Konu: Yayımlanmasını istediğim & Nazlı Eray’ın “daktilosu” ile yazdığım kısa öyküm
Merhaba Kayıp Rıhtım Ailesi,
Öncelikle şunu belirtmeliyim ki Aylık Öykü Seçkisini her ay büyük bir keyifle takip ediyorum. Sizlere yazan öykücülere gıpta ediyor, her ay ben de bir şeyler karalıyor ama utancımdan gönderemiyorum. Öyle fantastik şeyler okuyorum ki benimkiler bir arzuhalcinin yazdığı yavan dilekçeler gibi kalıyor yanlarında. İnanır mısınız “Hezârfen Ahmet Çelebi Öyküleri” temanız için belki yirmi tane taslak oluşturdum ancak taslaklardan birini bile tamamlayıp size gönderemedim. Nasıl söylesem, öyküyü yazarken istediğim o büyülü atmosferi yakalayamadım;o fantastik kapıları açmayı bırakın, aralayamadım bile. Belki alay edeceksiniz ama ODTÜ’deki Hezârfen Ahmet Çelebi heykelinin önünde bile saatlerce durdum ama o ilham gelmedi işte. Belki de sizin istediğiniz türde öyküleri tamamlayamamamın sebebi okumaya doyamadığım Marquez, Eray, Borges veya Amado gibi yazmak istememdi. Biliyorsunuz ki kendileri “büyülü gerçekçilik” akımının duayenleri olarak anılırlar… Fantastik bir şeyler karalamak istiyorsak en az birini okumamız gerekirmiş gibi gelir bana. Her neyse işte, Hezârfen Ahmet Çelebi’nin heykeli de bana yardım edemeyince ben de romanlarında heykelleri bile konuşturan Nazlı Eray’ı aramaya koyuldum koskoca Ankara’da.(Nitekim kendisi yukarda saydığım yazarlar arasında yaşayan tek yazardır.) Olur ya karşılaşırız diye kendisinin öykü ve romanlarını yazdığını tahmin ettiğim Tunalı ve Ayrancı’daki bütün pastanelere gittim ama maalesef ki kendisini bulamadım. Sonradan öğrendim ki o sıralar Japonya’ya gitmiş. O yoksa da gittiği yerlerin bir hikmeti vardır diye, hemen hemen her gün, o pastane senin bu kafe benim gezdim durdum. Instagram’da takip ettiğim kadarıyla, kendisinin yediği pastalardan& içtiği kahvelerden sipariş etsem de o ilham yine gelmedi. Zaten o dönene kadar da öyküyü gönderme süresi çoktan geçti…
Fazla uzatmadan… E-postamın konusundan da anlaşılacağı üzere “daktilo” temalı bu sayınız için—sonunda—size bir kısa öykü yolluyorum. Kıymetli zamanınızı aldığımı biliyorum ancak Nazlı Eray ile nasıl tanıştığımı ve o büyülü daktiloyu bana neden verdiğini bilmek istersiniz diye düşünüyorum. Bilmek istemezseniz de yayımlanmasını kalpten istediğim öyküm “Matmazel Duelduel” ektedir.
Kalpten teşekkürler & sevgiler,
e.
Merak ederseniz diye;
Geçen hafta Tunalı’da dolaşırken bağımlısı olduğum Pokemon Go oyunundan bir bildirim geldi telefonuma. Uzun süredir yakalamak istediğim Vulpix, telefonumun sinyaline göre Yazanlar Sokak’ta görünüyordu. Vulpix’i kaçırmamak için sokağın merdivenlerini soluksuz çıkarken karşıma birden Nazlı Eray çıktı. “Biraz soluklansana, bitap görünüyorsun,” dedi. Sanki aylardır aradığım o değilmiş gibi, ilgilenmiyormuşçasına, pardon Vulpix’i arıyorum, buralarda olması lazım dedim. “Bütün kızıllığıyla okulun bahçesine kaçtı,” dedi. Sizden kızıl olmasın diye densiz bir espri yaptım. Gülümseyerek “meraklanma delikanlı, sana daktilomu vereceğim,” dedi birden. Nutkum tutulmuştu.(Beni nereden tanıyorsunuz diye soramadım, sizi günlerdir aradığımı nereden biliyorsunuz diyemedim, “daktilo” mu, o da nereden çıktı diye şaşıramadım bile.) Nazlı hanım, siz hikâyelerinizi daktiloyla mı yazıyorsunuz diye sormaya çalışırken, kelimeleri ağzımdan zar zor ittim.“Biliyor musun, Mösyö Hristo’yu kadim daktilom Erica ile yazdım,” dedi. Gözleri parlıyordu.“Yani diyorum ki Erica’nın vadesi benim için doldu, ben de düşündüm taşındım, evde duracağına sende kalsın, eminim ki ilk öykünü yazman için sana bir şekilde motivasyon kaynağı olacaktır, ne dersin?” dedi. Bir tek“olur” diye kekeleyebildim. “Yalnız, şöyle bir sorunu var Erica’nın,” dedi. “Takdir edersin ki üzerinde yılların yorgunluğu var;yanlış anlama, her tuşu basıyor, sadece bazı kelimeleri yazmıyor.” Nasıl olur, dedim. “Bal gibi,” dedi. Kahkahalarla güldüm.“Mesela, öldürsen “gece” yazmaz, “aşk”-“rüya”-“ay”-“uyku”-“yıldız” “dünya” bunların hiçbirini yazmaz,” dedi. Bir şey diyemedim. Beş dakika içerisinde o kadar çok şaşılacak şey olmuştu ki hangisine hayret etsem bilemiyordum. “Desene, tıpkı Nazlı Eray romanları gibi,” dedi birden bire ve bir kahkaha attı. Başka ne gibi meziyetleri var bilmiyorum ama o an aklımı okuduğundan emindim.“Pekâlâ, bu durumda yarın ben Erica’yı kendi kahverengi muhafazasında Kuğulu Park’a bırakıyorum, sabah saat 5’te, belediye görevlileri gelmeden. Aman ha, sakın geç kalma. Allah muhafaza bomba filan zannederler! Uygun mudur?” dedi gülümseyerek. Elbette dedim. Tam o sırada telefonum kuvvetli bir şekilde titredi. Pokemon Go’dangelen bildirim “Poke topu at, Vulpix’i yakala” diyordu. Önemsemedim. Nazlı Eray’a teşekkür etmek için kafamı kaldırmıştım ki, kendisinin yerinde Vulpix’in durduğunu gördüm…Ertesi gün sabah 5’te daktiloyu Kuğulu Park’tan alır almaz, size ekte gönderdiğim kısa hikâyemi on beş dakika gibi rekor bir hızda yazdım. Tasarlamadan, bir o kadar başına buyruk, üzerinde herhangi bir düzelti yapmadan, mahkeme kâtibi gibi… İnanılır gibi değil, değil mi?
* * *
BEN MATMAZEL DUELDUEL
Öldüğüm gün ardımdan “melek oldu” dediler, peşi sıra annem “zaten her bebek öldüğünde melek olur” diye figan etti. Haklılarmış, melek oldum. Kirâmen Kâtibîn meleklerinden biriyim, iyi amelleri yazmakla vazifelendirilmiş olanlardan. Yüce rabbimin bahşetmesiyle bir roman yazarı ile müvekkil oldum ve onun iyi amellerini doğduğu günden beri hıfz ediyorum. Tam yetmiş üç yıldır…
Bir yazarın hayatını bir ömür kaydetmek oldukça meşakkatli bir iştir. Mesela bu yazar kul bazen bir iyilik yapmaya kasteder ancak bunu sadece romanlarında yapar, bu sevap mıdır? Veyahut nefsinde gizli kalan kötü düşünce, istek ve niyetlerini bilfiil gerçekleştirmez, bunları sadece romanlarında yazar. Bu günah mıdır? Mesele, bu yazar kulun işlemeyi azmetmediği düşünceler ile birebir kastettiği eylemleri arasındaki farkı şuurlu bir şekilde idrak etmek ve tüm bu tespitleri eksiksiz bir şekilde amel defterine işlemektir. Aynı husus yazar kulun yazdıkları için de geçerlidir bence. İyi bir yazar, karakterlerinin zahire çıkmış her şeyini adil bir şekilde yazmakla mükelleftir. Düşünüyorum da bu yazar taifesi bizlere ne kadar çok benziyor. Tek bir şey dışında! Kurgu yazmak. Biz ilahi icraatın müminleri olarak büyük bir gururla hep doğruya şehadet eder, gerçeklere zabıt tutarız. Ancak, yazar kulların kendi dünyaları dışında zihinlerine düşen başka dünyalar da vardır. Bu dünyalarda bazen kâfirlerdir, bazen mümin, bazen de mütereddit… Kurgu yoluyla okuyucularının hayatlarına sızarlar; günlerce hatta aylarca onlarla dolaşır, sözleri olurlar. Dürter, silkeler, yola getirirler; pekâlâ yoldan çıkardıkları da olur. Bazı zamanlar bizim yazar kul da bu gibi esrik tavırlar sergiler, bu da beni çok düşündürür ve onu daha çok anlamaya iter. Çünkü bir yazarın kendi dünyası ile düşün dünyasının mukayesesi ön yargı kaldırmaz. Mesela yazar kul guslederken, yellenirken veya çıplakken—görevim gereği kendisine uzaktan nezaret ettiğim bu süre zarfında—kendimi onun yerine koyduğum zamanlar olur. Bir karakter yaratmak nasıl bir histir? Veya cüret? Ya onu serüvenden serüvene koşturmak? Peki ya öldürmek? Görevimi layıkıyla tamamlayabilmek için bu tip düşüncelerle arama mesafe koyar, bu düşünceleri mesai saatlerim dışında yeniden ele almak üzere rafa kaldırırım.
Bazen iki vardiya arasında “peki ben bir hikâye yazsam, nasıl yazarım” diye uzun uzun düşünürüm. Yazar kulu gözlemlediğim kadarıyla bir hikâye yazabilmek için çok geniş bir düşün dünyasına ihtiyaç var. Sanırım bunun için de yaşanmışlığa… Ben ne yazabilirim ki… O hakiki olmayan dünyada altı üstü bir gün yaşadım… Mesela şöyle başlasam:
Ben Matmazel Deulduel, Eyyam-u Bahur sıcaklarında Mersin’de dünyaya geldim. Tarih 1945. Doğduğumda hiç ağlamadım, ebe epey şaşırdı, beni ters çevirdiklerinde sırtımdaki minik kanatları görünce gözleri yuvalarından çıktı. Ebe üç kere besmele çektikten sonra “bu beni aşar, hemen Hoca Efendiyi çağırın,” dedi. Hoca Efendi geldi, “bu evin hali ne, şu sis perdesini aralayın,” dedi, hemen ardından Nas ve Felak surelerini okumaya başladı. Annem perdeleri araladı, sis griden gümüşe döndü. Hoca Efendi beni görür görmez babama “çabuk bir araba ayarla, Muğdat Camii’ne gidiyoruz,” dedi. Bu arada ebenin cep aynasına düşen cılız bir buğu dışında benden hâlâ bir ses yoktu. Hoca Efendi yolda babama yapılacakları anlattı: “Ben camiinin mahlif katına çıktığımda sana bir işaret vereceğim, sen o sırada Hz Miktad türbesinin önünde hazır bekleyeceksin. İkindi ezanını okumaya başladığım an bu sabiyi türbenin güney penceresinden sokup kuzey penceresinden çıkaracaksın, anladın mı? Kuzey penceresinden çıkardığında sabi canlanmazsa—duam canlanmasıdır—akşam ezanından sonra, Akbelen Mezarlığı’nda buluşalım.” Babam ezan bitene dek beni bir camdan öbür cama canhıraş taşıyordu. Tüm uğraşlarına rağmen canlanmadım. Hoca Efendi ikindi namazını bitirip yanımıza geldiğinde ağzını bıçak açmadı, babam ve annem ağlarlarken onlara eşlik etti. Hıçkırıkları arasında ancak “yatsı namazından sonra mezarlığa gidelim” cümlesi anlaşılıyordu. Yatsı namazı sonrasındaki tesbihatta, cemaat benim için güzel dileklerde bulundu. Hoca Efendi mezarlık yolunda babama yapılacakları anlattı: “Bak! Bugün Kamer tam dolu, vardığımızda Kamer’e karşı ufak bir mezar kazacaksın ve sabiyi içine koyacaksın. Mezarlıktaki ilk kurt uluduğunda sabi canlanırsa onu hemen mezardan çıkarıp bağrına basacaksın. O ihtimali düşünmek istemiyorum ama eğer sabi canlanmazsa onu toprağa gömeceksin. Gerisi… Takdir-i ilahi diye düşüneceksin.”
İlk kurt uluyor ve ben canlanmıyorum. Sonrası malum.
Gerçekten okuduğum en iyi öykülerden birisiydi bu. Bayıldım. Oyunuma ara vermiş etrafa bakarken beni içerisine çekiverdi.
Öncelikle yapmış olduğunuz kıymetli yorumunuz & iyi dilekleriniz için çok teşekkür ederim. Ne için yazdığımın inanın ki bende bir cevabı yok ama yazarken aşırı zorlandığımı çok iyi biliyorum. Okuduklarınızdan size bir şeyler geçebildiyse ne mutlu bana.
Teşekkürlerimi yineleyerek,
e.
Merhabalar,
Ne oluyorsa oyun aralarında oluyor sanırım. Öyküdeki yazar da oyununa ara verdiğinde olanlar oluyor. Belki bu bir tesadüf değildir, ne dersiniz?
Kalpten teşekkürler,
e.
Bence oyunlar hayal gücümüzü genişletiyor, elbette edebi olarak yardım etmiyorlar (bazıları), buna rağmen dünyamızı değiştiriyorlar. Belki de oyunlar insanlara ilham veriyordur.