Tanrım, şu lanet baş ağrısı… Yine feci şekilde zonklatıyor beynimin içini. Bugün de göremeyeceğim lanet olası güneş doğarken, onca param olmasına rağmen, yine şatomda kısılı kalacağım. Ta ki, ancak fotoğraflarda görebildiğim, alev topu dağların ardında kaybolana kadar…
Evet, zenginim, buraların en zengini… Soyumun asırlardır süren “yalnızlık nöbeti”nde sıra bende. Ama belki de tüm Donharuan soyunun en yalnızıyım ben. Annem ve babam bu dünyadan göçtüğünden beri tek yapabildiğim güneş batsaya kadar kitap okumak. Tabii açık havada, güneşin canlandırdığı doğayı soluyarak değil; aksine bu lanet yerin karanlığında narin vücuduma zarar vermesi muhtemel olan her şeyden kaçınarak –etkisi azaltılmış- ufak bir gaz lambasıyla okumak. Sabahları yapabildiğim tek şey bu doğduğumdan beri. Güneş battığındaysa soluklanmak için amaçsızca dolaşmak ara sokakların karanlığında… Tüm bu saydıklarım kötü şeyler elbet. Yalnız bir şeyden kötü değiller. Kanlı diş etlerini fark eden insanların seni taşlarla sopalarla kovalamasından bahsediyorum.
“Kutanöz Porfiria” hastalığım nedeniyle tüm bu çaresizliğim. Hani vampirlere ithaf edilen, ışığa ve sarımsağa aşırı duyarlılığa sebep olan enzim bozukluğu. Işık gören deriden kanlar ve şeffaf kabarcıklar fışkırıyor bu hastalıkta. Çaresiyse yok henüz. Okuduğum onca bilimsel kitaba rağmen hala çaresini öğrenemedim. Ve büyük ihtimal bana nasip olmayacak bunu bulmak. Yine de deneyeceğim. İnadına…
“Tak! Tak! Tak!” Biri kapıyı tıklatıyor. Bana her ay yeni kitaplardan getiren cılız çocuk olmalı… Doğru, bugün gelecekti. Bu kadar “erken” değildi, ayrı konu. Beni adam yerine koyan, benden korkmayan tek kişi o. Kafalarından uydurdukları hurafelere inanacak kadar korkak kasabalılardan farkı paraya ihtiyacı olması. Hasta babasına ilaç alabilmek için okumayı bırakıp, çalışacak kadar dirayetli. İlk başlarda babasını tedavi ettirmeyi düşünsem de bir daha benim yüzümü görmek istemeyebileceği için bundan vazgeçmiştim. Süreci uzatmak adına ondan bana yeni çıkmış tüm kitapları getirmesini istemiş bunun karşılığında da para vaat etmiştim.
“Tak! Tak! Tak!” Düşünmeye daldım, kapıyı unuttum. Kapının yanına gidip soruyorum: “Kim o?” Karşıdan gelen yanıt beklediğim gibi: “Bay Donharuan, benim: Raggy. Kitaplarınızı getirdim.”
“Pekala, anahtarı kapının aralığından atacağım. Ama beş dakika sonra aç. Ben salonda seni bekliyor olacağım.” diyerek anahtarı kapının aralığından atıyorum dışarıya. Ardından koridora doğru birkaç adım atmaya başlıyorum ki kapı büyük bir ışık huzmesini de beraberinde getirerek açılıveriyor. Adımlarımı hızlandırıyorum. Neden beş dakika beklemediğini güvende olduğumda soracağım ona.
Soluğu artık fazlaca eskimiş koltuğumda alıyorum. Gözlerimi kapıya dikip bekliyorum kitaplarımı. O da beni fazla bekletmek istemiyormuş gibi görünüyor kapıda. Kitap namına hiçbir şey yok ellerinde. Bakışlarında her zamankinden farklı, kindar bir hava seziyorum. Yumruk yaptığı küçük elleriyle beni gösteriyor ve diyor ki: “Babam… Babam öldü bugün.” “Başın sağ olsun” demeye yelteniyorum. Ama gözlerime sabitlediği vahşi gözlerinden boşanan yaşları görünce vazgeçiyorum. Devam ediyor konuşmaya: “Onu sen… sen öldürdün.”
Hiçbir şey anlamıyorum dediklerinden. Yine de soruyorum meraklı meraklı: “Nasıl yani? Ben mi öldürdüm?”
“Bilmemezlikten gelme.” diyor bilmiş bir edayla: “Babamın boynundaki diş izlerini gördüm. Bu yakınlarda senden başka vampir mi var?” Donakalıyorum. Daha önce hastalığımı anlattığım bu çocuk, karşımda dikilmiş, tıpkı kasabalılar gibi cahilce konuşuyor. Yanıtlamamı, kendimi savunmamı beklemeden bağırmaya başlıyor: “Sen, cehennemden fırlamışın tekisin.” Şimdi de yere kapanıp ağlıyor. Babasını kaybetmenin burukluğuyla saçmalıyor bunları belli ki. Şefkatle dokunuyorum Raggy’nin omzuna. Dokunduğum andaysa salon kapısının girişinden biri sesleniyor: “Bırak onu piç kurusu!” O an anlıyorum Raggy’nin belki de beni öldürmek üzere kasabadan birileriyle geldiğini şatoma.
Şaşkınlığımdan faydalanarak üzerime atılıyor az önce küfürü basan adam bir elinde tahta bir kazık, diğer elinde bir çekiçle birlikte. Elindeki kazığı kalbime saplamayı arzuladığı gözlerinden okunuyor. Ama benim yana çekileceğimi hesap edemeyecek kadar akılsızca bir hamle yaptığından habersiz, kendini yere kapaklanmış buluveriyor. Düşmanım birkaç kemiği incindiğinden –ya da kırıldığından – olacak; hareket edemiyor. Tehlike geçmiş değil henüz. Zira kapının girişini tutmuş kasabalılar ellerinde kazıklarla bugünün son günüm olduğunu ilan edercesine gülümsüyorlar.
Bu zevki onlara yaşatmamalıyım, beni öldürememeliler. Az sonra öleceksem bile onlar yapamamalılar bunu… Yüzüm onlara dönük geri geri seğirtiyorum pencereye doğru. Yüzyıllar boyu kapalı kalmış tahta panjurların paslı sürgülerini itiyorum usulca. Anlamsızca izliyorlar ne yapmaya çalıştığımı. Neden sonra içlerinden biri üzerime atılmaya yelteniyor ve o sırada açmayı başarıyorum kapakları. Deli gibi fırlıyorum özgürlüğüme. Üzerime atılanın duvara çarpmasını görmek az sonra güneş ışıkları yüzünden kesinkes öleceğini bilen biri için fazlasıyla keyif verici.
Vay canına! Her yanımdan kanlar, mor-şeffaf sıvılar fışkırıyor, diş etim çekiliyor, suya atılan haplar gibi saniyeler içinde eriyorum. Ağır bir kan kokusu kaplıyor ciğerlerimi. Neyse ki uzun sürmeyecek duyduğum acı. Öyle görünüyor en azından…
Sanki celladım “Son sözünü söyle.” deyip, bir şans veriyor bana. Öyle hissediyorum ki ağzımdan dökülecek son kelimelerle birlikte tüm acı bitecek. Bu düşünce huzur –hatta mutluluk- veriyor bana. Bağıra bağıra gülüyorum, çığlık çığlığa kahkahalar atıyorum son söz niyetine. Yere büsbütün düşmeden önce pencereler arkasında gördüğüm şaşkın gözler içimi eritiyor. Attığım her kahkaha biraz da güneşi görmeden geçirmiş olduğum zamana inat kurtuluyor, içlerinde kandan nehirler peydah olmuş dudaklarımdan. Ve hayat saatimin kumları zeminle buluşuyor sonunda; cellat indiriyor güneşten yapılmış giyotini boynuma. Tek hamlede tüm acılar siliniyor benliğimden, uçar adım varıyorum güneşe. Güneşe karışıp, yansıyorum her gündoğumunda yeryüzüne…
- Kıyımın Nedeni - 15 Ekim 2013
- Büyücünün Mezarı - 10 Ağustos 2011
- Kanlı Şato - 6 Haziran 2011
Sevgili Mustafa, birkaç kural hatası birkaç da kelime hatasıyla karşılaşmama karşın öykünü keyifle okudum. “Daha uzun olsa,” demedim değil, ama o da aldığım keyfi uzatmak istediğimden, yoksa öykün başlangıcı ve bitişiyle her şeyi gerektiğince anlatıyor, eksiklik hissi oluşmuyor.
Bu öykü sadece “cellat indiriyor güneşten yapılmış giyotini boynuma” benzetmesiyle bile kaliteli olduğunu ortaya koyuyor, tabii sen de iyi yazarlık yolunda gereken hamura sahip olduğunu kanıtlıyorsun.
Zaman kullanımında aksaklık var biraz, ama yazma pratiği yaptıkça üstesinden geleceğin bir şey bu.
Yazmayı sakın ama sakın bırakma. Belli ki yazar kumaşına fazlasıyla sahipsin sen.
Sevgili Aşkın Abi,
Öykümü okuyup, bir de yorum yaptığınız için size çok teşekkür ederim, öncelikle. Tavsiyelerinize kulak verip, kelime-kural-zaman hataları yapmamak için daha fazla yazı yazmaya gayret edeceğim. Ki tüm bunlardan önce, yorumunuzla verdiğiniz moral bile oldukça teşvik edici yazmam için. 🙂 En iyisi şimdiden gidip, yeni bir şeyler karalamaya başlayayım.
Bence de o karalama işlerini asla aksatmamalısın sevgili Mustafa. Kültürel Güncel’de süren olağanüstü röportajlarını da tabii. Yazıyla ilgili her alanda lazımsın bize 🙂
Dostlukla…
Selamlar;
Öncelikle hoş geldiniz, sefalar getirdiniz. Sizi burada görmek büyük mutluluk…
Hikayenizi okurken gerçekten keyif aldığımı belirtmek isterim. Hatta tıpkı Aşkın ağabeyin dediği gibi “keşke biraz daha uzun olsaymış.” dedim ben de, tamamen aynı nedenlerden dolayı.
Ufak tefek hatalar var elbette fakat onlar da zamanla ve pratikle üstesinden gelinebilecek şeyler.
Kaleminize sağlık…
@Aşkın Güngör
Çok sağolun. 🙂 Bu arada bilmem gördünüz mü, çizgi roman hakkında iki yeni röportaj yayında.
@mit
Sıcak karşılama ve yorum için çok teşekkürler. Sizin kadar iyi olmasa da bir şeyler yazmaya çalışıyorum işte. 🙂