayı olmayan bir kral gibi hissetmesini sağlıyordu nedense. Sanki buranın sahibi Haliç’in karşısında tüm ihtişamıyla yükselen Topkapı’daki padişah değil de, kendisiydi. Kendini beğenmişliği ve kendini anın büyüsüne kaptırışı her daim başına bela olmuştu zaten. Hem şimdiki hayatında, hem de önceki hayatında.
iki bin üç yüz yıl önce, girit
Girit’in en yüksek kulesinde esir tutulan mucit ve oğlu güneşin yakıcı sıcağının ve kuşların kanatlarının altında, umutsuzca uzaktaki adaların ve özgürlüğün özlemini çekerken, mucidin zihninin derin köşelerinde akıllara sığmaz bir fikir belirdi. Oğluna hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı ve kulenin kenarına konan kuşlardan birini yakalayarak önce kanatlarından birini, sonra ötekini kırdı ve kuşun canına kıydı. Kendi özgürlükleri için, halihazırda özgür olan masum bir canlının yaşamına son vermek kalbinin bir yerini sızlatmış olsa dahi, insanın bencilliği burada devreye giriyordu işte. İnsanların en büyük kusurları, kusursuz olmamalarıydı; kaldı ki tanrıların dahi kusurları vardı. Ama mucit, onları kınayacak kadar aptal bir korkusuz olmamıştı hiçbir zaman. Oğlunun şaşkın bakışları altında kuşun tüylerini yolmaya başladı.
Aradan günler geçti; mucit, icadı için yeteri kadar kuş öldürüp, yeteri kadar tüy yolmuş olduğuna karar verdiğinde gecenin çökmesini ve muhafızların gelip, mumları yakmasını bekledi. Muhafızlar kuleden ayrıldığında, eriyen mumları, tüyleri birbirine tutturmak için kullandı. Oğlan, babasının ne yaptığını o zaman anladı. Sabaha kadar çalışan mucit, işini bitirdiğinde iki çift kanat elde etmişti. Güneş tepelerinde yükselirken, mucit, oğluna anlattı. Uçacaklardı ancak fazla yükselirlerse güneş, kanatları birbirine yapıştıran mumu eritecek ve tüyler dağılacak; fazla alçak uçarlarsa deniz, tüyleri ıslatacak ve ağırlaştıracak, kanat çırpmalarını engelleyecek, mucit ve oğlu da denize düşecekti. Oğlan, babasının önerisini dinledi ve anladı.
İkili, kuleden kendilerini bıraktıklarında ve kanatlarını çırpmaya başladıklarında, daha önce hiçbir insanın yapamadığını başardıklarını biliyorlardı. Lebynthos’un üzerinden uçarak Samos’u ve daha sonra da Delos’u geçtiler. Fakat uçuyor olmanın heyecanına kendini kaptıran oğlan kendini bir tanrı gibi hissediyordu. Rüzgarı yüzünde, kollarıyla sahte kanatlarının arasında, dilinin ucunda hissettikçe daha da yükseldi. Güneşe fazla yaklaştığında tüyleri tutan mum erimeye başladı ve birer birer denize döküldüler. Kanatlarının artık olmadığını fark eden oğlan, bir anda kendini havada boşa çırpınırken buldu ve düşmeye başladı. Hızla alçalmaya devam ederken, panik içinde babasını aradı ancak onu hiçbir yerde göremedi. Düşmek de uçmak kadar heyecan verici, diye düşündü kendi kendine. Ama düşüş, yükselişten daha hızlı.
on yedinci yüzyıl, istanbul
Artık aynı kişi olmadığını kendi de gayet iyi biliyordu. O, kendini tanrı zanneden bir ahmak değildi artık; tek inancı Allah’a idi. Yalnızca uçma zevkini bu hayatında bir kez olsun yaşamak isteyen bir ahmaktı. Gün çoktan aydınlanmıştı ve şehir uyanmaya başlamıştı. Onun şehri. Bir kez havada süzülürse şehir, diyar, dünya onun ayaklarının altına serilmiş olacaktı. Sakince ayağa kalktı ve yerde duran kanat takımını sırtına geçirdi. Güneybatıdan esen rüzgâr tam istediği gibiydi. Adam, geçmiş yaşamının pişmanlıklarıyla ve şimdiki yaşamının kendini beğenmişliğiyle kollarını iki yana açarak kendini kuleden aşağı bıraktı.
Sevgili Can,
Tahlil… Analiz… Çözümleme… Sözlüğe bakarsan bunların anlamı aynı. Ancak bir yazar için -şahsen benim için- aralarındaki nüans farklılıkları, onları bambaşka yerlere koyuyor. Yazarken, kurguyu çözümlüyoruz, konuyu analiz ediyoruz ve karakterin ruh durumunu tahlil ediyoruz. Hazerfen’in hep son anını nasıl yaşadığını hayal etmişliğim vardır. Şuan biliyorum. TAÇ’landırdığın için teşekkürler.
Kısa, etkili ve fazlalıkları olmayan temiz bir öyküydü. Bazen yazması en zoru da böylesi oluyor.
Eline ve düş gücüne sağlık.
Sevgiler
Dipsiz