Öykü

Ruhlar Silsilesi

Herkesin sevgilisi olmak tüm bu delicesine sevginin yanında, katlanılamayacak, ağır, sarsıntılı bir hal getirir. O sevgililer ki hepsinin sevgisi aynı olmamakla beraber sevileni nasıl sevdiklerini anlatırlar. Kendi çıkarının kurbanı olan sürüler. Onların sevgisi, imparatorların, büyük komutanların gönlüne yaraşır birini sevmeye çalışıp yıpratmaktan başka bir şey değildir. Onların sevgisi, anne kuşun yumurtalarının çevresinde dönen yılanın getirdiği hayırdan daha fazlasını getirmez. Sorsan yılan da haklı. Lakin haklılık bu sokakların tılsımını çözmeye yetmiyor. Haklı ama anlayamayan biri ne işe yarar? Haklılık rezilcesine masum olanların sığındığı bir sıcak sahil sadece. Oysa buralarda sıcak sahiller güçsüz ve acınacak halde olanların boy gösterisi yaptığı yerlerden başkası değildir. Sıcak sahillerin özlemini çekmeyenlerin hikayesi ise en güzeli. Şimdi bu özlemi çektirmeyen, çekene yar olmayan, imparatorlar ve büyük komutanların sevgisine layık olan, adeta bir matruşka gibi içinden yeniden, yeniden, yeniden bebekler doğuran İstanbul’da, yeniden, yeniden, yeniden aynı ruhla doğup hiç bıkmadan yaşamış ve savunmuş, içinde nicelerini barındıran biri anlatacak öykülerini…

“Burası Yeni Roma’ydı. Bilenler bilir I. Constantinus’un memleketi. Şehrimin yüzüne baktığında göz bebeklerinin büyüdüğünü görürdün. Öyle yiğit öyle güzeldi ki rivayete göre bir kere burayı görenler dünya üzerinde bir daha mutlu olamazmış. Nereye gitseler, ne yapsalar gördükleri güzelin özlemiyle tutuşur, son nefeslerinde de şehrimin adını hasretle anarak ölürlermiş. Ben de öyleydim. Yiğittim, güzeldim ve şehrimin hasretiyle ölmektense göz bebeklerine baka baka belki daha acılı ama daha mertçe bir ölümü tercih ettim. Ben bir gladyatördüm. Kralların, kraliçelerin hem hayranlık hem de acımasızca izlediği, kimselere yenilmeyen, vatanının efsanesi, savaşçıların efendisi bir gladyatör. Köle olanlardan değil, özgür olanlardan. Bunu zevk ve ün için yapanlardan. Niceleriyle savaştım. Savaşırken şehrimin gökyüzü bile farklı görünürdü gözüme. Tüm tanrılar birbirine karışmışken şu alemde, düşmanıma kılıç sallarken hangi tanrıyla şarap içeceğimi düşünür, ölüme kafa tutar, eğlenirdim. Hayallerim en sonunda gerçekleşti. Bir gün zaten tanrı olan bir rakip sapladı mızrağını göğsüme. Şehrimin bulutları kıpkırmızı oldu. Üzerime kandan yağmurlar yağdı. Ne ilk ne de sondu bu kan yağışı, biliyordum. Gülümsedim. En sevdiğim tanrıyı düşündüm. Onlar da beni seviyordu. Yoksa ben ölürken kandan yağmurlar yağdırırlar mıydı hiç? Usulca gözlerimi kapadım. Koyu bir kan yağışından sonra en iyisi güzel bir şarap içmektir. Bulutların en yücesine oturdum kıpkırmızı şehrimi izleyerek kıpkırmızı şarabımı yudumladım.

* * *

Burası Doğu Roma’nın kalbiydi. O günlerde Latinler hakimdi şehrime. Tüm rezillikleriyle kıydılar her şeyimize. Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmadılar. Ben çocuktum. Bir şekilde ölmedim. Ama gördüm, hepsini. Boğazımın rengârenkliğini görmeye alışkın olan gözlerim dünya gözüyle nice kıyımlar gördü de susmak zorunda kaldı. İnsan, şehrinin düşman miğferi altındaki çığlıklarını duyunca sağır oluyor. Sağır oldum. Büyüdüm, büyürken de sağırdım. Oysa ruhum duyuyordu her şeyi. Bir isyan oldu. Şehrimizi geri alacağız dediler, buralar yeniden Doğu Roma olacak dediler. İnandım. İnsan hem sağır, hem umutsuz, hem de işgal altındayken nice şehirlerin bir mum ışığından aydınlandığını hissediyor. Kimi zaman alev alev yanarak, kimi zaman imeceden doğan bir aydınlık. İkisi de oldu. Görüyordum. Birinin görüp görebileceği en büyük aydınlık buydu. Gecenin ortasında günü yaşadım. Şehrimin bulutlarına bakıyordum. Bulutlar sapsarıydı. Savaş için her evde bir mum yanmıştı. Hepsi düşmanı tutuşturmuştu. Sokaklarda etekleri tutuşmuş koşan Latinleri gördüm. Kendilerini Boğaz’a attılar da Boğaz ıslatmadı onları. Bize ihanet etmedi. Boğaz’ın ortasında cayır cayır yanmaya devam etti istilacılar. Yangının bulutlara vuran ışığını izledim, mutluydum. Sevinçlerin en büyüğünü yaşarken sırtıma giren bir soğukluk hissettim. Hemen galibiyetin sarhoşluğuna katılan ben, çeliğin soğuğunu yedim. Yine bulutlara baktım. İçiçe geçmiş bulutlar bir şeylerin daha bitmediğini, görevlerin boy boy dizildiğini anlattılar bana. Görevden görev doğar, görevden görev doğar. Bu birbirinden doğuş hem cesaretimi kırdı hem daha cesur biri yaptı beni. Gülümsedim. Bulutların üstü sıcak olmalıydı. En azından Tanrı oradaydı…

* * *

Burası Osmanlı’ydı. Peygamberin sözüne mazhar olmuş şehri almak istemeyen bir hükümdar ya hükümdar olamamıştır ya da korkaktır. Nice hükümdar olamayanlar ve korkakların arasından sıyrılmıştı o işte. Bastığı yeri titreten, çağının en büyük sultanı, büyük hakan Sultan 2. Mehmet… Ben de onun askeriydim. Bilmediğim ama içinde hurilerin gezdiği, boğazından yer yer altın akan, yedi tepe üzerine kurulmuş büyülü bir şehirmiş derlerdi alacağımız yere. Havasını içine çekenin gönlünde çiçekler açtıran, suyundan içenin balık olup yedi deryayı gezdiği, bulutlarından fal bakılan. Bir araya girmiş bulutlarının sana geçmişi geleceği anlattığı. İşte böyle bir şehirmiş derlerdi Constantinopolis için. Gidip fethettik orayı. Mertçe savundular şehirlerini. Ama yüce sultanımız karşısında kim durabilir? Tıpkı bir büyücü gibi karadan yürüttü gemileri. Büyük Viking fatihi Ragnar’ın yaptığı gibi. Bilgisinin, inancının, arzusunun ve imparatorluğunun önünde kimse duramadı sultanımın. Güzeller güzelini aldık işte. Bazı kelimeler bazı şeyleri anlatırken tüm sıfatların katili oluyor. İnsan yepyeni kelimeler yaratıp sevdiği şehirlerin üzerine giydirmek istiyor. Öyle oldu. Bu şehre baktığımda geleceği gördüm. Zaferi, daimliği ama aynı zamanda kaosu gördüm. Başlangıçta kaos vardı ve sonra dünya yaratıldı, derler ya. Yeni yaratılan bir dünya gördüm. Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı ve olmadı da. O an kalbimin ortasına girip beni kalpsiz bırakan oku gördüm çünkü. Kalpsiz kalmış ama gönülsüz kalmamıştım. Surlardan aşağı düşerken bulutlara baktım. İçiçe geçmiş yemyeşil bulutlar. Cennetin kapıları sonuna kadar açılmıştı belli, yemyeşil bulutlar bu demekti. Allah’a ulaşmanın mutluluğuyla surlardan düştüm…

* * *

Burası İstanbul’du… Anlatsam aklınız lal olur, dimağınız yorulur, şirazeniz kayar. İşte öyle günlerden geçtik. Zulmün karşısında utancından duran saatler biliyorum. Şehr-i İstanbul İstanbul olalı böyle ağrı görmedi. Kafirin adamı getirdi boğazımıza dayadı demir aslanını. Ondan güç alan kediler, fareler doluştu şehre. Yıldız takmış maymunlar emir verdi kundaktaki yavruya bile. O günlerin zulmünü elbet ozanlar anlatır bir gün. Lakin huzurunuz kaçar, göz pınarlarınız kurur, meczup olursunuz. Bunlardan korkmayanlar dinlesin. Evvel zaman önce, ilk harpten sonra yıkıldı buralar. Fatih’in İstanbul’unu eller işgal etti. Boğaz bile akmamaya başladı. Derler ki ne zaman düşman demir aldı, Boğaz da öyle akıttı suyunu. İşgalin ilk gününden son gününe kadar aynı su durdu, kaldı Boğaz’da derler. İnanırım. Bir kere bile yüzünün güldüğünü görmedim güzelimin. Gözyaşımızı yaşına kattık, şehrin dört bir yanından gelen uğultu sesi de ağlayışlarımızdı. Ben yaşlı bir kadındım, savaşa gidemedim. Şu gemileri göreceğime genç olup savaşta öleydim. Anadolu’nun cepheye varan kadınları gibi koşaydım cepheye. Lakin her kötü kaderin elbet bir sevinç anı oluyordu işte. Oldu. Bir gün bulutlar masmavi oldu, Boğaz masmavi oldu. Bir kumandan var dediler adı Mustafa Kemal’miş… Gözleri masmaviymiş. “Geldikleri gibi giderler.” demiş bu demirden aslanlara, maymunlara, farelere. Ben görmedim ama görenler anlatıyor. Yedi umman mavisini onun gözünden almış. Önce Çanakkale’ye vermiş mavisini, ordan buraya akıtmış. Onun rüzgârından savruldu bütün aslanlar, kediler, fareler. Sanmam ki bin yıl geçse onun hakkını ödeyemez sonrasında gelenler. Şimdi ben hasta yatağımda yatıyorum. Zaferin verdiği sarhoşluğu hissederken artık temkinliyim. Çünkü daha önce yaşadım. Göğsüme mızrak yedim bir oldum, sırtıma kılıç yedim iki oldum, kalbime ok yedim üç oldum. Şimdi ise odamın penceresinden masmavi görünen bulutlara bakarken artık emin ve temkinliyim. İç içe geçmiş ruhlarım bir matruşkayı andırıyor. Şehrimin tarihi bir matruşkayı andırıyor. Bir sayfasını atsan kendini yitirir. Nasıl matruşka bir bebeğini dahi kaybetse artık tam değildir, şehrim de öyle. Bir ruhumu atsam nice acı yeniden yaşanır. Bir gönlümü atsam eksik kalır, gelir yerinde kargalar bağırır. Bu tamlığa ulaştığım için mutluyum. Bir daha doğmamayı istiyorum. Şehrimin bir acısını daha göremem. Mavi bulutların daim olmasını istiyorum. Kırmızı, sarı, yeşil bulutlarla içiçe o mavilik tüm birlikteliğe rağmen hepsinin önünde, huzurlu ve daim…”

Merve Aydın

Kendimi bildiğimden beri yazıyor, yazıyorum. Lisans ve yüksek lisansı tarih olan, doktora çalışmalarına yine tarih bölümünde devam eden bir akademisyenim. Bu esnada öyküler yazıyor, okuyor, diller öğreniyor, gerçekle masalın ortasında gide gele ne gerçek ne değil anlamaya çalışıyorum. Marquez ve Le Guin başımın tacı ve tabii ki Potterheadliği de yakamda parlak bir yıldız gibi taşıyorum.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Merhaba @merveriii

    Kurgunu çok sevdim. Farklı zaman diliminde, farklı bakış açılarıyla Ä°stanbul’ u ve yaşanan ölümleri anlatman çok etkileyiciydi. Öykünün atmosferini beğendim. Dönemler kısa kısa anlatılmış olsa da dolu bir hikayeydi. Cümleler titizlikle seçilmiş, insanın içine işliyor. Matruşka ve bulutlar konusu çok hoştu.

    Burayı ayrıca beğendim. Tasvirlerin çok başarılı.
    Diğer seçkilerde görüşmek üzere. :slight_smile:

  2. @maviadige Çok teşekkür ederim. Yorumların her zaman o kadar latif ve anlamlı oluyor ki. Her zaman çok değerliler. Öyküyü beğenmene de ayrıca sevindim. :heart:

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for merveriii Avatar for maviadige