Toledo Caddesi’ni adımlayarak, Dante Meydanı’na varıyorum.
Şehrin puslu rüzgârı, sarısı çirkinleşmiş saçlarımı yalayarak, boynumu okşuyor. Yaşadığım anın sarhoşluğuyla, ilk kez dokunulmuş bir genç kız kıvamında gülümsüyorum.
Pembe spor ayakkabılarımın tabanları, zeminde hızla akarken, kapüşonu kürklü, turuncu, şişme montumun altında kalan bedenimin, zıngırdayışını duyuyorum. Soğuk hava, sanki bulduğu tüm boşluklardan bedenime doluyor, ürperiyorum.
Kollarımı gövdeme daha çok sardığımda, boynumda asılı duran fotoğraf makinesinin sert yüzeyi, vücuduma basınç yapıyor. Varlığını hatırlatan eski makineye bakıp, adımlarımı hızlandırıyorum.
Gişenin önündeki kalabalığa karışırken, Napoli Müzesi’nin davetkâr duran dış yüzeyini izliyorum. Sanki beni çağırıyor. Hızla içeri girmek için, delice bir istek duyuyorum. Allak bullak oluyorum.
Bakışlarımı ondan ayırmadan, yaklaşık yarım saat, soğuk havaya direnerek bekliyorum. Sıra nihayet bana geliyor. Bilet satan görevli, önce zevahirime, sonra göz bebeklerime bakıyor. Turuncu kürklerin arasından sızan yüzümü izliyor. Yadırgandığımı düşünüyorum. Koruma alanına sızılmış her canlı gibi, görünmez pençelerimi bilemeye başlıyorum.
Başını sallıyor. Kalan yolu adımlıyorum. Dakikalardır elimde tuttuğum 10 Euro’yu uzatıp, montumun fermuarını aralıyorum. Olmayan göğüslerimi kabarttığımda, kafasındaki soru işareti dağılıyor. Bir erkek bedenine sıkışan kadın olduğumu anlıyor. Bilinmezlikten kurtulduğuna memnun, tebessüm ediyor. Yüz kasları gevşerken, başını önüne eğip, biletimi uzatıyor.
“Signoria…”
Göz bebeklerimi büyütüyorum. Heyecanla ona bakıyorum. Başını sallayıp, gülümsüyor. Kadın kimliğimi tanıyan, içine sıkıştığım erkek bedenimi bertaraf eden adam, sanki, görünmez bir elle sırtımı sıvazlıyor.
Yüzümde askıda bekleyen gülümseme ile, elim titreyerek bilete uzanıyorum. Napoli Müzesi’nin yüksek taş duvarlarına bakarak, eskiciden aldığım fotoğraf makinemin lensini ayarlıyorum. Deklanşöre basıp, müzeyi fonda bırakıyor ve görevlinin fotoğrafını çekiyorum. Elini başına götürüp, hızla bir selam çakıyor.
Çektiğim kareyi göstermek için, ekrana dokunuyorum. O da benimle beraber önünde duran fotoğrafa bakıyor.
Gözlerimi kısıyorum, ilgimi garip bir şey çekiyor. Napoli’nin kapısında, bana bakan başka bir adam görüyorum. Başımı yeniden, hızla kaldırıyorum. Adam orada… Elini cebinden çıkarıp, müzenin içini gösteriyor. Yüzük parmağında gümüşî bir parıldama seziyorum. Bir alyans mı, yoksa öylesine takılmış bir yüzük mü anlayamıyorum. Elini yeniden cebine sokuyor ve içeri sızıyor.
Görevliye el sallayıp, müzenin geniş kapısından giriyorum. Yüzlerce yıllık heykelleri, gözlerimle tavaf ediyorum. Girişin sağ tarafındaki merdivenleri alelade inip, Mısır eserlerinin olduğu yere bakıyorum. Sanırım onu gözden kaybettim, diye düşünüyorum, zaten onu neden arıyorum ki?
Makinemi yeniden ayarlayıp, indiğim merdivenleri geri çıkıyorum. Yunan ve Roma heykellerinin sergilendiği salona geldiğimde, yeniden onu görüyorum. Bakışlarını kaçırıyor. Boynunu kapatan gri yün şalı, eski bir yüzyılı çağrıştıran kürk mantosu, birbirine karışmış kıvırcık, esmer saçları, bende derin bir açlık oluşturuyor. Gördüğüm en maskulen insanın sesini duymak için, yarı İtalyanca, yarı İngilizce bir şeyler geveliyorum. Yüzü, yeniden yüzüme dönüyor. Soğuktan renk atmış dudaklarını aralıyor. İtalyanca; ancak bilmediğim kelimelerle dolu bir cümle sızıyor kulaklarıma. Anlamıyorum. Ama değişik bir huzur kuşanıyorum. O an, Nazım”ın en sevdiğim sözlerinden birinin anlamını kavrıyorum. “Ve benim, birdenbire, yüzünü değil, gözünü değil, senin sesini göresim geldi!”
Sesini görüyorum. Sanki anlamadığım kelimelerle dolu cümle, saydam bir vücuda bürünüyor zihnimde. İçimde bir yerler, alfa uykusundan uyanıyor. Ona biraz daha yakın olmak için, çekingen birkaç adım atıyorum. Göz bebeklerine bir parıltı oturuyor. Sanırım o da benden hoşlandı, diye düşünüyorum. Sanırım, onun da bende sevdiği bir şeyler var…
Bakışlarım, bedeninde geziniyor. Benden, en az bir baş daha uzun. Omuzları geniş ve hacimli. Ayaklarının içinde bulunduğu postalların derisi aşınmış. Sanki tam şu an, bambaşka bir yüzyıldan uyanmış.
Yeniden yüzüne dönüyorum. Kafasını kaldırıp, tavanda asılı duran heykele bakıyor. Dikkatini kendime çekmek için, kendi dilimde, “Anlayamadım,” diye mırıldanıyorum. “İtalyanlar aynı kelimeleri yüzyıllar boyu kullanırlar aslında; ama ben sizin söylediklerinizden hiçbir şey anlayamadım.”
Elini yeniden havaya kaldırıp, Pompei müzesine giden yolu gösteriyor. Buraya gelme nedenimin orası olduğunu bilir gibi.
Adımlarını takip ediyorum. Postalları, birkaç saniye içinde yok olan izler bırakıyor geride. Önemsemiyorum.
Pompei”de ölen canlıların bedenlerine giden kapıdan geçiyor. Onu takip ediyorum.
İçeri girince, bir koku duyuyorum. Yanmış etin dumanı, beynime giden yolu hızla tırmanıyor. Gözlerimi kapatıp, açıyorum. Koku hâlâ benimle.
Biraz ileride, yaşlı bir kadın görüyorum. Kahverengi mantosunun yaka kısmından, ince boynu uzanıyor. Derisi kırışmış, bedenindeki gözenekler büsbütün açılmış. Saçları koyu kumral. Emaneten takıyor gibi durduğu gözlüğü düzeltiyor. Adamın peşinden gitmeye devam ediyorum. Kadının bakışları pür dikkat üzerimde.
Yanından geçerken, süründüğü Black Orchid’in çiçek ve çikolata kokusu, zihnimdeki et kokusunu bastırıyor. Erkeklerin en seksi bulduğu parfümlerden birini üzerine boca etmiş olmasını tebessümle karşılıyorum. Bir insan, kendini nasıl iyi hissediyorsa, öyle davranmalı çünkü. Ayrıca, o işe yaramaz kokudan beni sıyırdığı için inanılmaz mutluyum.
“Ah diyorum, hele şükür! Kahrolası et yanığından kurtuldum.”
Adam, omzunun üzerinden bana bakıyor. Gülümsemek için dudaklarını aralayınca, bıyığı havalanıyor. Süt beyazı dişleri, sonsuz bir bulut gibi önümde uzanıyor. Biraz daha yaklaşıp, omzuna dokunuyorum. “Dilimi biliyor musun?”
Kadın, hastalıklı bir canlıymışım gibi, topuklarını vura vura yanımdan ayrılıyor. Yüzünde tiksinen bir ifade. Eşcinselleri sevmiyorlar diye düşünüyorum, kendilerinden farklı olana tahammül edemiyorlar.
Adam, ardını dönüyor, düşüncelerimin derisi değişiyor. Yeniden ona odaklanıyorum. Elini, elimin üzerine koyuyor. Ürperiyorum. Biraz önce gördüğüm yüzüğü hatırlıyorum. Tenime değen o olmuş olmalı.
“Biliyorum,” diyor. “Seni anlıyorum.”
Yeniden gerisin geriye dönüyor. Ben şaşkınlıkla onu izlerken, o mahcur bakışlarını heykellerde dolaştırıp, tekrar zemine odaklanıyor.
“Neredensin?” diyorum, “İtalya mı yoksa Türkiye mi?”
Başını iki yana sallayıp, dilini, dudaklarında dolaştırıyor. Gözlerini kısıp, bana biraz daha yaklaşıyor. “Gerçekten hatırlamıyor musun? Nereden olduğumu, kim olduğumu?”
Beynimin içinde uğultuyla karışık bir ses yankılanıyor. Kafamı sallıyorum. Ses daha da çoğalıyor. Sanki zihnim, müzeden ayrılıp, başka bir yüzyıla taşınıyor. “Bana ne yapıyorsun?” diyorum, “Bana bunu neden yapıyorsun?”
Elini cebinden çıkarıp, parmak boğumlarında sallanan zinciri gösteriyor. “Bunu hatırladın mı?” Yüzüğün parıldadığı elini boynumda gezdiriyor. “Bizi hatırladın mı?”…
O an, vücudumdaki ısı yükseliyor. Bedenim kaşınmaya, gördüğüm renkler solmaya başlıyor.
Elini boynumdan ayırıp, ileride duran, taşlaşmış köpeği gösteriyor. Yüzyıllar önce, Vezüv Yanardağı’nın eteklerinde ölen bedene bakıyorum. Daha keskin bir koku burnuma yerleşiyor. Et, parfüm, kadın, erkek hatta köpek kokuyor.
Adam başını sallıyor. Yüzünde zafer parıltısı. “Hatırlıyorsun,” diyor, “Hatırlıyorsun Rupicola!”
Duyduğum isimle beraber, beynim, kafatasıma baskı uygulamaya başlıyor. Gözlerimi sımsıkı kapatıyorum. Müzenin sessizliği silinip, kalabalığın keşmekeşi ekleniyor.
Başımı sallıyorum ve hemen ardından silkeleniyorum. Ilık su damlaları bedenimden yükselip, yeniden üzerime dönüyorlar. Gözlerimi açıyorum. Renklerin çoğu yok. Açık gri ve koyu gri dışında, hepsi ruhsuz. Neler olduğunu anlamaya çalışarak etrafa bakıyorum. Bir sokaktayım. Taş binaların arasında, devasa bir kalabalığın ortasındayım. Ve küçüğüm. Küçücüğüm. Yerden en fazla elli santim yukarıdayım. Başımı kaldırıyorum. Onunla göz göze geliyoruz. Müzedeki o adamla. “Neler oluyor?” demek için ağzımı açıyorum. Bir köpeğin havlaması kulaklarıma çarpıyor. O ben miyim?
“Hadi Rupicola!” diyor İtalyanca, “Restorana gitmemiz lazım. Letizia bizi bekler.”
Onun hızlanan adımlarına yetişmeye çalışıyorum. Önce arka ayaklarım, sonra öndekiler havalanıyor. Yeniden havlıyorum. Ayaklarımın tabanlarına taşlar vuruyor. Acıyla dolu bir ses çıkarıyorum. Adam, arkasına dönüp bana bakıyor. Üzerinde incecik kıyafetler. “Rupicola! Kocası gelmeden Letizia’nın restoranına gitmem lazım. Hızlan biraz!” Dudaklarını gevşeterek gülümsüyor, “Fazla vaktim yok! Anlıyorsun ya!”
Koşuyorum. Kumarhanelerin, taş evlerin, görkemli bahçelerin arasından geçiyoruz. Genelevin önüne geldiğimizde, kapıda duran fahişe, dostuma flörtöz bir bakış atıyor. “Gelsene Aldo!” diyor, “Şu sıcak havada sokakta ne işin var? Seni serin çarşaflarımda ağırlayayım…”
Adının Aldo olduğunu öğrendiğim dostum, elinin tersini, kadının göğüslerinde gezdirip, gülümsüyor. “Ah sevgilim, ah Letizia!” diyor, “Onun kızıl saçları başımı döndürüyor. Ona dokunmak için taş yatağa razıyım ben! Sana gelince… Çarşafın hazır beklesin canım, belki başka bir yüzyılda!”
Kadının yüzündeki tebessüm soluyor, kırılmış gururu, onu kinle dolduruyor. “Sen görürsün!” diyor, “Sen görürsün Aldo! Seni geberttireceğim!”
Dostum ellerini havaya kaldırıp, birbirine çarpıyor. “Hiç zaman kaybetme!”
Hızlanan adımlarını yakalamak için, daha hızlı koşuyorum. Dilim istemsizce, keskin dişlerimin arasından dışarı çıkıyor. Kuruluğunu gidermek için yalanıyorum. Faydasız, daha çok susuyorum.
Restoranın önüne geliyoruz. Elinde taştan bir kadehle onu görüyorum. Kızıl saçları, açık renk teni, zifiri gözleri, kıyafetinden sızan zarif kemikleriyle bizi karşılıyor. Üzerinde incecik, ipekten, beyaz bir elbise. Gün ışığında, tüm bedeninin diriliği seçiliyor.
Bardağı dudaklarına götürüp, şarabı yudumluyor. Kırmızı sıvı, dudak kenarından akıyor. Aldo, heyecanla kollarını ona doluyor. Öpüşmeye başlıyorlar. Kapı yüzüme kapanırken, Letizia’nın sesini duyuyorum. “Seni beklemekten öleceğim Aldo. Her gün gelmeni beklemekten öleceğim.”
Kapı tıklatılıyor. “Rupicola! Eğer gelen olursa havla dostum, birazdan yanında olacağım.” Havlayarak karşılık veriyorum. Aldo, sevgilisi ile konuşmaya devam ediyor. “Bırak onu Letizia. Bırak ve gel benimle.”
“Nereye?” diyor genç kadın. “Herhangi bir yerde bizi bulur.”
“Keşke…” diyor, “Keşke seni de dilediğim zamana taşıyabilseydim.”
“Ah Aldo… Ah sevgilim… Benimle olabilmek için, bu zamana sıkışıp kaldığını bilmek öyle zor ki; ama… Bir gün aşkımızın alevi sönecek ve sen… Gitmek isteyeceksin.”
Kapıdan geçen insanlara kuyruk sallıyorum. Kulaklarımın keskinliğine şaşırarak, onları dinlemeye devam ediyorum.
“Ben seni, hep çok seveceğim. Hep sana dokununca titreyeceğim. Gitmeyeceğim Letizia, senin de benimle gelebilmenin bir yolunu bulmadan gitmeyeceğim.”
Yeniden öpüştüklerini duyuyorum. Artık konuşmuyorlar. Yere uzanıp, ön patilerimi yüzümün altına alıyorum.
Birkaç dakika sonra, kulaklarımın altındaki yer sarsılıyor. Birilerinin ayak seslerini duyuyorum. Başımı hafifçe kaldırdığımda, sokağın başında onu görüyorum. Aldo’nun az önce reddettiği fahişeyi. Sarı dişlerini sivrilterek gülümsüyor. Siyah saçlarını savuruyor. Bir şey oluyor diye düşünüyorum, kötü bir şey oluyor…
Gözlerim, kadının pis gülümsemesini anlamlandırmaya çabalarken, boynumdaki zincirin kavranışını hissediyorum. Sonra karnıma inen tekmeyi… İnliyorum. Başımı geriye çevirmeye çalışıyorum. Bir adamın iri kollarının arasında çırpınıyorum. Nihayet onunla göz göze geliyoruz. Letizia’nın kocasıyla…
“Sen ve o sahibin,” diyor, “Pompei’ye geldiğinizden beri, her şey daha kötü.” Sağ elini zincirimden ayırıp, sokağın köşesinde duran fahişeyi gösteriyor. “Şu kadın burada olduğunuzu söylemeseydi, beni kandırmaya devam edecektiniz!” Yüksek duvardan içeri doğru bağırıyor. “O benim kadınım Aldo! Onun sahibi benim!” Karnıma daha ağır bir tekme indiriyor. “O benim! Ona benden başkası dokunamaz!”
Havlamaya çalışıyorum. Sesim iniltime karışıyor. Letizia’nın kocası, ellerini zincirimden ayırdığında, boğuk boğuk nefes alıyorum. Adam, bahçe kapısını aralayıp, içeriye, Aldo ve Letizia’nın yanına giriyor. Peşi sıra bir hamle yapıyorum. Zincirime yeniden bir el dolanıyor. Bu kez başka bir adam, tasmamı tutup beni yere yatırıyor. İç güdüsel olarak ısırmaya çalışıyorum. Hırlıyorum. Yüzüme, ıslak burnumun tam üstüne, sert bir yumruk yiyorum. O kim, diye düşünüyorum, bana bunu neden yapıyor?
Aldo’nun sesini duyuyorum. “Bırak onu!” diyor, bahsettiği ben miyim, Letizia mı anlayamıyorum.
Kapı aralığından içeriyi görüyorum. Kocası, Letizia’nın çırılçıplak bedenini kavrıyor ve bahçenin ortasına bırakıyor. Ayak bileğindeki deri halhal sallanırken, yere düşüyor. “Bırak bizi gidelim,” diyor genç kadın, “Seni sevmiyorum, hiçbir zaman sevmeyeceğim!”
Boynumu adamdan kurtarmaya çalışırken, gözlerimle Aldo’yu bulmaya çalışıyorum. Nihayet, biraz ileride görüyorum. Adamın elleri onun gövdesinde. Dostumu, yüzüstü masaya yatırıp, kendi deri pantolonunun kemerini sıyırıyor. Kuşağı, Aldo’nun dudaklarının arasına sıkıştırıp, başını geriye doğru çekiyor. “Şimdi ona yapacaklarımı izle!” diyor Letizia’ya, “Avcının nasıl av olduğunu izle!”
Midem bulanmaya başlıyor. İnleyerek biraz daha onlara doğru dönüyorum. Adam, Aldo’nun pantolonunu indiriyor. Yüzünde, iki hayatımda da daha önce görmediğim çirkin bir gülümseme. Dayanamıyorum. Onu böylesi küçük düşürmesine göz yumamıyorum. Alt çenemi kuvvetle oynatıp, zincir tasmamı tutan adamın elini ısırıyorum. Ağzım kan doluyor. O acıyla haykırırken, ayağa fırlıyorum.
Kapı aralığından geçip, taş masaya hızla çıkıyor ve adamın boynunu yakalıyorum. Dişlerim kenetleniyor. Aldo ayağa kalkıp, pantolonunu düzeltiyor. Yerde duran elbiseyi Letizia’nın üzerine giydiriyor. “Onu bırak ve gel Rupicola! Hadi gidelim,” diyor, “Letizia’yı bizimle götürmenin bir yolunu bulacağız!”
Dişlerimi aralıyorum. Adam, acıdan kıvranıyor. Yavaş yavaş geri adımlarken bir ses duyuyorum. Tekinsiz bir gürültü. Sonra kafatasıma bir taş çarpıyor, bedenime dolan oksijenin yerini kötü bir şeyin aldığını hissediyorum. Zehir, burun deliklerimden giriyor. Şimdi değil; ama gelecekteki halimle anlıyorum. Vezüv Yanardağı, patlamaya başlıyor.
“Neler oluyor?” diyor Letizia öksürürken, “Bu ne böyle?”
Onlara doğru koşuyorum. Pompei”den kaçmak üzere olan üç kahraman olduğumuzu düşünüyorum. Tam kapıdan çıkacakken, elini ısırdığım adam, yerdeki kıvranışını durdurarak, arka patilerimden birini tutuyor. Isırmak için hamle yapıyorum. Alt çenemi yakalıyor. Kafamı sağa sola sallayıp, kısılmış kuyruğumu bacak aramdan çıkarıyorum.
Aldo, adama bir tekme savurup, tasmamı kavrıyor. Beni ondan kurtarmanın yolunun bu olduğunu düşünüyor. Ama ben, boynumun ve arka patimin, daha çok acıdığını hissediyorum. Üstelik zehir, tüm genzimi yakıyor. Başımı sallıyorum. Boynum, tasmadan kurtuluyor. Zincir, tıpkı müzedeki gibi Aldo’nun parmaklarının arasında sallanıyor. Sanki zırhımı soyunmuşcasına hırıldamaya başlıyorum. Tüm gücüm çekiliyor, direncim kırılıyor, anlayamıyorum.
Letizia panik halinde etrafa bakıyor. “Nerede?” diyor, “Aldo nerede?”
Tam karşımda duran dostuma bakıyorum, onu nasıl göremiyor olabilir ki?
Letizia’nın kocası gülümseyerek, karısını ve beni, bahçenin içine çekiyor. Diğer adam hemen ardımızda. Aldo dışarıda kalıyor. Olduğu yerde, gözlerini bile kırpmadan, elinde benim zincirimle…
“Köpeğin tasması!” diyor Letizia’nın kocası, “O çıkınca, Aldo görünmez oldu!”
Şaşkınlıkla beraber, delice bir telaşa düşüyorum. Havlıyorum. Uçları körelmiş tırnaklarımla, kapıyı tırmalıyorum.
“Bu neden hâlâ görünüyor öyleyse?” diyor diğer adam.
“Köpek ölümsüzlüğünü kaybetti!” diyor, “Eğer Aldo, yüzüğünü çıkarmış olsaydı, o da ölümlüye dönüşecekti.”
“Bunları nereden biliyorsun?” diyor bir diğeri.
Kuyruğumu yeniden bacak arama sıkıştırıp, onlara dişlerimi gösteriyorum. Umursamıyorlar. Benim farkımda olan sadece Letizia. Gözleri göz bebeklerimde. Ama korkudan buz kesmiş. Ne bana ne de kendine yardımcı olamaz.
“Biliyorum. Çünkü ilk geldiklerinde, benim kumarhaneme gelip tüm bunları bana kendisi anlattı. Uyduruyor sanmıştım. Ama şimdi emin oldum.”
Kısılmış sesiyle, titreyerek soruyor Letizia. “Peki şimdi,” diyor, “Şimdi ne olacak?”
Adam, karısının saçlarını parmaklarına dolayıp, biraz önce Aldo’yu yatırdığı taş masaya onu savuruyor. “Bıraktığı yerden ben devam edeceğim Letizia,” diyor, “Sana istediğini ben vereceğim. Uslu bir şekilde uzan ve kocanı bekle!” Diğer adama dönüyor. “Köpeğin boynuna, kolyeyi yeniden takana kadar Aldo artık görünmez! Ama bir hayalet değil. Bu kapıdan girebilmesi için, aralaması gerekiyor. Ve tatlı Letizia…” Onun kalçalarını okşayarak, yüzünün ortasına tükürüyor. “Sen onu bir daha asla göremeyeceksin!”
Havlayarak üzerine atlıyorum. Yüzümün ortasına bir odun parçasıyla vuruyorlar. Darbeyi nereden aldığımı kavrayamıyorum, bayılıyorum.
Ne kadar öylece kaldığımı bilmeden, gözlerimi aralamaya çalışıyorum. Yüzüme inen taş parçası ile sarsılıyorum. Karbonmonoksit, gırtlağımı tamamen yakıp, ciğerlerime sızıyor. Diğerlerinin de kıvrandığını görüyorum.
Elini ısırdığım adam ayağa kalkıyor. “Öleceğiz! Buradan kaçalım!” diyor, Gemilere binelim.”
Letizia’nın kocası başını iki yana sallıyor. “Buradan çıkarsak ve o dışarıda bizi izliyorsa köpeğe tasmayı yeniden takar! Ve yeniden her şeyimi alır! Burada kalacağım!”
“Ama öleceğiz!” diyor adam, “Ben gidiyorum!”
“Tamam. O zaman öldür ve öyle git!”
Letizia, hâlâ kocasının uyuşuk bedeninin ağırlığı altındayken, çaresizce soruyor. “Kimi?”
Duyacağım cevabı biliyorum. Yine de merakla kulak kabartıyorum.
“Köpeği,” diyor, “Aldo’yu daimi görünmez kılmanın tek yolu bu!”
Letizia onu yumrukluyor. Adam, son bir güçle, onun dudaklarını öpüyor. Letizia hıçkırarak ağlıyor.
Hayal meyal onları izlerken, zehirden dolayı uyuşuk bedenimle, infazımı bekliyorum.
Adam, odun parçasını yeniden havalandırıyor, ürkekçe ağlıyorum. Dayak yemek istemiyorum.
Bakışlarım bahçe duvarının üzerinde geziniyor. Aldo, oralarda bir yerlerde olmalı; ama yok…
Odun, yeniden burnumun üzerine iniyor. Adam elini yeniden kaldırdığında, sarsıcı bir gürültü kopuyor. Sonunda lavlar bize doğru yağmaya başlarken, üstümüze çarpan taşlar katlanıyor.
Hepimiz acıdan kıvranırken, zehirli hava içimize işliyor.. Etlerimiz yanarken, Aldo’yu görünmezlik çemberinin içinde bırakıyor ve taşa dönüşen bedenlerimizde, Pompei”de ölüyoruz.
* * *
Taş bir heykel gibi duran köpeğe bakıyorum. Napoli’nin Pompei müzesinde, yanımda kürk mantolu dostumla. “O,” diyorum, “O Rupicola mı?”
Başını sallıyor. “Muhtemelen evet, o sensin Rupicola…”
“Kes şunu,” diyorum, “Bu bir saçmalık. Beni bir şekilde uyuşturup, garip bir kabusun ortasına attın. Hiçbiri gerçek değildi, öyle değil mi?”
Elindeki zinciri sallıyor. “Yüzyıllardır seni arıyorum dostum. Seni bulabilmeyi öyle çok bekledim ki… İnan bana, biraz önce hatırladığın her şey doğru.”
Az önce beni iğreti şekilde izleyen Black Orchid kokulu kadın, yeniden kaçamak bakışlarını gönderiyor. İtalyanca soruyorum. “Neden bakıyorsun bana?”
Başını iki yana sallıyor. “Neden kendi kendine konuşuyorsun?”
Korkuyla Aldo’ya dönüyorum. “Seni göremiyor mu? Seni hiç göremedi mi Aldo? Peki öyleyse, ben nasıl görüyorum?”
Bakışları, Pompei Müzesi’nde geziniyor. “Ben burada, Letizia’nın ve senin bedeninin uyuduğu bu müzede, her gün sizleri görmeye geliyorum. Ve ilk defa beni fark eden biri oldu Rupicola. Bu, sen oldun. Bu yüzden, sonsuz enerjinin, kendine yeni bir beden bulduğunu anladım.”
Alayla gülümsüyorum. Söyledikleri gerçek olabilir mi? Yeniden kadına bakıyorum. Hâlâ beni izliyor. Eşcinsel olduğum için değil, bir deli olduğumu düşündüğü için. Bunu artık anlayabiliyorum.
Gerçeğin ne olduğunu ispatlamanın tek bir yolu olduğunu düşünüyorum. Elimi uzatıp, avucumu açıyorum. “O zinciri bana ver.”
Aldo gülümsüyor. Binlerce yıllık görünmezliği birazdan son bulacağı için mutlu. Zinciri, elime bırakıyor.
Kadın hâlâ bana bakıyor…
Rupicola’nın boynunda hissettiğim metali, insan bedenime takıyorum. Aldo titriyor, yüzündeki beyazlık, ten rengini giyiyor. Saçları alabildiğine canlı… Ben, direnç kazanıyorum. Bedenimdeki üşüme siliniyor, ağrıyan kemiklerim tazeleniyor.
Kadın olduğu yerde, korkuyla zıplıyor. Sağa sola bakıp, panikle titriyor. Belli ki, artık Aldo’yu görüyor.
Dostum, bakışlarımı yeniden üzerine çekmek için, elini sırtımda dolaştırıyor. “Ben artık varoluş kazandım, sen de ölümsüzlük giyindin,” diyor. “Yeniden tamamlandık.”
Kadını unutuyorum. Aklım yeniden bembeyaz tenli, kızıl saçlı Letizia’ya gidiyor. “Peki,” diyorum, o buradaki hangi ölü beden?”
Başını iki yana sallıyor. “Bilmiyorum Rupicola,” diyor, “Ama burada olduğunu hissediyorum.”
İçimde bir umut parıltısı beliriyor. “Geri dönemez miyiz? Madem zamanda yolculuk yapabiliyoruz, kocası gelmeden önce, Letizia’yı oradan kaçıramaz mıyız?”
İç çekiyor. “Önceki bedenini kaybettiğin andan sonrasına gidebiliriz artık sevgili dostum,” diyor. “Onun ölmüş olduğu gerçeğini hiçbir şekilde değiştiremeyiz.”
Eliyle yeniden sırtımı sıvazlıyor. Napoli’nin dış yüzeye açılan kapısına doğru yürüyoruz.
“Neden gelmedin,” diyorum, “Neden bizi oradan, o adamların yanından kurtarmadın? Duvarın üzerinden atlayabilirdin, tasmayı bana takabilirdin, sonra hep beraber bir gemiye binip, Vezüv”ün eteklerinden kaçabilirdik.”
Derin bir nefes alıyor. Burun delikleri alabildiğine açık.
“Varoluşu kaybettiğin ilk birkaç saat, hiçbir şey yapamıyorsun Rupicola. Olduğun yerde, zemine zamklanarak kalıyorsun.”
“Peki bunu,” diyorum, “Letizia’nın kocası bilmiyor muydu?”
“Hayır. Bilseydi, onu kaçırırdı. Ama belki de bilmesi ve kaçırması çok daha iyi olurdu öyle değil mi?”
Başımı sallıyorum. “Belki o zaman yeniden onun zamanına gidip, onu bizimle kılabilirdik; ama üzülme. Bak burada, bu müzede, ebedî bir mezarlığı var onun.”
Gülümsüyor. Aklım bambaşka bir şeye kayıyor. Merak ettiğim şeyi sormak için, hafifçe ona doğru uzanıyorum. Ben soruyu sormadan, o cevabı veriyor.
“Dişi,” diyor, “Rupicola, sen dişi bir köpektin!”
“Ne güzel,” diyorum, “Bir zamanlar, gerçek bir kadın bedeninde olduğunu bilmek ne güzel…”
Gülümsüyor. İçimdeki yüzlerce yıllık açlık diniyor. Yapbozumu tamamladığımı düşünüyorum.
Kapıdan çıkıyoruz. Turuncu montuma sarılıp, soğuk havanın güzelliğini hissediyorum. Artık titremiyorum. Çünkü ben de, Aldo kadar ölümsüzüm…
- Histeri - 1 Temmuz 2020
- Kozmos’un Gölgeleri - 1 Mayıs 2020
- Viyolog - 1 Nisan 2020
- Kökler ve Dallar - 1 Şubat 2020
- Aynadaki Yolcular – Son - 1 Aralık 2019
Bizi karakterler arasında savurduğu için Gaye’ye kocaman bir alkış. Karakterlerin uçurumun kenarındaki gezintileri ve düşsel ögelerin okuyucuya aktarımı ve modern yazımı çok hoş. Defalarca okunur, okutulur. Gezintiye devam!
İtalya hepimizin hikayelerine bir şekilde dokunmuş bu kez. E söz konusu yanardağ olunca. Böyle hikayeleri çok seviyorum. İşin içine olağanüstülük girince, hele ki eski yaşamlar girince hep heyecanlanırım. Bir de hayvanlar tabii Gaye bize yine çok hoş bir eser sunmuşsun. Keyifle okudum.
Cüneyt çok teşekkürler!
Okuyalım, yazalım hep. Düşlerimizi kendimize saklarsak ne anlamı kalır
Hep beraber devam!
İtalya, yanardağ ve köpek bedeni benim için büyülü bir yolculuk oldu Mervecim. Çok teşekkür ederim kıymetli yorumun için
Her kalemin kendine özgü bir dili vardır, senin kaleminin nacizane bir cüretkarlığı var,öykülerini başka kılan da tam olarak bu çılgın üslup