Belle Epoch… Güzel Çağ. Asrın sonu. Garp medeniyeti kendisini zapt eden, arzularına mani olan köhne ahlak kurallarını, cemiyet adabını, bir yosmanın menekşe esanslı korsesini çıkarıp atması gibi atıyor üstünden. Geriye ay ışığında kucaklanmayı bekleyen pürüzsüz fildişi bir beden kalıyor. Kuralsızlığın aç gövdesi. Günahın kıvrımları ve kuytuları.
Garplı olmayanlar da şayet başarabilirlerse, ucundan bucağından katılmaya çalışıyor bu yoz ziyafete, dünyevi zevklerin bahçesine. Misal: ben. Bir Şarklı. Bir züppe. Bir şair. Bir ozan: Galatalı Ethem Suat.
Ve işte buradayız: tüm günahların eşiğinde. Kabarmış azgın selin kapısında. Dünyanın hassas meme ucunda: Şen Paris’te. Düşlerimiz hasada hazır, gövdelerimiz uyanmış, sinirlerimiz dokunmaya açık. Elimizde enfiye, kalem, kağıt. Düşümüzde ilham perileri ile sevişiyoruz. Kabuslarımızda ise sizlerin arasına geri dönüyoruz. Siz normallerin. Siz sıradanların.
Şimdi anlatacağım ise farklı türde bir kabus. Bir ibret hikayesi belki. Takdir sizin…
* * *
Onu ilk gördüğümde yağmurlu bir gündü. Bulvarlara sağanak iniyordu. Arnavut kaldırımlarının yumru taşları tek tek pırıldıyordu çiğ bir ıslaklıkla. Atların uzun yelelerinden şıp şıp su damlıyor. Huzursuzlar. Yakında mekanize faytonların, atsız arabaların kendilerini işlerinden edeceğini biliyorlar. Onlar bile istemiyor Paris’ten ayrılmayı.
Aylak aylak adımlıyordum bulvarları, arka sokakları, şiddetli yağmurda. Aklımda yeni şiirim: Madame Amoreuse’ün Pembe Dizlerine Methiye. Ama vakit alıyordu yazması. Tam gelmiyordu şiir. Bir Şarklı olarak, şu derhal kurtulmam gereken mahcubiyetimden ötürü kolayca ulaşamıyordum Madame Amoreuse’ün pembe dizlerine, mısralarımda bile ulaşamıyordum.
Arkamdaki çatırtıyı tam o an duydum. Kaldırım taşlarında parçalanan, bir kaldırım taşını bile parçalayan iri fayton tekeri. Bir sebepten kudurmuş atlar, dizginlerini kopartırcasına üzerime koşuyor. Tek tekeri parçalanmış bir fayton ezecek beni eski Hint mabudu Juggernaut ya da Jagannatha misali.
Derken solmuş kızıl kadife içinde bir kol son anda beni hızla çekiverdi. Seine Nehri kıyısındaki kaldırıma zor attık kendimizi.
“Merci Monsieur…?” diye teşekkür edip adını sordum, elimden geldiğince hatasız ve aksansız konuşmaya çalıştığım üç kuruşluk Fransızcam ile.
“Monsieur Yazar” diye kendini tanıttı, karşımdaki alaca kadife ceketli, kızıl silindir şapkalı genç adam. Sonra da o bu kez benim adımı sordu:
“Et tu?”
“Monsiuer Şair.” Diye cevap verdim sırıtarak.
* * *
Mösyö Yazar ile iyi arkadaş oluyoruz. Gerçek adlarımızı bilmemize gerek yok. Hayatta yegane önemli şeyler olan Üç E’yi paylaşıyoruz ya, o yeter: Edebiyat, Enfiye, Erotizm.
Bu üç cennette de kendi mıntıkalarımız ayrı ama elbet, hudutlara saygılıyız. Birbirimizin sadece sohbetinden hoşlanıyoruz. Dillerimiz sadece fikirleri seslendirip hecelemek için dönüyor birbirimize. Lakin kırk beş franc olan kirasını ortak paylaştığımız tek göz, büyük bulvar manzaralı, Seine esintisi alabilen küçük pansiyon odamızda ortak paylaştığımız yoz bir hayat sürebiliyoruz Mösyö Yazar ile. Bu modern çağda bile halen gaz lambasına geçememiş, mum avizeli, sarı camları isli loş odamızdan vodvil kızları, bulvar fahişeleri eksik olmuyor. Her şey bittikten sonra ise, ter, şarap, mürekkep ve kusmuk kokulu odamızda oturup birbirimize henüz çıkmamış kitaplarımızdan bahsediyoruz. Gövdemizin hayallerini doyurmak kolay ama ruhumuzun hayallerine henüz ulaşamadığımızdan sadece konuşuyoruz, bahsediyoruz onlardan. Ben Şark ve Garp geleneklerini buluşturacağım, ama daha ancak on yedi satırını yazabildiğim uzun destan şiirimden bahsediyorum. Sonra ona soruyorum:
“Peki sen? Sen ne yazacaksın?”
“Ben fantastik yazacağım,” diyor.
“Ne?”
“Ben fantastikçi olacağım,” diyor Mösyö Yazar.
Ağzımda bir süredir çalkalayıp durduğum gül rengi şarabın tortusunu halıya tükürüyorum:
“Fantastik bir sıfattır. Bir isim değil. ‘Fantastik yazacağım’ demezsin; ‘Fantastik hikayeler yazacağım’ dersin.”
Yanılıyordum tabii. Boş ukalalık yapıyordum. Zira biz Fransa’da idik ve Fransa’da ‘le fantastique’ diye gayet meşru bir edebiyat geleneği vardır… Ama diyelim ki sizler bu yazdıklarımı yüz küsur sene sonra başka bir memlekette okuyorsunuz; o zaman siz siz olun ‘fantastik yazıyorum’ ya da ‘fantastikçiyim’ falan demeyin… Komik oluyor.
Tüm bu ukalalıkları Mösyö Yazar’a da yaptıktan sonra soruyorum:
“Tam olarak ne yazıyorsun peki? Nasıl karakterler var?”
Derin bir nefes alıyor. Şarabından bir gırtlak dolusu içiyor. Gözlerinde tuhaf siyah yakamozlar.
“Daha benzeri görünmemiş bir hikaye… Biraz Poe gibi… Belki biraz Hoffman. Karanlık, uğursuz.
Tarihin En Büyük Edebi Başarıları Sözlüğü’ne gireceğim… Çünkü kalpten yazacağım.
Kalpten!”
“Nasıl?” diye soruyorum.
Biraz duraksıyor. Rüzgarı dinliyor. Sonra yavaşça fısıldıyor. Çok eski bir sır verir gibi.
“Bir karakter yarattım,” diyor Mösyö Yazar,
“Fransızca basit bir kelime oyunu var adında: Cauchemar ‘kabus’ demektir, onu biraz değiştirdim. ‘Kabus Amca’ diye de çevirebilirsin, ‘Kum-kadın Amca’ diye de. Bir garabet. Belki bir hermafrodit. Bilemiyorum. Henüz onu tanımıyorum. Ama tanıyacağım.”
“Ne demek istiyorsun?” diye soruyorum dikkat kesilerek.
“Ona kalbimi açacağım.”
“Nasıl?” diyorum, kadehimi ani bir rahatsızlıkla komodine bırakarak.
“Yapmam gereken onu kendi içimden yüzeye çağırmak…”
Parnasçı bir şair olarak şuuraltının loş dehlizlerinde sürünen gölgelere nicedir aşina olmam lazımdı, ama yine de irkiliyorum bu dediklerine. Dışarda gün batıyor. Yaşlı Paris kararıyor. Gölgeler, kenti kefenliyor.
“Nasıl biri peki bu Kabus Amca / Kum-kadın Amca? İlk izlenimlerin neler?” diye soruyorum yavaşça.
“Hırslı… Şimdilik sadece bu kadarını biliyorum. Ama vakit yakın… O da benimle tanışmak için can atıyor.”
Bu kez ürperiyorum.
* * *
Haftalar geçiyor. Mösyö Yazar, Kabus Amca ile tanışmak için bildiği her tür yolu deniyor: Eve mesmeristler getiriyor, şarlatan hipnozcular. Spiritüalistler. Boşluklarla konuşan medyumlar. Gecenin koyu saatlerinde, Paris bile uyurken, takımyıldızlara doğru sesleniyor medyumlar. Kabus Amca’yı çağırıyorlar.
Kaygıyla izliyorum Mösyö Yazar’ı uzaktan. Yemek yemeyi kesti çoktan. Sadece afyon çiğniyor. Kilolarca eridi. Yatağında, çarşafları ve boş sayfaları ter içinde sırılsıklam olmuşken, afyon düşleri içinde kıvranıyor.
Bir gece uyandırıyor beni.
“Tamamdır,” diyor.
Gözlerimi ovuşturup sandalyeye asılı yeleğimin cebindeki pirinç saate bakıyorum. Sabahın dördü.
“Ne tamamdır.”
“Onu gördüm,” diyor Mösyö Yazar.
“Kimi?” diyorum uyku sersemi.
“Kabus Amca… onu gördüm.”
“Nerede?” diyorum yavaşça doğrularak.
“Afyon düşlerimin birinde. Rüya tüllerinin ardında…
Orion Takımyıldızındaki soğuk bir kürede, acı rüzgarların uluduğu loş Uulguth-Nhagurr Platosu’nun ötesinde saklı isimsiz eflatun şehirde. Uzakta, yosunlu harabelerin arasında dolaşıyordu. Ona seslendim. Onu çağırdım. Onu davet ettim. Onu buraya davet ettim.”
Yeniden ürperiyorum. Sormaya çekindiğim soruyu soruyorum, gözlerinin altı kararmış, ter içinde titreyen hummalı arkadaşıma.
“Seni işitti mi?”
Cevap vermeden bakıyor bana.
Rüzgar şamdandaki mumların cılız sarı alevini titretiyor. Duvarda şekilsiz gölgeler, hayatlarımızın yazılmamış sayfasına dökülmüş kara mürekkepler gibi yayılıyor.
* * *
Paris’te rüzgarlar ölü yaprakları savururken, arkadaşım, ilham perisi ile temasa geçme çabalarını ivmelendiriyor.
İki düzine trans sonrasında bir gece yarısı, Kuzey Yarımküre tam Kış Ekinoksu eşiğinde kışın kapısını aralıyor iken, hezeyanlı genç adam da bir eşiği aralıyor…
Yerinden kalkıyor. Masaya oturuyor. Ter içinde sayıklamaları arasında çenesinin kasıldığını, boyun kaslarının seğirdiğini görüyorum. Eli istemsizce kaleme ve kağıda gidiyor. Korkuyla izliyorum onu. Ecriture automatique… Trans halinde istemsiz yazış: Medyumun gövdesini tamamen ruhani bir ziyaretçiye açması; ruhani varlığın buyurduğu her kelamı, her sayıklamayı, mantıksızca da olsa doğruca sayfaya dökme. Görünmeyen bir varlığın kalemine kendi bedeninle mürekkep hokkası olma…
Kendi ilham perisini kendisine davet ediyor arkadaşım. Tabii eğer O hakikaten bir ilham perisi ise…
Dostumun yaptığı bu idi o ekinoks gecesinde. Gözleri trans spazmı ile geriye devrilmiş, gözlerinin korkunç beyaz küreleri ile bana bakarken, dişleri ile kendi dilini yavaş yavaş çiğnerken, kasılıp duran elinin ani hareketlerle sayfaya karaladığı o korkunç külliyat.
Bütün gece yazdı Mösyö Yazar. Ağzından kanlar sızıyordu, yazdıklarının kuvveti ile kağıdın altındaki masaya da kazıyordu şiddetli satırlarını. Onu durdurmaya çalıştım. Onu uyandırmaya çalıştım. Ruhani varlığın yerleştiği ev sahibi gövdeye olası her tür tehlikeyi göze alarak onu kendine getirmeye çalıştım. Ama beyhude.
Sanki tüm ömür boyu biriktirdiği bir hırs ile yazıyordu Mösyö Yazar. İtici bir ihtiras ile. İlk masum heveslerini çoktan geçip unutmuştu: Kitap okumak, okuduğun hikayeyi sevmek, içinden gelen masum bir dürtü ile o hikaye gibi hikayeler yaratmaktan çok daha başka bir iştah ile yazıyordu. Bir aslanın salyalı sarı dişleri ile insanın gırtlağını deşip parçalaması, kıvrık kemik tırnakları ile insanın sırtını yırtıp açması gibi yazıyordu. Aynı kuduz açlık ile.
Merak ettim: arkadaşım mıydı bunları yazan?
Yoksa başka biri, aç biri mi fısıldıyordu kara hikayelerini, gökteki uzak isimsiz eflatun şehirden?
* * *
Arkadaşım ertesi gece yarısı kitabını bitirdi. Aralıksız tam yirmi dört saat yazdıktan sonra yığılıp kaldı. Masadan mürekkebin son damlaları ile karışık kan sızıyordu. Kalemi tutma şiddetinden etine batıp saplanan tırnaklarının kanı, sıktığı dişlerinden sızan kan. Kağıt ile birlikte masaya da satırlar kazımış kalemi tutan eli gevşedi nihayet. Onu yatağına götürdüm. Hummalı hali geçsin diye alnına ıslak bez koydum. Bir hekim çağırmayı düşündüm. Lakin paramız yoktu ki. Biz beş parasız yazar heveslileri idik, henüz hiçbir eseri basılmamış…
* * *
Bu durum kısa sürede değişti.
Kabus Amca, arkadaşımın gerçekleşen rüyası oldu. O gece çok düşünmüştüm, trans halinde yazdığı kızıl siyah kanlı el yazmalarını şömineye atıp kurtulmayı. Ama elimi tutan, beni durduran bir şey vardı. Belki korku. Belki arkadaşıma saygı. Ne idiyse işe yaradı: sayfaları yakmadım. Böylece kara patikamız belli oldu: Arkadaşımın kan ve mürekkep ile yazdığı fantazması matbaaya erişebildi günün birinde.
Artık o bir yazardı.
* * *
Kitap büyük ses getirdi. Her yaştan okuyucular—hülyalı genç kızlar ve muhterem madamlar, yaşlı beyefendiler, heyecanlı delikanlılar, muharrirler ve katipler, yazar heveslileri—herkes tutulmuştu Kabus Amca’nın hoyrat serüvenlerine.
Evimizden okuyucular, arkadaşıma meftun kadınlar, edebi çevrelerden misafirler, önemli ya da güzel ziyaretçiler eksik olmuyordu.
Tanrım… O şatafat! O iki ay…
Arkadaşım bulutlarda uçuyordu. Manique bir mizaca bürünmüştü. Her gün gazetelere, edebiyat jurnallerine uzun uzun bakıyor, kendi ismini arıyordu. Aradığını da buluyordu doğrusu: bir inceleme, bir tetkik ve bu nevi makaleler. Saatlerce bu satırlara bakıyor, bir şurubun şekerini emer gibi emiyor, lezzet geçince de kalanını tükürüyordu. İsmini basılı olarak görmenin verdiği sarhoşluk içindeydi.
Ara sıra tenkitlere de rast geliyordu. Bunlar onu epey bir hiddetlendiriyor, edebi bir gazap haline sokuyordu.
“Beni anlamıyorlar!” diyordu bu menfi tetkik yazılarını okuyunca. “Beni anlamıyorlar, ahmaklar!”
“Fazla hassasiyet gösteriyorsun,” diyordum bu tür gecelerde arkadaşıma, “herkes her eseri sevemez.”
“Yo, bunu sevecekler, En Başarılı Edebi Girişimler Sözlüğü’ne dahil olacağım bu kitabımla!
Çünkü ben kalpten yazıyorum!”
* * *
Bir gün, müptelası olduğu bu şöhret enfiyesi tükendi. Yazar olma sıfatı ile onu sarmalayan tüm o cazibe bulutunun afyon sisleri dağıldı. Şan ve şöhretten sonraki gün gelip çattı. Kısa süreliğine parlayıp göz kamaştıran ismin tekrar matlaştığı gün. Dünyanın yazarı kanıksadığı, onu kutsal bir ilham sahibi bir aziz değil de sıradan bir insan olarak gördüğü o çiğ ışık belirdi ve tüm gizemi soldurdu. Kuyu kurudu. Şöhret met-cezrinin ilgi ve cazibe suları çekildi.
Artık ismini dergilerde bulamıyordu. Artık okurlarından övgü dolu yorumlar almıyordu. Dünya yavaş yavaş onu ve kitabını unutmaya başlıyordu.
Ve bu onu çıldırtıyordu.
Ben ise uzaktan onu izliyordum. Arkadaşı olarak onun adına kaygılanıyordum.
Yaşadıkları bana sürpriz değildi: Benim basılı bir kitabım olduğu için falan değil. Ben çok özel, çok olgun biri olduğum için falan da değil… Sadece oyunun kurallarını erken bir vakitte öğrendiğim için. Sevdiğim bir editör büyüğüm bana vaktinde bunu söylemişti: ‘Her yeni kitabın iki ay ömrü vardır.’
İşte şimdi arkadaşım ilgisizliğin çölünde idi. Kitapların yeniliği öldükten sonra yazarlarının fırlatılıp atıldığı unutulmanın çorak topraklarında. Kuraklık mevsiminde.
Yapacak başka bir şeyi kalmamıştı arkadaşımın. Çölde yapay bir vaha oluşturmaya çalışıyordu artık. İlgi ve alaka suyunu tekrar bulmak için her yeri kazıyordu çıplak elleri ile… Kazıyordu.
Paris’in tüm resepsiyonlarında ilk onu görmeye başladılar. Her çay partisinde salonun ortasında olmaya gayret ediyordu, elinde çinili porselen çay fincanı ve croiassant çöreği ile. Vodvillerde elinden gelse sahneye o çıkacaktı.
Her tür cemiyet ortamlarında… ki sanırım bugünlerde ‘cemiyet ortamı’ yerine başka bir şey diyorlar, en gür sesle o konuşuyordu. Dünyaya her gün, her gün, her gün muharrir olduğunu hatırlatmaya çalışıyordu. Onu suçlayamam, hangimiz direnebilirdik ki ilgiye, şöhrete? Ama fark etmeliydi. Hatalıydı.
İlham perisinin sihirli değneğinin dokunuşunun etkisinin geçmiş olabileceğini, gece yarısından sonra her yazar için, hepimiz için, süslü faytonun basit balkabağına geri dönüşeceğini aklına getirmiyordu.
En nihayet cemiyet teşebbüsleri de tükenince arkadaşım kara bir depresyonun içine düştü tekrar. Üretemiyordu. Masaya her oturduğunda eli telefona gidiyor, telefon vasıtası ile kendi isminin o gün cemiyet haberlerinde olup olmadığını arayıp soruşturuyordu.
Mösyö Graham Bell’in bu icadı Paris’e ulaşalı birkaç sene olmuştu; kitabı çıktıktan sonra da dostum ‘şöhretli bir insanın her an aranabilecek halde olmasının önemi’ni vurgulayarak mütevazı odamıza bir telefon hattı çektirmişti. Ne var ki telefon bir lanet olmuştu, kendisini telefondan koparıp sayfalara veremiyordu; ne okumaya, ne yazmaya. Bir zamanlar kitaplardan aldığı haz, hikaye sevgisi, yerini saplantılı bir narsisizme, kendi ismine, kendi sözde-önemine dair duyduğu karanlık bir takıntıya, bir benlik-aşkına bırakmıştı. Kendi adını kitaplardan daha çok sever olmuştu. Ne acı. Ve belki de ne kaçınılmaz…
* * *
Onu gördüğüm son gece, Paris’in bordo kiremitli çatılarının üzerinde gazap yüklü bir fırtına yanaklarını şişirip şehre doğru karanlık bulutlar üflerken; bulvarların sokak lambalarının isli camlarının ardında gazla yanan alevler, fırtınanın kibri ile titreşip can çekişirken, dostum Mösyö Yazar bir öfke nöbeti daha geçiriyordu.
Evdeki tüm kitapları, kendi kitabı hariç, raflardan koparıp yırtıyor, kapaklarını parçalayıp, sayfalarını demet demet sökerek buruşturup, tomar tomar atıyordu şöminenin açgözlü ateşine. Birlikte okuduğumuz, sıkça yad ettiğimiz klasikler, şiir kitapları, mektuplar, hepsi şimdi kaydedildikleri sarı sayfalar üzerinde çıtırdayıp kıvrılıyor, bükülüp kararıyordu. Ve geriye sadece küller kalıyordu. Gri.
“Ne istiyorsun?” diye bağırdım arkadaşıma.
“Tanınmak!” diye hırıldadı. Kendisine benzemiyordu artık hiç. Gözlerinin altı çürük incirler renginde idi. Gözleri ise kan ve şarap kızılı. Uzak boşluklar vardı bakışlarında. Elleri titriyordu.
“Tanınıyorsun.”
“Yetmez!” diye fısıldadı,
“Herkes beni okumalı. Herkes benden bahsetmeli. Beni övmeli.
Beni. Beni. Beni!
En Büyük Edebi Başarılar Sözlüğü’ne gireceğim.
Herkes tanıyacak beni!”
Oysa ben bile tanıyamıyordum onu.
“Hiçbir şey sonsuza kadar sürmez,” diye fısıldadım ona, “Herkes, gün gelir unutulur.
Dünyanın kitap okumaktan başka dertleri var, gerçek dertleri… Senin ve benim gibi budala bourgeois şımarıkların anlayamayacağı hakiki mücadeleleri!
Hiç kimse tüm hayatı boyunca tek kitabı, tek yazarı överek yaşayamaz.
Adını sayıklayarak bir ömür geçirebileceklerini mi sandın?”
“Ama ben bir yazarım!” diye haykırdı.
“O zaman çeneni kapat da yeni bir şey yaz artık.
İnsanların fikirlerine, kitapların fikirlerinden daha fazla ehemmiyet vermeyi kes…
Sen bir ‘YAZAR’sın, ‘KONUŞUR’ değil!”
Öfkeyle masayı devirdi. Mürekkep hokkasını yumruğunda parçaladı. Yeni cinayet işlemiş bir katil gibi ellerinden kitapların siyah kanı akıyordu şimdi.
“Ben farklıyım… Ben bambaşka biriyim!
Çünkü ben kalpten yazıyorum.” dedi arkadaşım, yüzü gölgelere karışmış bir halde.
Dikkatle ona baktım.
Her zamanki narsisizmi ile söylediği laflardan biri gibi geldi önce bu. Her zaman kendisinin özel olduğuna inanırdı.
Ama bu kez, bu gece…
Bir tuhaflık vardı arkadaşımda. Hakikaten bambaşka biriydi bu kez… Çehresi ürkütücü bir maskeye bürünmüştü sanki: hırslı, hırçın, aç, garezli, kindar, öfkeli, haset dolu, ihtiraslı. Dünyaya karşı bir kin, hınç ve ihtiras içindeydi. Kendisi, kendisine bakmaya cesaret edemediği için, onun yerine dünyanın sürekli kendisine bakmasını, cemiyetin gözünün sürekli kendisinde olmasını istiyordu, içindeki yaralara pansuman olacaktı tüm o ilgi, alaka, hayranlık, beğeni, takdir ve alkış.
Tanıyamıyordum onu. Ama bir şeyden emindim… Bu hırslı, aç yaratık benim arkadaşım değildi:
“K-kimsin sen?” diye sordum karşımdaki varlığa.
Bakışlarını kaçırdı benden. Yüzünü çevirdi. Diğer tarafa döndü.
Yakasına yapıştım. Birbirimizle mücadele etmeye başladık. O uzaklaşmaya çalışıyordu. Ben ise onunla yüzleşmeye. Birden o anda kınından çıkan kılıç gibi, yavaş yavaş korkunç gerçek ruhuma doğdu:
“Sen… sen… Yoksa…
Sen bir anlaşma yaptın değil mi? Uğursuz bir pakt…
Kime açtın kendini?
KİME?
Cevap ver! Kimsin sen? Nerede o?”
Tüm gücümle üzerindeki kızıl kadife ceketini çektim kendime doğru, karşımdaki karaltının. Ceketle birlikte ipek gömleği de yırtıldı.
Korkuyla donup kaldım birden…
Karşımdaki imkansız manzaraya bakakaldım.
Arkadaşımın içini görüyordum şimdi.
Karşımdaki üstü çıplak gövdede, gömleğin altında olması gereken çıplak ten yerine, kupkuru bir göğüs kafesi vardı. Bir iskeletin sarı kuru kaburgalarına bakıyordum diğer her yeri normal olan bu kişide.
Göğüs kafesinin kireçli kuru kemik parmaklıklarının ardında, kaburga hapishanesinin içinde, bir zamanlar arkadaşıma ait olan bu bağırda, bu göğüs kafesine saklanmış kara bir siluet vardı…
Çöreklenmiş bir esir; sinmiş bir mahkum; omurgaya prangalı bir müebbet suçlu.
Ama kim kimin esiri idi söylemek güç: göğüs kafesine hapsedilmiş bu yırtıcı, bu gölgeli varlık, bu dış ziyaretçi, leziz ve sulu bir meyveyi iştahla ısırır gibi ısırıp çiğniyordu arkadaşımın kalbini…
Çiğniyor, çiğniyor, çiğniyordu…
Kalbini kemiriyordu an be an. Doymaz bir açlık ile. İçindeki İlham Perisi…
“Kabus Amca…” diye fısıldadım.
* * *
Kaçtım. Oteli, odayı geride bırakarak kaçtım. Sokaklara karışıp kayboldum.
* * *
Arkadaşımı o geceden sonra bir daha hiç görmedim. Tüm Paris’ten silindi. Ortadan kayboldu.
Bugün onu bir avuç meraklı hariç kimse hatırlamıyor. İsmini bilen yok. O tek kitabını da.
İstediği şeye gelince, evet bir sözlüğe girdi gerçekten de.
Ama eğer yaşıyor ise, pek de hoşuna gitmeyecek şekilde.
Yıllar, çok uzun yıllar sonra ‘En Büyük Edebi Başarısızlıklar Sözlüğü’nde kendisine yarım paragraf, dört satırlık bir yer bulabildi arkadaşım. İsminin basılı olarak geçtiği tek yer o artık.
Bense yazmayı bıraktım. Bugünlerde elim kaleme gitmiyor. Belki gördüklerim ile ilgilidir.
Ama tek bir şeye eminim:
Ben yazmayı bıraktıysam da Kabus Amca halen yaşıyor. Bu dünyada dolaşıyor. Hırslı yazar adaylarının bağrında, göğüs kafeslerinin ıslak gri parmaklıklarının ardındaki o kemik zindanda, etobur bir ilham perisi gibi kalplerini kemirerek sonsuz açlığını doyurmaya çalışıyor.
Temayı kullanarak bir sanatçının motivasyonları hakkında harika bir deneme/öykü kaleme almışsınız.
Tabi format bir öykü ama aslında bir deneme gibi değerlendirdim ben.
Sanat sanat için midir, yoksa toplum için mi? Yoksa belki de sadece kendimiz için mi? Bu soruyu cesurca sormuşsunuz. Hepimizin içinde kalbimizi kemiren o yaratık metaforu ile sanki "kendimiz için"de karar kılmışsınız. Veya ben böyle düşündüğüm için -biraz suçluluk da duyarak- bu yorumu seçtim kendime.
Siz ödülleri olan, tasvirlerle maddeyi ve analizlerle manayı -duygusal efekti de ıskalamadan- harika anlatan bir yazarsınız. Zaten herşeyden önce bir yazarsınız, yazar adayı değil. Ancak naçizane bir geri bildirimde bulunmama izin verin:
Bazı durumlarda kendi anlatım ve tasvirlerinizi yetersiz bulup aynı durumu birkaç farklı şekilde tekrar tekrar tanımlama gereği duyuyor olabilirsiniz. Bence buna gerek yok, tek seferde de doğru ve vurucu formatı buluyorsunuz aslında.
Selam ve saygılarımla…
merhaba,
bu ay seçkide birbirinden güzel öyküler toplanmış ama şapka çıkartacak öykü bu olmuş fikrimce. kıskandım müthiş bir öykü; gerek kurgu gerek temayı ele alış; kullanılan dil ve eşsiz benzetmeler “… Paris’in bordo kiremitli çatılarının üzerinde gazap yüklü bir fırtına yanaklarını şişirip şehre doğru karanlık bulutlar üflerken; bulvarların sokak lambalarının isli camlarının ardında gazla yanan alevler, fırtınanın kibri ile titreşip can çekişirken…” ki bunların sayısı da çok, Fransızca kelimeler ve Fransız kültürüne ait detayların yarattığı gerçekçi atmosfer, fantastiğe bakış açısı, müthiş final, etkili başlangıç… daha ne sayayım
özenli öykü, çalışılmış ve yıldız gibi parlayan bir öykü diye buna derim ben. öykünün adı da tam on ikiden.
kaleminize kuvvet.