Öykü

Güneşin Safsız Siyahlığı

Aklımın orta yerine bir radyo tiyatrosunun en keyifli tiradından geldiğini biliyordum. O gün dolap tam takırdı. Doymam lâzımdı. Ellerim üşüyordu. Ev yokuşun başındaydı. Hiçbir şey ses tonun kadar doyurucu ve sıcak olamazdı. Radyodan gelen sesin yorgundu. Yok yere değil, epey geriden, kuyunun dibinden geliyordu. Oynadığın oyun 1900 senesinin yirmi dokuz Şubat gününde geçiyordu. Olaylar o gün başlıyor, sonra zoraki ilerliyordu. Bay Tetikel isimli adamın eli sahiden tetiktenmiş. Kuzey’de, belasıla nam salmış yerleşimlerden birinde yaşıyordu. Buraya onun tüneği de diyebilirdin. Yine de, kolay olanı seçtin.

 

Bay Tetikel, elini arka cebinde gizlemeye çalışırken kıçını ateşlemiş bir gün. Hem can yakarmış hem sakar. Güler gibi oldun bu hâline. Dünya’nın bambaşka bir şehrinde, cinayetten aranan Bay Tetikel’in dışarı çıktığında elini saklaması çok olağan, silahın yanlışlıkla ateş alması ondan daha olası gelmişti. Yine de kalbin hızla atıyordu. Karşına geçip, “Böyle şeyler hep olur,” demek istiyordum, “Dert etme.” Sözlerini bölemeyeceğimin bilincindeydim. Duysan bile yüzüme bakmaz, yalnızca kulağını bana doğru çevirirdin. Kedilere benzetirsem kızabilirdin. Bir uzvun beni fark etti diye sevineceğimden emin olabilirsin. O yüzden umursayamıyordum Bay Tetikel’in kurşun sıyırmış kıçını. Tam düşkünlüğümle dert yanacağım, senin sesin külüstür radyonun tükenmek üzere olan pillerine yalvarıp yakarmama sebep olarak eve giriyordu. Kelebekler duvar çatlaklarına nasıl sığmıştı? Seni duyunca oralardan çıkmalarını değil, bunu yadırgamıştım. Derz aralarındaki kupkuru çamurlar mayışıp yayılıyordu. Yerler ışıldayıp göz alıyordu.

Sen Bay Tetikel’in bitmek bilmeyen maceralarını anlatırken asıl fantastik roman benim evimde yazılıyordu. Avizeden sarkan su perilerini dans ettiriyordun. Neden sonra bitiyordu. Sesin kıvrak hareketlerle çıktığı deliğe süzülen yılan gibi azalır, eksilir, kısılırken ruhum tırmalanmaya başlıyordu. Lambalar patlıyor, kelebeklerin uzunluğu kestirilemeyen ömrü orada tükeniyordu. Her şeyi sen başlatıyordun. Bitirmeyi de bir tek sen biliyordun. Her macerada ses tellerinden başka bir lezzet damlıyordu. Herkesinkinden fazla sayıda ses telini nereye sakladığını hayal ederken zarif yüzüne uyum sağlamayacak genişlikte bir boyun canlandı gözümde. Sonra matruşkaları hatırladım. Birbirinden küçük ama aynı ifadeyle, kendi içinde huzurla yaşayan onlarcasını. Sesinin matruşkalardan neyi eksikti?

Her sabah aynı saatte, güneş meraklı bir çocuk gibi parmak uçlarında yükselip evimin penceresinden içeri girmeye çalışırken burada toplanıyorduk. Odanın yarısını kaplayan masanın ortasında küçücük kalan radyonun antenini çekip dışarı doğrulttuğumda sesinin cızırtısına meydan okuyordum. Fakat görmeliydin, göğüs kemiklerim kahramanlarınki gibi doğruluyordu. Ardımdan sen geliyordun. Yüzüne tüyü inen şapkandan hoşlanmadığını anlıyordum. Sana doğru eğilip kadifeden tenini kurtarmaya niyetim yoktu. Çok uzaktaydın. Saatlerce koşsam, ülkelerce uçsam, bir nehirde iki kez yıkansam dahi sana yetişemezdim. Çünkü sen aklımın içindeki bir fikirden ibarettin.

Bu sabah bir başkaydı. Neden bilmem, güneş es geçmişti penceremi. Derin bir uykudan sıçrayarak uyanıp içimden yükselen, hislerimi taşıran dürtüyle radyonun başına dikildim. Aniden ayaklandığım için başım dönüyordu. Bu kadar erken yayın yapmıyorsun diye biliyordum. Başka hangi heves bana demir atabilirdi ki? Radyo açıldı. Elimi bile sürmeden. Kanalları ayarlayan teker kendiliğinden döndü. Frekansların altındaki kemik rengi belirteç sağa sola aceleyle gidip geliyor, bir şey arıyordu. Gözlerim, beni hipnoz edene dek onu takip etti. Anahtarla deliği tutturamayan radyoyu, doğru kanalı bir türlü bulamamasından bıkmadan bekledim. Böyle biri değildim. Karnıma oturan sert bir yumruk bana bunu tembihlemişe benziyordu. Nihayet durdu. Biri sesini temizliyordu, ipek şal çırpar gibi. Nahif, yumuşak ve asil bir girişti. Gözlerim kendiliğinden kapandı. Dizlerimin üzerinde çöküp ellerimi masaya, çenemi de ellerimin üzerine yerleştirdim. Karanlıkta ince topuk sesleri yükselmeye başladı. İyice yaklaştığında ortalık aydınlandı. Gelen gölgendi. Kafamdaki spot ışıkları siyah adımlarını hissedince yanıp sana döndü. Mavi adımlara sahip olmak isteyeceğinden emindim ama çaresizdin. Yaradılış gereği, gölgeler en çok açık gri olabiliyordu akşamüstleri asfaltlarında. Uzun kollu bir elbisenin altına giyilmiş bilek boyundaki botların birbirine uyumluydu. Bacakların çıplaktı ve ince sayılmazlardı. Saçların ne kısa ne de uzundu. Taranmamış, şöyle bir kabartılmışlardı. Akılda canlandırma işini abartmıştım. Keman çalınmaya başladı. İç sızlatan notalar seni neşelendirdiğinde şaşırmadım. Olağanüstülük senin en olası hâlindi. Ellerini başının önünde birleştirdin. Bay Tetikel’in onuncu bölümünde günlerden hâlâ 1900 senesinin yirmi dokuz Şubat’ıydı. Kemikleri belirgin parmakların incecikti. Yüzün, belin, bileklerin… Kırılacak kadar incelerdi. Çizgi gibi. Ah, hayır! Asıl cevabı bulduğumda yüzüm ekşidi. Aklım dardı. Sığmak için kendini içine çekiyordun. Ses tellerine yaptığın gibi. O matruşkalar gibi. Kolundan çekiştirsem içinden yeni bir sen daha çıkacaktı. Kelebeklerin çatlaklardan çıkmasına şaşırmamalıydı.

Bay Tetikel artık iyileşmiş, bir daha da elini hiçbir cebine sokmamış. Kuzey kasabalarından birinde tehlikeli adamlarla canı uğruna çatışmalara giriyormuş. Artık aranmıyormuş. Bugüne dek onu bir tek yine kendisi vurabilmiş. Sıyrıkla atlatmasa şanı iki paralık olurmuş. Karısı, çocuklarını alıp Bay Tetikel’in azılı düşmanı Lâl’e kaçtığında diğer elini bileğinden koparıp yerine kanca takmış. Böyle söylediğinde gözlerimi açtım. Büyüttükçe büyüttüm. Dişlerimin alt dudağımda gönüllerince delikler açmalarına ses etmiyordum. Beni kendimden geçiren Tetikel’in şırfıntı karısı ile masum çocukları değildi. Kafamın içindeki ışıklar söndü. En son gördüğüm bilekten koparılan elin yerine kanca takılırken yüzünün nasıl bir ifadeye büründüğü olmuştu. Sivri tırnaklarım olsaydı da kafatasımda delikler açsaydım. Israrcı güneş gözlerimi kör etmekten daha iyi bir işe yarayıp seni aydınlatırdı. Dünyanın bütün ışık huzmelerini hak ediyordun. Daha doğrusu, gökyüzünü yarıp aşağıya inen tüm ışık huzmeleri seninle taçlanıyordu.

Gözlerimi hızla kırpıştırıp durdum. Avucumun içiyle olanca gücümle şakaklarıma vurdum. Bozuk televizyon muamelesi bile iş gördürmedi aptal kafama. Adi ışıklar! Köy yeri miydi kafamın içi? Bu devirde ne elektrik kesintisi? Mum da kalmamış, hay Allah! Şuralarda olacaktı. İçeriyi kurcalamaya başladım. Birkaç düşüncemin altını yokladım. Aydınlık bir fikir bulup üzerine fırlatacaktım. Sakın, korkmamalıydın. Zifiri karanlıklarda duyulan tedirginlikler, okyanus üzerinde, sonsuz boşlukta uçan kuşun gözlerinin kör olması gibiydi. Tüm olasılıklar kötü sonuç vereceğinden düşüncelerimi rahatsız etmeyi bıraktım. Korkuları dürtmeye başladım. Onların arkasında eski, güzel anlar olduğunu biliyordum. Seni aydınlatmaya hevesleneceklerinden şüphem yoktu. Bazı mutluluklarım zamanla mutsuzluklarımı besleyip büyüttüğünde bir daha ayrılmamacasına birleştiler. Çocukları korku dünyaya geldi, kafamın içinde doğdu. Büyüdü. Huysuz, aksi, yaramaz ve alıngan bir veletti. Her şeye karışır, burnunu her şeye sokar, her hareketime dil uzatırdı. “Aman oraya gitme, aman ona bakma, aman kendini sevme, onu da sevme, o da seni sevmesin, sakın ha! Hem sonra, mutlu olayım deme, bozarlar. Bozulursa ne olur?” Korkularım inatla cevap bekleyen çocuklardandı. “Dur ben söyleyeyim, ne olurmuş: Bana yeni kardeşler verirsin. Daha çok korkarsın.” Hemen sonra bilmiş bilmiş cevap veren büyümüş de küçülmüş, yok olasıca çocuklardandı.

Böyle böyle vazgeçmiştim direnmekten. Ben ses etmedikçe arsızca büyüdüler. İçlerinden yenileri, daha güçlüleri çıktı. Onların karşı çıkması beni şaşırtmadı. Matruşkalara yani. Daha küçüğünü doğuracak halleri yoktu ya. Korkuydu bunlar, işleri giderek zonklamaktı kafanın içinde. Onları yattıkları yerden kaldırıp altlarına baktığımda leş gibi kokudan, gözyaşlarından, en altta ise ezilmiş, yırtılmış, orta yerinden yarılmış mutluluklarımdan başka şey görmedim. Bir demet kurumuş papatya onlardan daha iç aydınlatıcı gelirdi. Keşke çiçekçiden geçerken alsaydım, dedim. Korkulardan da medet umamayacağımızı anladığımda en eski dostumla yüzleşmeye hazırdım. Umutlarım. Aklımın en tekinsiz yerlerine taşındıklarından beri yüzlerini görmedim. Seni adımlarımın hafızasının beni götürdüğü en sakin, sessiz yere oturttum. Hayallerimin arasındaki yerini aldın. Eski dostumu ziyaret edip geçmiş günlerin hatırına bana son bir iyilik yapmasını isteyecektim. Bunu bir kedinin onuncu canını istemesi gibi düşünebilirdin.

Yanından ayrılmak istemesem de tüm bunlar senin içindi. Hem Bay Tetikel karanlıkta Lâl ile çatışamazdı. Evlerden ırak, çocuklarına denk gelecek tek bir kurşun ormanları ateşe verirdi. Yola koyuldum. Umuda varana dek seni düşünecektim. Aklım sende kalmıştı. Ki sen de aklımdaydın. İçinden çıkamayınca karanlığı seyrettim. Gözlerimin açık mı yoksa kapalı mı olduğunu anlayamayacak kadar alışmıştım. Renkler işlevsizdi. Önemsiz olduklarını sıcak renkli yaz günü sokaklarının bende bıraktığı gölgelerden anlamıştım. Ama sen henüz renksizliğin nasıl bir şey olduğunu bilmiyordun. Kötülüğü gölgelerle anlatmama alınma. O zaman gölgelerin bu kadar neşeli olduklarını da ben bilmiyordum. Sahip olduğun tüm özellikleri kapsülün içine sığdırıp yutmak, bütününe hâkim olmak istiyordum. Senin hakkında öylesine aceleciydim ki, ellerimi yıkamadan yemeğe oturma sabırsızlığım bile kendimden daha az iğrendirirdi. Arzular kafamın içinde çalkalanarak köpürdükçe yeni bir hücremi keşfediyordum. Hepsi de bana seni işaret ediyordu. Seni izlerken kendimi tanıyordum. Birbirine bakan iki aynanın dipsizliği, matruşkalar gibi, beni senin, seni benim içimden yeniden doğuruyordu. Bu yarışta safsızdım. Hangimiz yenersek yenelim, ben kazanacaktım.

Adımlarımı hızlandırırken kulaklarıma benimkilerle ahenk sağlamayan başka ayak sesleri ilişti. Yanlış mı işitiyordum? Durdum. Ben durduktan sonra bir adım daha atıldı. Yeniden yürüdüğümde bir tek benim sesim geliyordu. Sonra yeniden ikiye çıktı. Tekrar durup hızla döndüm. Soluğun çeneme değdi. Nefes kesiciydi. Geri çekildin. Kibirli ifadeni burada bile görebiliyordum. Benim peşimden gelmediğini, sadece aynı yöne gittiğimizi söylemeye tenezzül bile etmezdin çünkü sen iz sürmezdin. Peki, dedim başımı yana eğip ellerimi iki yana açarak. Sen de bunu görebilmiş olacaktın ki, ilk adımı sen attın. Şimdi ben senin arkandan geliyordum.

Umutlara giden yolculukların en güzel yanı bir yere varmasak bile yolun çok keyifli geçmesiydi. Yolun seninle olmasının katkısını yadsıyamazdım. Konular açıp sesinin radyodakinden farklı olup olmadığını duymam gerekiyordu. Sırf aklımın içinde karanlıkta kaldın diye Bay Tetikel’in 1900 senesinin sonunda girdiği son çatışmada vurulup karlara yığılacağını hiçbir zaman söyleyemeyeceksin sanıyordum. Korkularımı uyandırmamalıydım. İntikam karanlıkta daha acımasız oluyordu. İrkildim. Koyuluklarda dalıp gitmişken pürüzsüz bir dalga kulaklarımı okşadı, “Daha çok var mı,” dedin. Nereye gittiğimizi henüz söylememiştim. Aklımın bu kadar dağınık olmasının verdiği mahcubiyet ağırdı. Her yer her yerdeydi. Şuraya geçen gün toparlayamadığım fikirler yığılmıştı. Bu tarafta kırılıp dökülenleri biriktirmiş, işe yaramayacakları ayıklayıp atmamıştım. Çöp desen, leş gibiydi. Fikirlerim, hayallerim, rüyalarım… İç içe geçmiş, kedinin saatlerce yılmadan karıştırdığı yumaklar gibiydiler. Sürekli ayaklarına bir şeyler takılıyordu. Tökezliyordun. Öyle anlarda koluma tutunup ayakta kaldığını bilmek mahcupluğumla gururumun yerini değiştiriyordu. Aklımdaki dağınıklık gittikçe artıyordu.

Kıyısız, engebeli yollarda yürüyüp hiçbir yere varamama ihtimalimizin baki kaldığını bilseydin yine de yanımda kalır mıydın?

Cevabı kollarken, “Hemen şurası,” dedim, nasılsa göremiyordun.

“Domuzlara söyle, hemen şuranda yıkansınlar,” dedin. Gülmediğinden emindim.

Sonunda düştün. Atik davrandığımı sanıp elinden yakaladığımda çoktan yerdeydin. Neye takıldığına baktım. Seninle ilgili korkularımdı. Büyüdükçe büyümüş, yolu kapatmışlardı. Canavar salyalı ağzını açıp dişlerini bacaklarından birine geçirmeye yeltenmiş, sadece çelme takmayı başarabilmişti. Ellerimi önümde kavuşturup af dilediğimde burun deliklerin onlar kadar büyümüştü. Gözlerin kısılmış, elmacık kemiklerin mevsiminde kurulmuş tezgâhtakiler kadar kızarmıştı. Fakat çok nettin. Bakışlarımı senden kopardığımda etrafa göz attım. Işıklar yanmıştı. Kaos daha da ortaya çıkmıştı. Hem seviniyor hem de küçülüyordum. Nasıl olduğunu anlamak için umudun buralarda olup olmadığına baktım. Yoktu. Olan yalnızca sivri ayakkabı ucunla kanlı bir yara açtığın korkuların can vermesiydi. Sana dair endişeler nefes alamayınca aydınlık çıkagelmişti. Ayaklarının üzerinde yükselip yeniden karşımda dikildiğinde bakışlarında onu gördüm. Bay Tetikel’i.

Şimdi tekrar masanın başında, aklımda süzülen gölgenin dansını izlerken sesinde sayıklanan ismi tanımaya çalışıyordum. Seni orada tek başına bırakmıştım. Birinden söz ediyordun. Lâl’in evinin arka bahçesinde oturan iki kişinin gölgelerinin tutuştuğu kavgada ismi geçen biri. Gün ışığını engellemek için masanın yanına dikilen şemsiyenin altı, vadedileni bulamayan her yer gibi kızgın ateşte kaynıyordu. Güneş bahçeyi şaşırtmış, şemsiyenin altına sızacak bir aralık bulmuştu. İçeri iki kişi daha girdi. Bahçe gittikçe kalabalıklaşıyordu. Kabarık etekli kadınlar dekoltelerini toplarlarken kısa saplı çantalarını kalça hizalarında tutuyordular. Fötr şapkalı bey, burnu kıpkırmızı kesilmiş kadınlara bakarken nasıl olup da lahanaya dönene kadar kat kat giyinmediklerini anlamadı. Dört kişilik bahçeye Bay Tetikel’in girmesini sabırsızlıkla beklerken sesindeki tekinsizlikten huzursuz olmuştum. Yolunda gitmeyen bir şeyler vardı.

Tüylü eldivenlerini ağızlarına götürerek dehşete kapılan kadınlar ağır eteklerini güçlükle toplayarak kaçıştığında Bay Tetikel, diğer elindeki kancayla kapıyı bir çırpıda açmış, tetikten eliyle kalabalığa rastgele ateş açmıştı. Gittikçe koyulaşan sesinde sürekli yeni bir geçit açılıyordu. Aklımın orta yerinde, karşındaki bahçeyi gözlerine cılız gelen spot ışıkları altında görmeye çabalarken Bay Tetikel’den çıkacak kurşunun sana denk gelmesinden ölesiye korkuyordum. Bir yolunu bulup yanına gelmeliydim. Öyle hızlı nefes alıp veriyordum ki, mumun alevi korkudan titriyordu. Bir anlığına yok oluyor, sonra yine güçleniyordu.

Muma öykündüm. Aklımdaki ışıkları söndürdüm. Bir parmak şıklatma süresinde. Sesindeki korkunun, aniden yükselen endişeyle birleşmesi matruşkanın bir katını daha açtı. Soyundukça güzelleşiyordun. Henüz dışarıda olduğum için seni hâlâ görebiliyordum. Birine bakınır gibi bilinçsizce kendi etrafında dönüyor, başını daha iyi görebilecekmişsin gibi gelişigüzel bir tarafa uzatıyordun. Bay Tetikel ve bahçe halkı donakalmışlardı. Kimse kıpırdamıyor, sahiden kör olan kurşunun talihsiz varış noktası olmak istemiyordu. Yanına gelmek için bir yol bulmalıydım. Gözlerimi kapattım. Mum göz kapaklarımı aydınlatıyor, turuncu perdenin ardından güne bakıyormuşum hissi veriyordu. Gözlerimi açmadan elimle yarattığım rüzgârla canına kastettim. Başarılıydım. Şimdi daha siyahtım. Yine de bir şekilde incecik bir aralıktan gözlerimin içine sızan ışık, yanına gelmeye reva görülecek kadar umutsuzluk vermiyordu. Onlardan kurtulmalıydım. Ne yaparsam yapayım, yaramaz parça gelip kirpiklerime yerleşecekti. Gözlerimi açtım. Odanın içinde kaybedecek bir saniyem olmadığını unutmayarak sivri uçlu bir şeyler aradım. Çekmeceler, dolaplar, ayakkabılık, koltuğun arkasına düşmüş olabilecek törpü, halının altında çatal belki… Hah, telefonluktaki kalemler! Ne kadar varsa avuçladım, hız kesmeden diğer avucumun içine batırdım. En çok acıtanı ayırarak diğerlerini yerine koydum. Sivriden de sivri kalemi kavradığım gibi önce sağ, sonra sol gözüme sapladım. Artık yanındaydım. Matruşkamın tüm bebeklerini aynı anda açtım.

Ne olduğuna şaşıran birileri sağa sola koştururken ayaklarını aradım. Aralarından seninkini seçmem zaman almadı. Şu taraftaydın. Gelen kokulara bakılırsa aklımın kullanmadığım kısmında. Mantıkta. Buraya sığındığını görmek şaşırtmadı. Yaşarken yaşamış olmak isteyenler böyle yapardı. Ben ilk defa geliyordum elbette. Oturduğun yerden kaosu seyrediyordun. Arkandaki koltuğa yerleştim. Bir yerlerde seni duyabileceğim umuduyla, en azından ben böyle anlamlandırmıştım, hâlâ olayı aktarıyordun. Bay Tetikel, Lâl’in yanına kaçan karısını ve çocuklarını, bahçede ettikleri güzel bir sohbet esnasında kanca ve tabancasıyla basmıştı. Evlerin dip dibe olduğu kasabaların birinde kış günü bahçede ne işleri olduklarını düşünmeden de edememişti. Kaçmak üzereymişler meğer, rota belirliyorlarmış. Rutin, sıkıcı, alışkanlıktan yaşadıkları hayatlarının içinden yeni bir hayat çıkarmışlar. Böyle söyledin. Sonra ekledin: “Matruşkalar gibi.”

Kadına hak verdiğini düşünme fikri dahi korkunç geldiğinden son söylediğine odaklanmak istedim. Sesinin niceliğiyle yaşanası tüm hayatları bilinçsizce birleştirmene hayran kalmıştım. Güzel olan her şeyi barındıran sesinin önünde yapabildiğim tek şey reveranstı. Dizlerini hafifçe kırıp başını eğerek karşılık verdin.

Bay Tetikel, 1900 senesini hiç yaşamamış olmama rağmen benim için unutulmaz kıldığını bilseydi derin bir nefes alıp tabancasını indirirdi. Yani, elini. Fakat, böyle olmadı. Karanlıktan çekinmemek yapılabilecek en büyük yanlışların başında gelirdi. Olası diğer yanlışlar ise yine aynı kaynaktan beslenirdi. Bay Tetikel, “Neredesiniz, nereye kayboldunuz, çıkın ortaya! Namussuzlar! Haysiyet yoksunu, ömür hırsızları!” diye bağırıp elini boşlukta savururken sesin bir kat daha soyunmuştu. Sabırsızlık gelip tellerin en ince yerlerine yerleşmişti. Ya Bay Tetikel tetiği çeksin ya da Lâl çitlerden atlayıp kaçsındı. Böyle anlatıyordun. Radyo tiyatrosu amacını aşmıştı. Hipodromda hop oturup hop kalkan kupon sahiplerine benzemiştik. Aklımda yükselen çıkıntılar arasında, uzakta kalan bahçedeki siluetleri seçebilmek için uygun açı kolluyorduk. Yerimizde duramıyor, bir yerlerden sızan ışığın tetiğin ucundaki parlamasında silahın ateşlenmesini bekliyorduk. Bay Tetikel, Kuzey kasabalarının namlı kabadayısı, parlayan tetiğin yönünü değiştirdi. Elini başına yasladı. Ayaklanmıştık. Engel olmak istiyor, bir yandan dış etkisiz sonucu görmeyi bekliyorduk. Kabarık eteklerin altındaki minicik ayakların durdukları yerde zıpladıklarını fark ettik. Tetiğin yön değiştirmesi aklımda kusursuz bir sessizliğe yol açmıştı. Öyle ki, aslında hep bu şekilde olsaydı bunların yaşanmasına gerek kalmayacaktı.

Gözlerimiz karanlığa alışmıştı. Yüzleri, uzuvları seçebilir olmuştuk. Bense senden dinliyordum. Sesinde görüyordum. Kat kat sesinde. Namlunun ucundaki en ufak kıpırtı yürekleri ağza getiriyordu. Lâl, sandalyenin arkasına geçmiş, yarısına kadar eğilmiş, nefes almadan Bay Tetikel’i izliyordu. Karısı, yanındaki akranlarının kulaklarına böyle bir şeye cesaret edemeyeceğini fısıldıyordu. İnsanın ihtiyacı olduğunda neler yarattığını bilseydi bu cümleyi oyundan kendi elleriyle silerdi. Ben kendimi kör etmiştim sesini görebilmek için. Bay Tetikel ruhsatlı eliyle kendine bir delik açacaktı, çok mu? Çocuklar olup biteni anlamlandırmaya uğraşarak annelerinin üzeri tülle kaplı saten, kabarık eteklerine tırmanıp onu çekiştiriyorlardı. Bay Tetikel, kulakları sağır olmuş gibi yalnızca dikiliyordu. Sonunda bir şey oldu. Herkesin beklediği, kimsenin olacağına inanmadığı, olduğunda da kıpırdayamadığı bir şey. Ucu parlayan tetik, turuncu bir patlamayla bir anlığına bahçeyi aydınlatıp tekrar söndü. Gözlerin yuvalarından fırlamak üzereydiler. Biraz sakin olmalıydın. Bahçeden bir kişi eksilmişti. Yine de aynı sayıda beden vardı. Biri cansız. Boylu boyunca yerde uzanıyor, üzerindeki iki çocuğun onu çevirme çabalarını cevapsız bırakıyordu. Bunları sen söylememiştin. Tahmin etmesi pek de zor olmamıştı.

Çekindim. Af dileyerek ellerimi yeniden önümde birleştiğimde büyük bir hata yaptığımı fark ettim. Yine. Geç oldu. Artık gitmeliydim. Oyundan sonraki senfoni orkestrası ve şampanya. İnceden damarlarımıza sızan keman sesi muazzam bir tat bırakmıştı yüzünde. Üzülerek söylüyorum, bir türlü yakışmamıştı. İncecik cam bardakların göbeklerinden tokuşturulduğu loş ortamlarda bunca güzellik abes kaçıyordu. Terli, sıcacık, ekşi kokulu yanaklarına burnumu değdirebildiğimi düşlediğimde akla hayale sığmayan bir duygu doğurdum. Ne yazık ki içime. Sesinin katları bitmişti. Matruşkanın tüm bebekleri açılmıştı. Perde kapanmış, radyonun cızırtıları eksilerek azalmıştı. Masanın önüne dönmedim. Yatıya kalmanı rica edecektim.

Elif Şeyda Doğan

Eylül 1994’te Ankara’da doğdum. İzmir’de büyüdüm. İstanbul'da yaşıyorum. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Anabilim Dalında doktora yapmaktayım. Öykü yazıyorum. İki kişi olarak CosmicZion Zine (czz) adlı fantastik edebiyat, uzay ve mitoloji fanzinini çıkartmaktayız.

Bir Yorum Yap

E-posta adresiniz yayımlanmayacaktır.Yıldızlı olan alanların doldurulması zorunludur. *