Duvar gittikçe büyüyor. Doğu ve Batı birbirine diş biliyor. Partiler geliyor, sendikalar gidiyor, birlikler yükseliyor, yumruklar sıkılıyor…
Aralık ayıydı ve çok soğuktu hava. Evsizler donuyordu. İçimde bir hıçkırık, hiç akmayan bir gözyaşı gibi titriyordu. Zavallı hayatımın beni sürüklediği son yerdeydim yine, bir kasinoda, otuz katlı bir gökdelenin altında. Yediden yirmi dörde hep açık, her yana uzanıyordu adeta, çok özgür hissediyordum aynı zamanda tutsak. Bir de evsizler ölüyor biliyordum ve kalbimde bir televizyon gürüldeyerek ağlıyordu.
Gece yarısını fersah fersah geçiyordu saatler ama hep açıktı burası ve hep ışıltılıydı. Kalbimdeki televizyona elektrik akıtıyordu üstelik. Sahtekâr imgeler patlayıp paraya dönüşüyordu. Güzel kadınlar vardı her yanda, cüretkâr pozlar veriyorlardı ve acımasız vaatler tatlı bir zehir gibi. Orospular her türlü uyuşturucudan daha beter…
Burada zaman yoktur hiç, dışarıda gece ve gündüz varsa, burada sadece bitmek bilmeyen bir ışıltı vardır. O ışıkla sarhoş olursun. Alkolden de ötede, varlığın liflerine sığmayan bir arzunun kaynağından gelir o ışık. Kumarbazlar anlayacaktır demek istediğimi. Çünkü oyun ve hayat birbirine karışır, bir ömürlük tutku bir anda yaşanır. İnsan sadece o garip kuşkuyu, beklentiyi ve arzuyu hissetmek, o kıpırtıyı, sesleri ve büyük bir çırpıntıya dönüşen insanlıktan yükselen garip müziği duymak ister.
Kafam dumanlıydı nitekim, her şeyi duyuyordum ve sarhoştum da. Ne yaptığımı bilmiyordum. Slot makinesinin karşısına oturtulmuş bir şempanze gibiydim. Bir an için kocaman dalgalar üzerime geliyordu. Issız bir sahildeydim, parmaklarım tuşlarda, dalgayı kontrol ediyordum. Bir an için heyecanlı hissediyordum. Mutlu değil, sadece dopamin patlaması. Renkler ve sesler. Sonra dalgalar çekiliyordu geri. Yine ıpıssız sahildeydim fakat bu sefer havzada bir damla su kalmamış… acımasız bir medcezir. Sıfırı tüketmiş gibi hissediyordum. “İşte bu gecelik bu kadar,” dedim, “zavallı hayvan! Yatağına git ve ölmeyi bekle. Daha fazla dalga yok. Daha fazla beklenti yok. Hepsini tükettin.”
Kaybedince anlayıverdim o gece, cebim de delikti, ruhum da. Geçimsiz bir köpektim. Kazandığım tüm dostları harcamıştım. Yapayalnızdım. Tabii ki yalnızlık çağıydı; bu doğru. İnsanlar kataloglardaki kadınlara ya da erkeklere bakar dururdu. Televizyonda o kataloglar kıpırdar ve dans ederdi. Benim sorunum neydi? Kataloglarla ilgilenmiyordum. Ben çünkü kumarbazdım. Ben çünkü fahişe tutkunuydum. Ben çünkü aptaldım ve öbür taraftan geliyordum.
Benim kataloğum etrafımı saran pislikte sıra sıra dizilmişti. O gece de sıfırı tüketmiş olmanın verdiği o buruk huzurla kadınlara baktım hatta bir tanesi bana alay eder gibi göz kırptı. Sonra beni taklit eder gibi büktü dudaklarını. “Huysuz adam,” deyip geçti kırık dökük bir Türkçeyle. Aşağılanmış hissettim, fakat çok da coşkulu. Ona tecavüz etmek istedim, hemen orada… nasıl da uyandırıyor içimdeki azgın şempanzeyi bu kaltaklar.
Bir an geçti ve tüm yabancıları sevmek istedim. Güzel parfümler, hepsi birbirine karışmış, gerçek ve sahte… hepsi, hepsi… gece ve gündüz, aşk ve inat, ruh ve ahlaksızlık. Alkol su gibi akıyor, gece eriyor, karanlık dağılıyor, ışıklar doğuyordu. İçimde kelebekler intihar ediyordu, bir günlük ömrün kocaman ıstırabı, korkunç metamorfozdu. Farkındaydım her şeyin. Sıfırı tüketmiş bir inisiye. Gerzek bir filozof. Ahmaklık dininin peygamberi… ve mutsuz değildim üstelik, hiç de küskün değildim, sadece sıska bir eşek gibi hissediyordum. Sırtına kocaman bir aptal yazısı dağlanmış. Öylece içten içe bağırarak kalkıp gittim.
Lobiye çıkınca onunla karşılaştım. Ne biçim bir puan kaybı. Sırtıma çöken bozuk bir hal. Şöyle göz ucuyla bir bakınca midem bulandı. Ondan mı, yoksa onun yanından böyle süklüm büklüm geçecek olmamdan mı bilmiyorum. Elinde pahalı bir viski tutuyordu. Suratında despotik bir ifade. Önünde ışıltılı markaların katalogları. Herkes etrafında gibiydi. Tüm dünya ona secde etmişti sanki. Borsanın yansıtıldığı o simsiyah ekrandaki yeşil oklar onu gösteriyor, kırmızı oklar ona boyun eğmiş gibi. Boğayla da ayıyla da iyi geçiniyordu pezevenk. Bir şeyleri imzalıyordu. Ne o beni fark etti ne de ben onu fark etmiş olmak istedim. Gerçek dalgaları o yönetiyordu sonuçta. Takım elbiseli şişman burjuva. Ben mi? Kendinden bıkmış sıska kumarbaz. Neyi kontrol edebildim ki bir de ona kafa tutayım.
Hakikat denen şeyin ne denli acı olduğunu sokaklarda anladım. Gerisi uydurmaca mı? Bilmiyorum. Fakat insan ormandan sokaklara çıkmış bir maymun ve bu maymunlar gecesine şimdi şapır şupur seriliyordu yağmur. Camlarda buğulanan nefeslerde damla damla birikiyordu. Romantik diyordu bazıları bu manzaraya, ben de öyle düşünebilirdim eğer leş bir insan paçavrası olmasaydım.
Yürüdüm kendime küfredip durarak. Montun içine gömülüp caddeden aşağı süpürüldüm. Simsiyah görünüyordu her şey. Bozuk bir televizyonun ekranı gibi. Doğmak bilmeyen bir gün gibi. Her şey elegant, gösterişli ve tertipliydi. Sefil hayatımın beni sürüklediği yalnızlığı kabullendim bir gece daha ve tüm şehir arkamdan gülüyor gibi hissettim.
Borçlandığım tiplerden biri aradı aniden. Kalbime kötü bir şey olacakmış gibi ağır bir his çöküverdi. Açıp adamın anasına bacısına küfretmek istedim. Fakat sıktım dişlerimi ve hiçbir şey yapmadım. Telefon manyakça bir öfkeyle çalıp durmaya devam etti. Cebime koydum ve susmasını umdum. Her şey olabildiği kadar kötüydü. Cebimde zang zung telefon çalıyordu, suratım insanlığa edilmiş bir küfür kadar çirkindi, cebimde beş kuruş yoktu ve üstüm başım sigara kokuyordu.
Gökdelenlerin, elegant plazaların, paranın ve brutalist estetiğin kıyısından köşesinden geçip gittim öylece. Yağmur suskun bir acuzenin inip kalkan nefesi gibi çiselemeye devam etti. Kafama, gözüme, koca çirkin burnuma damlayıp durdu. Kalbimde şeytanlar caz konseri verdi. Caddeden büsbütün ayrılıp şehre yamalanmış acayip sokaklara girdim. Canım evime gitmek istemiyordu. Macera arıyordum. Macera da buradaydı zaten, hayata kıçından bağlı berbat bir ucube, sokakların rengi ve soluğu.
Parlak ışıkların yandığı bir dizi binanın önünden geçtim. Sonra yolun karşısındaki bir banka oturdum. Bank ıslaktı fakat umurumda değildi bu durum. Biraz dinlenmek istiyordum sadece. Fakat insanlar birbirine bunu bile çok görür, bir parça yalnızlık ve sessizliği. Yanıma şişman bir adam oturup mahrum etti beni suskunluğumdan. Çok çirkindi üstelik pezevenk ve sonradan anlayacaktım ki sahiden bir pezevenkti. Pezevenkler boktan yerlere oturmayı umursar mı bunu bilmiyorum fakat adam yanıma gelmekten pek bir şeref duymuş gibiydi, “selam kardeşim,” diye parladı, “ne yapıyorsun buralarda? Bir şeyler arıyor gibisin.”
“Hiç,” dedim, “geziniyorum öylesine.”
“Nerelisin kardeşim? Buralı değilsin sen galiba.”
Bu soru üzerine kısa bir an düşündüm. Sonra Hazar’ın kıyısındaki talihsiz ülkemin ismini söyleyiverdim. “Çok duydum oraları,” dedi iki kez ardarda. Birkaç şey daha söyledi fakat o kadar boğuk konuşuyordu ki anlayamadım. Herhalde burada ne işim olduğunu soruyor diye düşünerek, “burs sınavını kazandım,” dedim, “okuyorum.”
“Canın neye sıkkın öyleyse? Ne güzel okuyorsun işte,” diye güldü gevrek gevrek, “bir şey mi arıyorsun yoksa? Güzel içkilerimiz ve kadınlarımız var…”
Cevap vermedim. Adamın suratına bakmaya devam ettim öylesine. Toplumun en aşağılık uçurumlarını gördüm. Bu uçurumun doğada herhangi bir yeri var mı? İnsan tabiatın yarattığı en çirkin sanat eseri mi yoksa? Bir maymun zekanın kötücül kıvılcımıyla ayaklanıp da eti ve tüyleri boyayarak pazarlamaya başlarsa edinebilir mi bu leş yüzü? Boş, konuşuyorum işte. Sanki böylesi şeyler beni çok rahatsız ediyor gibi… ben en çok bu tipleri severim. Samimi değildirler fakat samimiyetsizliklerini gizlemek için de hiç uğraşmazlar. Aracıdırlar, elçidirler… elçiye zeval olmaz. Gerçi cebimde biraz mangır olsa şu pezevengi oynatırdım karşımda, aşağılık eğlenceleri ve iliklerine kadar sahte olan hürmeti severim.
Fakat o an hiçbir şey istemiyordum. Parasızdım, yorgundum ve ezilmiştim. Tek kelime etmeden kalktım gittim. Pezevenk itleriyle gülüştü arkamdan. “Yazık, yazık,” dediler, “bir şunları kurtaramadık.” Pezevenkler milliyetçilik satmamalı.
Belirli bir yön olmadan yürüdüm. Sokaklar beni gitmem gereken yere taşıyacaktı. Bazen böyle yürümek gerekir. Bir cevap bulabilmek için kaybolmak gerekir sanırım. Fakat o gece bir cevap bulmaktan ziyade kendimi bulantı, nevroz ve korkudan yamalanmış bir paçavraya dönüştürdüm. Zavallılığın pek çok rengini gördüm. Üşüyen fahişeler gördüm, renk renk kaldırım çiçekleri gibi büzüşmüşler. Kimisi sarı, kimisi siyah, kimisi kızıl, kimisi ise hepsi, bir travesti. Çok laflar duydum yine arkamdan ve bolca gülüşmeler. Ezilip sindim iyice. Kendimden biraz daha nefret ettim.
Köpekler ortalıkta cirit atıyordu bir de. İnsanlığın yarattığı tüm çarpıklıklar bu pire torbalarının ezik büzük hilkatına yansımıştı. Bir toplu konut sitesinin, güneşte cayır cayır yanan asfaltın, betonu delip geçen o acayip dikenlerin hepsi kuçu kuçuların gece ile kavuşmuş o meraklı suratlarında bulunuyordu. Dikkatle bakınca insan köpeklerde bir haritayla karşılaşır.
Karanlıktan ve rutubetten çekinip caddeye çıktım. Yağmura, soğuğa ve geceye rağmen canlı görünüyordu ortalık. Her çeşit insanla karşı karşıyaydım. Üçüncü dünya ülkelerinden gelen turistler, sarıklı, cübbeli tipler, ayyaşlar, berduşlar, kaldırım tüccarları, canı sıkkınlar ve bir hikayesi bile olamayacak kadar sönük tipler. Işıklar, gölgeler ve seslerle dolu bir canlılık ya da canlılığa benzer bir yanılsama. Gece hakikatinin müziği. Gündüz, gecenin uykuya daldığı an yarattığı rüyalara benziyor ve insan gece olduğu takdirde bu rüyanın hakikate akseden esas benliğine kavuşuyor. Büyük şehirler ancak geceleri gerçektir, gündüzleri ise bir hayal.
Şehir içine sığdıramadığı, bir köşeye koyamadığı bunca mahlukatın yarattığı zavallılıkla dokularını çürümeye kurban ediyordu. Hakikat çürüyordu, gündüzleri bu mesele ihmal edilir.
O mahşeri fakat bir o kadar da alelade manzara gittikçe seyrelmeye, cadde de tenhalaşmaya başlayınca her yanı garip bir uğultu, soğuk bir sessizlik doldurdu. Saatler yavaş fakat acı verici aralıklarla dönüyordu. Deliliğin kıyılarına ulaşacak gibi hissediyordum biraz daha yürürsem, kıpırtısız, dalgasız ve de durgun bir denizde yalın ayakmışçasına donuk gün batımına doğru. Zaman ve muhayyile birbirine ne garip jestler yapıyor.
Bir ara sokağa girdim bu korkunç fikirleri boşlukta bırakıp. Kaldığım eve açılan sokağa çıkacaktım. Sokaklar ve anlamsız yürüyüşüm birbirine dokunarak bana biricik cevabı; klastrofili mahpusluğumu göstermişti bir inci çiçeği gibi. Şehrin geometrik serhaddinde öylece açığa çıkmıştı zihnimin bulantıları.
“Her zamanki gibi yürüyüp gideceğim,” diye düşündüm, “sonra bir şekilde kendimi yatağımda bulup sallantılı rüyalara kapılacağım.” Fakat o gece öyle olmadı. Gölgelerin perdesinden yükselen zayıf ve tatlı bir ses, “pardon, özür dilerim,” diyerek karşıma çıktı. Önce, gergin sinirlerimin o yozlaşmış uçlarına dokunup sönük bir kobalt yangını çıkarttı bu ses. Tüylerim ürperdi, nefrete, korkuya ve acıya aşina algımı sesin kaynağına yönelttim.
Fakat orada kalbime soğuk pınarlar gibi dökülen acı verici bir manzarayla karşılaştım. Hakikatte bu, acı verici olmaktan ziyade, küçük bir çaresizlik damlasıydı. Fakat insan ve hakikat birbirine paralel giden bambaşka çizgilerdir. Karşılaştığım şey bu çizgilerin birbirine dokunmak için çırpındığı bir hilkat sancısıydı. Saçları ensesinde biten, temiz yüzlü bir kızdı bu. Koltuk değneklerine tutunmuştu. Çok zavallı gözüktü gözüme. Kalbime buzdan bir kıymık gibi battı her şeyi. “Lütfen,” dedi titreyerek, “biraz paraya ihtiyacım var.”
“Ne için?” diye sordum. Kız korkuverdi, daha çok titreyerek, “biraz daha bulursam kalacak bir yerim olur,” dedi. Türkçesi yarım yamalaktı.
Ürkek gözlerine, soğuktan kızarmış yanaklarına baktım. Üzerindeki ceket incecikti. Belli ki evsizdi. “Kaç gündür sokaklardasın?” diye sordum.
“İki yıl,” dedi. Afalladım. Yalan mı söylüyordu?
“Nerelisin?” diye sordum içimde giderek büyüyen yakıcı bir merakla. Slav kökenli uyduruk bir ülkenin ismini söyledi. Birlik’ten geliyordu o da. Konuşa konuşa yürümeye başladık. Kaldığım evin bulunduğu sokağa çıktık. Başından geçenleri anlattı. Fakat fazla sürmedi bu. Kelimeleri birbiri üzerine ekledikçe durgunlaştı. Nihayetinde de sustu. “Bu gece bende kal, yarın olunca gerisine bakarız,” dedim. Neredeyse iniltiyi andıran bir sesle teşekkür etti.
Evime girince onun için salonda uyduruk bir yatak hazırladım. Koltuğa rahatça sığacak kadar çelimsizdi. Kaç yaşında olduğunu sormaya dilim varmamıştı, gerçi yirmisinden daha büyük gözükmüyordu. “Kıyafetlerini değiştirmek istiyor musun?” diye sordum. Bir şey söylemedi. Sadece öyle ürkek ürkek bakmaya devam etti. Ben de iş olsun diye içeriden eski kız arkadaşımın kıyafetlerini getirdim. Vücut ölçüleri hemen hemen aynıydı. Kız, kıyafetlerde bir dünya haritası varmış gibi uzun uzun baktı onlara.
“İstersen duş da alabilirsin,” dedim. Cevap vermedi yine. Daha da durgunlaştı. Çenesi titriyordu. Temiz bir havlu getirip kıyafetlerin üstüne bıraktım ve çalışma odama geçtim. Sarhoşluğun bulantısı giderek kalkıyordu üzerimden. Tekrar düşünmeye başlamıştım. Kalkıştığım her iş gibi, bu da ruhumda garip bir huzursuzluk yaratmıştı. Neden sürekli saçmalıyordum ki?
Aklım kötücül fikirlerle dolup taşıyordu. Belki de bulaşıcı bir hastalığı vardı kızın? Ya da beni biraz mangır için boğazlayabilirdi? Belki de bir hırsızdı? Belki de… muhayyile korkunç ihtimalleri bir araya getirerek o zavallıdan bir şeytan örmeye başladı. “Belki de,” diye düşündüm, “bu kız bir cadı… bir rusalka, sokaklar kapkara bir nehir, betonlar o korkunç ağaçlar, sessizlik o korkunç inilti ve bu kız benim mahkumiyetim.”
Aklımdan geçen düşüncelerin yankısı önce ürpertiye, sonra da kendime doğru yönelen bir aşağılamaya dönüştü. Bilgisayar masasının karşısındaki koltuğa oturup bir sigara yaktım. Perdenin aralı bıraktığım kısmından şiddetini arttıran yağmurun yarattığı ıstırabı gördüm. Hem ben, hem de kız güvendeydik şimdi. Fakat ya öbürleri? Kalbimdeki televizyon harekete geçti.
Salona gidip kızın ne durumda olduğuna bakmak istedim. Hatta onunla uzun uzun konuşmak… kaç yıl oldu bir kıza dokunmayalı?.. Aklım iğrenç ve hastalıklı düşüncelerle dolup taşarken hem ona hem de kendime biraz rahatlık sağlamak için aramıza mesafe koymanın en iyisi olduğunu düşündüm. Muhayyilemi kızın yarattığı o meyus tesirden korumak içinse bir meşguliyet bulacaktım.
Maillerimi kontrol etmek istiyordum. Kalkıp bilgisayarı açtım. Bu esnada kızın banyoya girdiğini duydum. Buzun üzerinde yürüyen bir kedi yavrusu gibiydi. Onun o masum, ürkek ve de tertemiz bakan gözlerini düşündüm. Muhayyile bu sefer başka bir açıya doğru meyletti, hatıralarıma… kuzenimin canlı bir siluetini görüyordum karşımda adeta. O kızın çaresizliğiyle karışmış, mahzun, terütaze ve el değmemiş kuzenim. İçimde soğuk bir şimşek gibi dallanıp budaklandı bu esrarlı hayal. Ağlayacak gibi oldum.
Çok genç yaşta evlendirilmişti kuzenim, o zamanlar daha on altı yaşında olmalıydım. O günden sonra hiç görmemiştim onu, ancak annemden aldığım bir mailde öğrenmiştim ki çocuğunu doğururken ölmüş. Hafızam yaşadığım bu sefil hayat yüzünden artık bana ihanet ediyordu. Geçmişte kalan yılların hepsi birbirine çok benziyordu acı bir şekilde. Hepsinde pişmanlığı, özlemi, saflığı ve kederi görüyordum. Evsiz kız, geçmiş tüm günlerimin sönük bir toplamı gibi çıkmıştı karşıma. Muhayyilem, bana hayatı korkunç bir çarpıklık yığını gibi gösteren o şerefsiz, bu kızın tesiriyle el bir olup çok feci incitiyordu beni.
Gözlerim buğulanıyordu. Bilgisayar ekranının acı verici parlaklığı giderek daha da heybet kazanan, bilincime hükmetmeye başlayan bir dalgınlığa dönüşüyordu. Kalbim yılların verdiği acıyla eziliyordu. Bir sigara daha yakmak istedim. Fakat mail adresim açılmıştı. Gözlerim artık otomatikleşmiş bir dürtüyle babamdan gelen son postaya kenetlendi. Paketi öylece bıraktım masaya. Sanki peder karşımdaymış gibi garip bir utanç sarmıştı her yanımı. Kalbim sızladı yine maili açtığımda. İki hafta önce göndermişti bunu bana. Sansür Bürosu’nun bile müdahale etmeye kıyamayacağı kadar güzel bir metindi.
Kim bilir kaç defa okumuştum tekrar tekrar. Özlem böyle bir şeydi işte. O elektronik mektubun baba sevgisiyle dolu sıcacık satırları, kalbimde kanayan yaralara tuz gibi serpilirdi her okuduğumda. Pederin o bilge ve ışıklı yüzünü düşünür, içine düştüğüm bu sefil çukurun acısını çok daha derinden hissederdim. Çünkü benim peder saygıyla büyütmüştü beni. Çocukluğuma dair hatırladığım ve dokunmaya dahi kıyamadığım o güzel anlardaki neşemi hep onun sevgisine ve yüce gönlüne borçluydum.
Saygı göstererek büyüttüğü, hayranlık ve hasret duyduğu bir ülkeye nice umutlarla gönderdiği oğlu, şimdi boynu bükük bir bataklık canavarından ibaretti. Hem babama hem de onun umutlarına ihanet etmiştim. En büyük ihaneti ise kendime yapmıştım… belki de büyük bir dilci olarak yetişip Birlik’in kızıl pençesinde kalan yurduma dönecek, insanlarımın çoraklaşan zihinlerine yitirdikleri kimliklerini dil vasıtasıyla tekrardan kazıyacaktım. “Dil büyük bir devrimin kıvılcımı,” dedim kendi kendime, “dil kalbin anahtarı.”
Şimdiyse bir hiçtim. Yazdığım hiçbir şey ciddiye alınmamıştı. Tüm çalışmalarım güzde dökülen yapraklar gibi çöplüğe saçılmıştı. Beş parasız ve yorgundum. Ölümü bekliyor yaşamı oyalıyordum öylece. Harcıyordum kendimi. Koltukta öylece otururken yüreğim sızladı. Şehrimin buruk hatırası geçip gitti gözümün önünden. Hazar’ın çırpınışları, rüzgârların hırçın darbeleri. Bir sabaha karşı, henüz ortalık alaca aydınlık iken Bulvar’da dostlarım ile avarelik ettiğim anları, o ayaza karışmış petrol kokusunun mest eden güzelliğini düşündüm. Ne saf ne mesuttum o zamanlar…
Peder o günlerde bir plak dinletmişti bana. Bu plak çok büyük zahmetler sonucu geçmişti eline. Eğer o plağın varlığı açığa çıksaydı pederi büyük ihtimalle hiçbir zaman dönemeyeceği bir yere göndereceklerdi. Süründüğüm bu şehrin güzellikleri etrafında dönen bir aşk hikayesini anlatıyordu şarkı. “Çok güzel bir dil,” demiştim. “çok zarif, çok nazik, çok ihtişamlı… üstelik öz dilim kadar yakın.”
O plaktan duyduğum şarkı rüyalarımda kutsal bir ülke yaratmıştı. Bu rüya hızla yaşadığım anlara aksetmiş, gençlik alevi hürriyete karşı duyduğum bir hasrete dönüşmüştü. Gerçi hür müydüm şimdi? Gençlik hezeyanlarım ve hayatımın şimdiki çıkmazı birbirine karıştı, düşüncelerim yalpalamaya başladı gittikçe.
Düşüşteydim artık, terliyordum. Maillerin olduğu ekranı öylece açık bırakarak kalkıp koltuğa çöktüm tekrar. Bir sigara daha yaktım. Düşündükçe daha çok ıstırap hissettim. Ben bir hayal kırıklığıydım.
Koridordan gelen bir ses ile düşüncelerim kök salamadıkları zihinsel topraklardan kopup hiçliğe süpürüldüler. Kız zar zor yürüyerek odama kadar geldi. Kapıyı sanki kızgın bir demire dokunuyormuşçasına korkarak açtı. Ona verdiğim havluyla vücudunun mahrem yerlerini örtüyordu. Zar zor duruyordu ayakta. “Şimdi mi?..” diye sordu titreyerek. Her yanım kızıştı. Sigaradan bir nefes daha çektim. Damarlarımdaki kana beyaz kadın etine duyduğum tutku karıştı. Fakat “hayır,” dedim sanki alevden bir teli dişlemişçesine, “sana bunu yapmayacağım.”
Kız oracıkta ağlamaya başladı. Yarısına kadar geldiğim sigarayı küllüğe bastırdım. “Artık uyuyalım,” dedim, “yarın bir şeyler düşünürüz.”
* * *
Ertesi sabah karmakarışık ve rahatsız edici bir rüyanın uçurumundan yuvarlanarak uyandım. Işıkta ve gölgelerde garip bir kıpırtı vardı. Duvarlar, sabahın bulanık kasvetiyle birleşip üzerime yürümeye başladı. Kalkıp salona geçtim. Bomboştu her yan, bir başka insanın soluğundan arta kalan o yakıcı boşluk hissi… kaybedilmiş bir kadının bıraktığı acı… düşsel bir sevgilinin gerçekliğe akseden kahredici yankısı. Kalbim acıyordu. Bir rüya mı görmüştüm yoksa dün akşam?
Sehpadaki havlu ve örtüler dikkatimi çekti. Huzursuz edici bir deja vu anı gibi yaklaştım onlara. Bir şey daha vardı. Bir matruşka. Yüreğimde sızlayan garip bir heyecanla matruşkayı elime aldım. Teker teker açtım tüm bebekleri ve nihayetinde bir notla karşılaştım. “En küçük bebeği senden aldım,” diyordu titrek el yazısıyla, “ne paranı, ne de ruhunu, ne de kalbini aldım senden… fakat en küçük bebeği aldım.”
Sonsuzluğa doğru açılan bir vadiye gider gibi pencereye doğru yürüdüm ve ardına dek açıp vücudumu dışarı sarkıttım. Sabahın ağır yorgunluğu, gökyüzünü dolduran kasvetli bulutlar ve de sokaktaki boşlukta onu gördüm. Ağır ağır, koltuk değneklerine tutanarak gidiyordu. Tüm vücudum koşup onu yakalamak arzusuyla yanıp tutuşsa da, zihnim kenetlenmiş, öylece seyredivermiştim onun gidişini…
Sokağı dönüp gözden kayboluncaya dek öylece seyrettim onu. Kalbim acı içinde sızlamaya başladı. O masum ve ürkek bakışları, minik ve zarif elleri, koltuk değnekleriyle yürüyen kırık vücudunu düşündüm… daha da kötüsü o vücudu bana dün gece çaresizce sunuşunu…
Acı içindeydim yarrabi. Acı içindeydim. Neden reva gördün bunu insanlara? Neden böylesine alçalttın bizleri birbirimizin karşısında, neden izin verdin şeytanın kalplerimize girmesine… Tanrım neredeydin o sabah, neden izin verdin o kızın gönlümdeki tüm virgülleri alıp da gitmesine.
“En küçük bebek,” dedim kendi kendime matruşkayı tekrar birleştirirken. Artık eksikti, tıpkı kalbim gibi. Çalışma odama geçip sigara paketini aldım ve sanki bakarsam onu görebilecekmişim gibi tekrar sarktım pencereden. Bir sigara yaktım. Gün, bomboş sokakta ağır ağır yükselmeye başladı. Birkaç tane insan figürü göründü. O kadar. Alelade hayatlar, alelade bir uğultu.
İçeri geçtim. Koltuğa yığıldım öylece. Tüm hayallerim ve hatıralarım bir moloz gibi üzerime çökerken sarsıla sarsıla ağladım.
- Avara’nın Minotor’u Öldürmesi - 1 Şubat 2022
- Cotard City ve İşaretler - 1 Aralık 2020
- Yıldızlarla Birlikte Ağladım - 1 Ağustos 2020
- Masal, Kireç Rengi Kelebek ve Android Kız - 1 Temmuz 2020
- Hepsini Anlatıyorum - 1 Ocak 2020
Olağanüstüydü. Fazla ne denir bilemiyorum. Belki de şu ana kadar okuduğum öykülerinizin en iyisiydi. Gerçekten bravo.
Öykülerinizin kaotik yapısını, bazen konudan bağımsız olan ama kendi içlerinde insana tesir eden tamlamalarınızı her zaman beğendiğimi ifade etmişimdir zaten, ama bu öyküyü sizin yazmaya biz okuyucuların da sizden okumaya ihtiyacı vardı bence.
Yani şu öykünün Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” eserinden ne eksiği var doğrusu bilemiyorum.
En küçük Matruşka’nın bölünemez özünün öykü karakterinizin özü olduğunu düşünüyorum. Belki daha genç olsaydım ben de sarsıla sarsıla ağlardım sonunda.
Gerçekten tekrar bravo diyorum, bir yazar olma konusunda dolu dizgin gidiyorsunuz.
Görüşmek üzere…