Öykü

Kuleler Arasında Et Yağmuru Perisi

“Ölen biriyle hangi dilde, sence nerede konuşulur?”

Ellerinin arasında tuttuğu parmakları düşürmemeye çalışarak koşuyordu. Güneş sarı bir yılan, tepeden tıslayıp kaçışı ateşledi Peşinde ne olduğunu anlamadan. Nasıl biteceğini bilseydi, yasını durgunlukla yutar, kolaylıkla sıyırırdı etinden. Annesinin soluğunu son kez duyduğunda yeşil, serin bir elbiseyle kapının arasından süzülüp yürüyüşe gitmişti. Gözlerinde biriken düşünceleri adımlarının önüne döküp ezerek yok edecekti. Böyle söylememişti. Ama kapıyı ardından örtüşünden belliydi. Şimdi annesinin geçtiği yolda, onun başına geldiğinden emin olduğu ihtimalin hesabını sormak üzere, dişlerini sıkarak acısını ezmeye çalışarak yürüyordu. Ağaçları ayırarak ilerleyen yol, bir düzlüğe çıktı. Dizleri kaskatı kesildi. Bir adım daha atmaması için yalvarmak üzereydiler. Tırmandığı tepenin vardığı düzlük yabancı geldi. Göz ucuyla avuçlarındaki parmakları saydı. Yedi. Üç eksik. Dişlerindeki tadın yeni farkına vardı. Kan. Taptaze, kıvamı yerinde. Dişlerini göstererek güldü. Parlak kırmızı. Güneşin altında suya vuran güneş gibi ışıl ışıl dişler.

Dönüp arkasına baktı. Boz. Bin bir tuzaklı. Kaçtığı şey görünmüyor. Koparmaya ayak parmaklarından başlasaydı onu kovalayamayacağını düşünemedi. Yolculuğunda karşısına çıkan, kuleye av götürmek üzere görevli yaratığı gördüğünde buraya yaklaştığını anlamıştı. Talihsiz şekilde kaçmayı başaramayınca, bir yaratığa göre ufak boylu, cılız düşmanını keskin dişleriyle kısa süreliğine etkisiz hâle getirdi. Yaratık onu ensesinden yakalayıp bağlamaya yeltenince elini yakalayıp parmaklarını ısırdı. İşaret parmağından başladığı ısırma serüveni, diğer elinin serçe parmağını da ağzında bulmasıyla son buldu. Her parmakta salyalı, balgamlı tükürükler saçarak canını teslim edercesine bağıran yaratık daha da hırslandı. Acıya yenik düştükçe gücü tükenmeye başladı.

İki eli de parmaksız kaldı.

Etkisiz hâle getirdiğini düşünüp bıraktığında yaratıkla işinin bittiğini düşündü. Koparıp tükürdüğü parmakları etraftan toplayıp intikamına giden yolda elde ettiği başarının bir nişanesi olarak yanına aldı. Acelesiz adımlarla, avuçları arasındaki parmaklardan akan kanı seyrederek ilerlerken arkasında gürültülü sesler duydu.

Parmaksız yaratık ellerini havaya kaldırmış, daha fazla kanın akmamasını sağlayarak onu yakalamak üzere harekete geçmişti. Parmakları elinde sıkıştırıp koşmaya başladığında, şimdi üzerinde durduğu düzlüğe çıkan ağaçlı patika yoldaydı. Nihayet buraya vardığında geride kimseyi bulamamasının iki açıklaması olabilirdi. Yaratığın çok kan kaybetmiş ve güneşin alnında daha fazla koşamamıştı. Diğer ihtimale göre deböyle sıradan bir yolla onu yakalamak yerine, kendilerine yaraşır ölçüde hain bir plan yapmak üzere diğerlerine haber vermek için yolunu değiştirmişti. Üçüncü ihtimal, hayal gücünün üretmek istemeyeceği ölçüde dehşet içerebilirdi. Düşünmedi.

Kaslarındaki sızı geçince usulca ilerlemeye başladı. Uzun yolu aşıp sonunda kulelerin yanına ulaştı. Önünde uzayıp giden düzlük, kule biçiminde bacaların kapladığı sonsuz bir dünyaydı. Başka kuralları olan, tehlikeli dumanların tüttüğü, yabancı bir dünya. Öcünü almak için kalbine doldurduğu hırsı yeşerten topraklar. Her kulenin bir sahibi vardı. En gaddar planların yapıldığı akıllar itinayla onlara dağıtılmıştı. Bu planlardan biri onun annesini almıştı. Çocukken anlatılan korkutucu hikâyelerde uzak topraklardan birinde insan yiyen kulelerin varlığından söz edildiğinde gece altına kaçırmaktan öteye gitmeyen etkileri olan bu kulelerin biri, annesini yiyerek güçlenmişti. Bedeli ödenmeliydi.

Kulelerin her biri, birer nefret yığınıydı onun için. Gördüğüne tükürdü. Yakınından ya da uzağından geçmesi önemli olmadan. Gözlerini kısıp baktı. Bazısına parmakları gösterdi. İçinden hâlâ kan damlayan parmakları.

Kulelerden biri, “Bize mi bakıyor o,” diye sordu yanındakinin uykusunu bölerek. Ayılıp soruyu anlayana kadar önlerinden geçip gitti.

Hangi şapkalı kulenin karnını annesinin canıyla doyurduğunu bulmak için ne kadar zamanı olduğunu bilmiyordu. Parmaklardan sıkıldı. Avcunu açıp hepsini yere bıraktı. Kulelerin arasında fısıltılar yükselmeye başladı. Birbirlerine doğru eğilip gelenin kim olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Dökülen parmaklar, kulelere bir yerden tanıdık geliyordu. Görünce mideleri kazındı. Bu parmaklar onlara leziz öğle yemeklerinin gelişinin anımsatmıştı. Öğle yemeği olarak getirilseydi başka şekilde sunulacağı için henüz davetsiz misafirlerini yemek akıllarına gelmiyordu. Üstelik böyle bir komut da yoktu.

Onlarca kulenin ortasına dek ilerleyip durdu. “Pardon, saçları omuzlarına dökülen, ince vücutlu kadını geçen akşam yemeğinde aperatif olarak siz mi yediniz? Kendisi annem olur da,” diye sormalı mıydı? Elbette yemedim, diyen olduğunda, “Elbette yemediniz, öyleyse dişlerinizi görebilir miyim? Aralarında ona dair bir şey görecek miyim diye merak ediyordum da,” demeli miydi?

Bu olmamalıydı. Yukarı baktı. Renk renk balonlar. Onu görebilecek kadar yakında, havada asılı kalmışlar sanki. Balonların taşıdığı geniş, sağlam sepetlerin birinin içinden sarkan hareketli bir şey dikkatini çekti. Neye benzediği oradan anlaşılmasa da, kollarının ucunda biçimi bozuk, el denemeyecek uzantılar olduğu kesindi. Buraya tırmanırken balonları görmemişti. Yürürken parmaklara diktiği gözlerini etrafta gezdirmediği için pişmandı. Fakat, o zaman gökyüzünde böyle güzel balonlar olsaydı, yaratıktan kurtulmanın sevinci ile onları fark eder ve birkaç kez zıplayarak el sallardı diye düşündü.

Öyleyse bu hiç düşünülmemiş ihtimallerden biri olabilirdi.

Kulelere döndü. Ayakta dikilmiş, kim olduğunu kendiliğinden anlamalarını, annesini yiyenin itirafını beklemekle zaman kaybediyordu. Kulelerin merakı artmış, fısıltıları söylenmelere dönüşmüştü. Birinin diğerine, “Ne kadar benziyor,” dediğini duydu.

“Kime?” diye bağırdı. Sesi birkaç defa yankılansa ne etkileyici olacaktı.

Cevap yok.

Alnında damla damla terler yüzünü yalayarak boynundan göğsüne inerken cildini kaşındırıyordu. Hazır böyle terliyorken bozulan sinirini atmak için birkaç damla gözyaşı dökmenin de tam sırasıydı. Ter ve gözyaşı damlaları birbirine karışacaktı. Hem ağlak bir intikamcı olarak görünmemiş olacak hem de bu kadar terlediği için kulelerin ona bakarken kabaran iştahlarını kaçıracaktı.

Atağa geçmeye karar verdi. Belindeki kemeri çıkardı. Kuleleri konuşturmak zorundaydı. Önünden geçtiği kulelerin en başına dönerek sorguya başladı. Kemeri hızla savurup toprağa yapıştırdı. Havayı yırtan ses yakınlardaki kuleleri sıçrattı. Arkalarına eğildiler. Yüzlerini sıyırıp geçen kurşunlardan kaçmayı başarmış gibi, tedirgin bir gururla eski yerlerine döndüklerinde ikinci darbe de geldi. Bu kez en baştaki kulenin toprakla birleşen noktasına acımasız kemer yapıştırıldı.

Bir kulenin nasıl çığlık atacağını hayal edebilir misiniz?

Rüzgârın aşındırarak oluşturduğu vücudu zangırdarken sert ve gergin yüzeyine yırtarcasına inen kemer darbesiyle kendine gelen şapkalı kule, ilk olmanın iç sızısını yaşıyordu. Öyle bağırdı ki, bacasında ne kadar tüf varsa etrafa saçıldı. O ise kemeri bırakmadan elleriyle ağzını, burnunu ve gözlerini kapatmaya çalıştı. Diğer kulelerin gözlerine kaçanlar, ortalığı kaplayan koyu gri bulut… Onlara sakinleşme, kendine hırs kaybetme şansı tanımadan ikinci kulenin ulaşabildiği en yüksek noktasına dek ulaşan bir kırbaç şaklatması daha geldi. Ondan sonraki kulelerin her biri aynı acıyı tadacaklarını bilmenin gerginliğiyle gittikçe daha sesli ve tiz çığlıklar atmaya başladılar. Zaten böyledir. Beklenmedik an olanın acısı içe işleme şansı bulamaz. Ne olup bittiğini idrak edene dek can acıtma hakkı zaman aşımına uğrar. Fakat bir kuleyseniz, bacanız tüfle kaplıysa, şapkanız da sizi korumuyorsa, gövdenize yapıştırılacak kırbacın acısını beklerken yok olmayı umabilirsiniz.

Beşinci, yedinci, on beşinci… Kuleler yamuldu. Kendilerini yıkmak için bilinçli sallantılara geçtiler. Bir yandan, “Annemi hanginiz yedi,”, “Size onu yemek olarak kim verdi,”, “Sadece yürüyüş yapmak istemişti,” yakarmaları art arda geliyor, bir yandan da gözlerini kapatıp kemeri kolunun gidebildiği en geri noktadan ileri savurup kulelere vuruyordu. Hızlı hareketlerinin ve kulelerin aldığı darbelerin yükselttiği toprak birkaç saniyeliğine her şeyin üzerini örtüyordu.

Artık kendinden geçmiş, aynı soruları defalarca tekrarlayarak zıplıyor, kemeri gelişigüzel indiriyordu. Öyle yoğun bir toz bulutu etrafı kaplamıştı ki, dağılması için sabit durup beklemeye başladı. Elleriyle uçuşturup görüş alanı oluşturmaya çalıştıysa da işe yaramadı. Toprak rengi bir boşluğun içinde, ölü yılan gibi elinden yere doğru kıvrılarak inen kemer de şeklini çoktan kaybetmişti. Bulutun arasından sesler gelmeye başladı. Bir aracın park etmesine benzeyen, toprağa şiddetle değen bir şeyin çıkardığı sesti. Dağılmaya yüz tutmuş toprak bulutunu güçlendirdi. Merakına yenik düştü. Ellerini önüne atıp bir şeye çarpmasına engel olmasını umarak hızla yürümeye başladı. Yürüdü. Yürüdü. Bir adım daha. Bir tane daha. Çarptı. Elleri hiçbir şeye denk gelmemişti. Çünkü beline kadar gelen balonun taşıyıcı sepetine çarpmış, elleri boşluğa denk gelmişti. Sönmüş balon süzülerek üzerine kapandı. Panikle etrafında dönüp kurtulmaya çalışırken daha da dolandı. Ayak sesleri duydu. Birden çok kişiye ait ayak sesleri. Balonun altında debeleniyor, kemeri yere vurup kimsenin yaklaşmamasını sağlamaya çalışıyordu.

“Annem! Annemi kim yedi!”

Cevabını ummayan sorular. Kimsenin yanıtlamaya yeltenmeyeceği sorular. Sorular.

Avuçları terliyordu. Gözleri, üzerine kapanan balonun güneş ışığıyla canlanan sarı plastiğinden başka bir şey görmüyordu. Kulelerin seslerinin yükseldiğini duydu. Yerlerinden söküldüklerini, karınlarından yükselen gümbürtülerin bacalarına dek ulaştığını. Hepsini duydu. Balondan sıyrılmaya çalışırken kollarına değen bir el hissetti. Tutmuyordu. Kavramıyordu. Kollarına dokunuyor, elini üzerinde gezdiriyordu. Parmaklardan eser yoktu. Kıpırdamadan durup parmakları hissetmeye çalıştı. Balona ne denli dolandığını umursamadan ona dokunanın ısırarak parmaklarını kopardığı yaratık olmamasını dilemeye başladı. Kafasının üstünde diğer eli hissettiğinde, sonsuz düzlükteki kendine ait yolun sonuna geldiğini hissetti. Etrafını uzun boylu, güneşi örten bir şeylerin kapatıyor olması lazımdı. Çevresinin kuleler tarafından sarıldığını güneş ışıklarının azaldığını fark etmesiyle anladı. Üzerindeki eller onu farklı yönlere itip duruyordu. Yaklaştığı her bir noktanın sıcaklığı diğerinden fazla geliyordu. Gittikçe ısınıyor olmalıydılar. Kızgınlığın kulelerin içinde ateş biriktirmeye yol açtığını bilse kemerle daha az uğraşırdı. Üzerindeki eller kafasını iki yanından tutmuş, eğilip bacasını doğrultmuş kulelerin içlerine biraz sokup geri çekiyordu. Sonunda onu yem edeceği kuleyi henüz seçmemişti. En keskin ağızlı baca girişlerinde parçalanmasını istediği için olacak, iştah kabartmaya çalışıyordu.

Kulelerden biri sağır edici bir gürültüyle ateş püskürttü. Sonra kendini daha fazla tutamayan diğeri. Göğe püskürtülen ateşi ve külleri görebiliyordu. Yaratık parmaksız ellerini, onun üzerindeki balonu sıyırmak için kullandı. Kalbinin yerinden çıkması için bu patlamaları yakından görmeliydi. Balon gözlerinin önünde açılan bir perde gibi ortadan kalktığında hemen önündeki kule patladı. Ne gördüğünü seçebilecek kadar dikkatli baktığında yükselen alevlerin arasında göğe püsküren küller haricinde bir şey fark etti. Yeşil elbisesi kül rengine dönmüş, patlamanın verdiği sarsıntıyla kopmuş kolları ve bacaklarıyla gökyüzüne beş parça hâlinde yükselen annesi, bir süre sonra düşüşe geçti. Kuleler bacalarını genişletip bağırmaya başladı: “Et yağmuru! Et yağıyor!”

Daha evvel yutulmuş etleri tekrar yemek isteyen kuleler arasında annesini bekliyordu. Kuleler açlık dolu homurtularıyla ona yaklaşırken, o ise, kollarını açmış düşmekte olan parçalardan en azından birini yakalamak istiyordu. Kollarının içini gökyüzünü seyredecek şekilde siper etti. Aç ve kızgın kulelerin çevrelediği daracık alanda bir sağa bir sola ilerleyerek annesinin parçalarının düşeceği yeri hesaplamaya çalışıyordu. Kulelerden biri tam onu kapıp midesine indirecekken o diğer yana kaçıyordu. Yaratık az kalsın parmaksız elleriyle onu sımsıkı tutmayı başaracakken birkaç adım ileri gidiyordu. Nihayet annesine kavuşmak üzereyken arkasından yaklaşan bir kule ağzı tek hareketle onu içine çekti. Annesi, rüzgârın ayak izlerini henüz süpürmediği toprağa, tam da kollarının onu tutabileceği yere parçalar halinde düştü. Çiğnenmiş, ayıklanmış, henüz sindirilmemiş parçalar, içlerinden sadece birinin doyduğu bacalar arasında, talihsizliğe uğramış bir peri gibi yatıyordu.

Elif Şeyda Doğan

Eylül 1994’te Ankara’da doğdum. İzmir’de büyüdüm. İstanbul'da yaşıyorum. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Anabilim Dalında doktora yapmaktayım. Öykü yazıyorum. İki kişi olarak CosmicZion Zine (czz) adlı fantastik edebiyat, uzay ve mitoloji fanzinini çıkartmaktayız.