İnsan neden pişman olmaktan vazgeçmez. Ya da sonunda memnun olmayacağı kararlar vermekte ısrar eder. Keşkelerimizi biriktirip boynumuza kolye yapıyoruz. Bir daha da yanımızdan ayırmıyoruz. Otuz iki yaşındayım ve bugüne kadar fazlasıyla keşke biriktirdiğimi söyleyebilirim. Hatta koca bir koleksiyonum var. İçinde olduğum çıkmazın sebebiyse koleksiyonumun son parçası.
Kapadokya’nın minik bir köyünde geçti küçüklüğüm. On yedi yaşında ayrıldıktan sonra da geri dönmek aklımın ucundan bile geçmedi. Geçenlerde mahkeme celbi gelmese döneceğim de yoktu zaten. Miras kalan üç beş tane arazi için çevredeki otel sahiplerinin açtığı dava başıma bela oldu. Şimdiyse tam bir kâbusun içerisindeyim. Anneannem anlatırdı da küçükken, ağzım açık dinlerdim, geceleri uykum kaçardı. Sonraları aklım ermeye başlayınca, anlattıklarını yaramaz çocukları korkutmak için uydurulan kocakarı hikâyeleridir deyip, kulak arkası ettim. Hurafelere inanıp, korkacak yaşı geçmiştim ne de olsa.
Orta Anadolu’da anlatılacak hikâye boldur. Her köyün olmazsa olmaz yatırı, gulyabanisi ya da hortlakları vardır. Bizim köy de nasibini almıştır bu hikâyelerden. Gece yarısından sonra dışarı çıkarmazdı anneannem bizi. “İyi saatte olsunlar gelir kaçırır çocukları, gençleri, bazen de yaşı geçmiş, gözünün feri gitmiş olanları” derdi. “Önce korkuturlar, sonra kovalarlar, peşinden ayrılmazlar. Canları sıkılınca da kaçırıp uzun uzun taş yığınlarına çevirirler insanları. Aha şuralarda gördüğünüz peri bacaları var ya, işte onların hepsi birer candı eskiden.” diye anlatırdı kısık sesiyle. Nedendir bilmem ama köy yolu boyunca kulağıma çalındı anneannemin sesi.
Köye sıcağın en yakıcı vaktinde ulaştık. Bozkırın ortasında, göz alabildiğine sarılara bürünmüş arazi gözlerimi kamaştırıyor. Güneş ışığını olduğu kadar, kavurucu sıcağını da üzerimize kusuyor dağlar taşlar. Sanki bizi burada istemiyorlar. Gönül koymuş gibi bakıyorlar, ellerine ne geçerse fırlatıyorlarmış hissi çöküyor üzerime. Baba evi kalınacak gibi değil. Kalıp eskileri yâd etmek istediğim de yok zaten. İçine yıllardır kimsenin girmediği belli. Bakımsızlıktan çürümeye yüz tutmuş, eşyaların kokusu burnumun direğini kırıyor. Zar zor kapıya atıyorum kendimi. Yakınlardaki bir pansiyona yerleşmeye karar veriyoruz eşimle. Duygu’da buraların meraklısı. “Beni memleketine hiç götürmüyorsun” diyordu. Fırsatını bulunca geride kalmaya razı olmadı. Çevrede görülecek pek bir şey olmadığını söylesem de Duygu’yu kıramıyorum. “En azından uzaktan da olsa peri bacalarına bakarız” diyor. Tüylerim diken diken, ensemden aşağı bir ürperti kayıp gidiyor. Gözleri üzerimde hisseder gibiyim, fırsat kolluyorlar. Kaçmak mümkün değil. Tekrar gün yüzünü görmeyecekmiş gibi saklanmak istiyorum. Gezintimiz boyunca keyfim bir türlü yerine gelmiyor. Dönünce yorgunluk bahanesiyle erkenden yatıyorum. Uykunun sakin, yatıştırıcı sularına dalmak hiç bu kadar güç olmamıştı. Ne zaman sızdığımı hatırlamıyorum. Saatimin fosforu, pencereden süzülen ay ışığını yansıtıyor, sabaha karşı üç. Pencereyi açınca buz gibi gece havası ciğerlerime hücum ediyor. Buraların gecesi serin olur. Öyle hissettirmeden, usul usul çarpar adamı, iliklerine kadar işler. Hiç özlememişim.
Geceyi sigaramın dumanıyla puslandırırken, neden buralara geri dönmediğimi düşünüyorum. On beş yıl önce en asi olduğum zamanlar, lise bitmiş, İstanbul’da üniversiteyi kazanmışım ama babam gitmeme izin vermiyor. Esip, gürlüyorum. Evde savaş halindeyiz. Sonuç, buraları terk edip, taşı toprağı altın memlekete yerleşiyorum. Sonrasında babamı tekrar görmedim. Cenazesi kaldırılırken yurt dışındaydım, ulaşamamışlar. Cenazeden birkaç ay sonra da annem İstanbul’a geldi. İki buçuk sene sonra da onu kaybedince buralara gelmek için ne sebep kaldı, ne de ihtiyaç.
Kapıdan gelen tıkırtılarla dikkatim dağılıyor. İzmariti balkondan aşağı sallayıp içeri geçiyorum. Farelerin ortalıkta dolandığına karar verip yatağa girerken, kapı, menteşelerinden sökülüp içeri doğru düşüyor. Korku ve şaşkınlıkla yerimden fırlıyorum. İçeri hırsızların, uğursuzların girmesini beklerken, üç kediyle karşılaşmak garipliklerin başlangıcı oluyor. Salına salına kapıdan geçip yaklaşıyorlar. Odanın karanlığında parıldayan gözler dik dik bana bakıyor. Duygu’ya sesleniyorum, çıt yok. Yavaşça dürtüp uyandırmaya çalışıyorum, bana mısın demiyor. Nefes alıp verdiğini görünce rahatlıyorum ama olanlardan habersiz, mışıl mışıl uyumaya devam ediyor. Arkamdan gelen tıslamaya benzer kısık ses “Ne duyan olur bu gece bizi, ne de gören senden başka. Uğraşma, sadece biraz oyun, belki biraz korku ve sonrasında da çığlıklar için geldik. Bizden sana zarar gelmez, tabi eğer yakalanmamayı becerebilirsen.” diyor minik dişlerini gösteren sırıtışıyla. Ortadaki kedi konuşuyor. Tüyleri maviye çalıyor, ama ay ışığının vurduğu yerler gümüşi renklere bulanıyor. Diğer ikisi gecenin karanlığı gibiler. Konuşan kedinin iki tarafındaki gölgelere benziyorlar. Ama üçünün de gözleri buz mavisi, soğuk ve hareketsiz.
Bana doğru atılan ilk adımla kaçmaya başlıyorum. Odamızın giriş katta olması şans, balkondan aşağı bir çırpıda atlayıveriyorum. Daha önce hiç böyle koşmadım. Kulağım arkada, minik adım sesleri kesilmeden gelmeye devam ediyor. Dönüp bakmaya içim el vermiyor. Hiç dönmeseydim buralara, kendime, salaklığıma, dava açanlara etmediğim küfür kalmıyor. Yollar ıssız, sessiz, kimseler yok ortalıkta. Ne attığım çığlıklar, ne de yardım çağrılarım duyuluyor. Anneannem demişti ama “Gece çıkmayın dışarı buralarda, iyi saatte olsunlar gelirse alır götürür hepinizi.” “Keşke…” diyorum. Kolyeme eklenen yeni boncuğun sesini duyar gibiyim. Uzayıp gidiyor boynumdan aşağı asılan zincirim, ağırlaştıkça yavaşlıyorum. Uzadıkça ayaklarıma dolaşıyor, tökezliyorum. Adım sesleri giderek yaklaşıyor. Korkuyorum, geride kalmaktan, olduğum yere sabitlenmekten ve de bir daha hareket edememekten. Korkuyorum yakalanmaktan ve kendi kabuğumda kısılıp kalmaktan. Korkuyorum, yüzyılların sonunda rüzgârın yumuşak dokunuşuyla aşınıp toz toprağa karışmaktan. Dehşet içinde kırmaya çalışıyorum zincirlerimi. Dibimde kahkaha sesleri, minik pati dokunuyor sırtıma. “Yakaladım.” diyor, coşkuyla ve sevinçle. Ayaklarım kök salıyor soğuk toprağa. Boyum uzuyor ve kollarım kalınlaşıyor, gövdem irileşiyor, kafam büyüyor, giderek gökyüzüne doğru yükseliyorum. Anneannem haklıymış. Yaşlılar hep haklıdır zaten, görmüş geçirmişler. Diğer peri bacalarının ağıtları arasına karışıyor çığlıklarım ama duyan yok. Bilincim yok oluyor, yavaş ama kararlı adımlarla. Zihnimin son ışıkları da sönerken yatağımda kan ter içinde uyanıyorum. Nefes nefeseyim. Kapıdan gelen tıkırtılarla dikkatim dağılıyor…
Bir kac küçük göze batmayan anlatım ve noktalama hatası var. Anlatım guzel, akıcı. Sonlara dogru peri bacasi olup kalacak mi, hikaye fantastik şekilde bitecek mi diye düşündüm.
Elinize sağlık,
Akıcı bir anlatımla güzel bir öykü kaleme almışsınız.
Bunlar çok beğendim.
Kolay gelsin