Öykü

Denizimin Kızı

Düştüğümden beri aylar geçmişti ve daha da zaman geçecek gibiydi. Belli ki bana söylemiyorlardı. Belki de ömrümün sonuna kadar bu yatağa mahkûm kalacak, duvarlardaki çatlakları nehirlere, perdelerdeki desenleri olmadıkları varlıklara benzetip duracaktım. Durmak kolaydı ama hareket etmek imkansızdı. Hareket edebilsem ilk önce bu duvarların rengini değiştirirdim. Yürümek, temiz havada istediğim gibi dolaşmak değildi önceliğim illa bu duvarların rengi değişecekti. Mesela belli belirsiz bir su yeşili olabilirdi ya da dümdüz beyaz bile olsa olurdu ama dört duvar bordo olmamalıydı. Başıma bunların geleceğini, zamanımı bir odada geçirmek zorunda kalacağımı bilseydim, öncesinde eşimin duvarları bu renge boyamasına izin vermezdi. Biricik sevgilim; hayatımda en çok sevdiğim adamdı. Tabii ki başkalarını da sevmiştim ama en çok eşimi sevmiştim. Sevebilmek bir yetenekti ve bu konuda oldukça marifetliydim. Beraber susabildiğim, konuştuğumuzda ise vaktin nasıl geçtiğini anlamadığım adamdı eşim. Kırk bir sene böyle geçmişti. Farkına varmadan; eğlence, merhamet, duruluk ile hafif esen yelde dalgaların sahile hissettirmeden ulaşması gibi nihayete ulaşıp geçip gitmişti. Hiç sesler yükselmemişti mesela ve duygular çiğnenmemişti. Gerçekten mümkün müydü bu? Başlarda bunun tutku eksikliği olabileceğini düşünmüştüm. Bir süre anlayamamıştım neye sahip olduğumu ama sonra anlamış ve sımsıkı sarılmıştım. Kırk bir yıl; bir ejderha ömründe bir mimik hareketi, bir kelebeğinkinde ise bir maratondu sanki. Kendi hayatımda ise boynumda gururla taşıdığım madalyonumdu. Seçim yapacak olsam yine aynı adamı ve hayatı seçerdim.

Hayatım boyunca tutarlı bir insan olmama rağmen karşılaştığım bazı olaylarda duygusal dengemi korumakta zorlandığım olmuştu. Ancak ailem ile ilgili, hayatın getirdiği beklenmedik durumlar karşısında bir çınar ağacı gibi dik durup, vahşi bir kedi gibi tırnaklarımı hep çıkarabilmiştim. Anne ve babamın yaşlılıklarında, yapraklarla dolu dallarımı üzerlerine germiş, saçlarına düşen yapraklarım eşliğinde onları bulutların üzerine uğurlamıştım. Kardeşlerimin gözünden damlayacak bir damla mutsuzluk için dünyayı tepetaklak edebilecek güce de sahiptim. Üç kız kardeş; prenseslerim! Ava; yeşil gözlerinin içinde minik bal petekleri ile mutlu mutlu bakardı. Ağzımdan çıkan her sözü havada yakalar, öpmem için ellerini bana uzatırdı. Öpünce de ellerini havaya açar, öncesinde hapsettiği sözcükleri bulutlara doğru bırakıp arkalarından görüşmek üzere diye sessizce mırıldanıp el sallardı. Ağzımdan çıkan her sözün bulutların üzerinde bir yerlerde yaşadığını söylerdi. Sara; onu eğlendirmek için odanın ortasına çıkıp sergilediğim tek kişilik tiyatro oyununu minik elleri ile alkışlar, altı derece miyop gözlüklerini minik burnunun üzerinden düştükçe yerine ittirip gülümserdi. Oyunumu sergilerken başka başka insanları canlandırsam da, karakterin arkasındaki gerçek beni hep görebildiğini ve gerçek beni bir an olsun miyop gözlerinin önünden kaybetmediğine sevindiğini söylerdi. Ben de bunu oyunculuktaki başarısızlığım olarak yorumlar ve bu yoruma beraber gülerdik. Kylie; benim zeki meleğim! Bir insanı, ne zaman yeteri kadar tanıyabileceğimizi sorardı. Sonra da biz onu tanımaya çalışırken zamanın da geçeceğini ve onun aslından artık tanımaya çalıştığımız insan değil bir başkası olacağını söyler ve hiçbir zaman diye cevabı yüzüme yapıştırırdı. Çoğu dünya klasiğini okumuştu. Arkeoloji ve antropoloji hakkında bilmediği konu hemen hemen kalmamıştı. Yeteri kadar kazıp dünyanın merkezine ulaşsak, orada kendimizin başka bir suretini görebilmemizin muhtemel olduğunu söylerdi. Belki de oradaki diğer kendisinin, Igor ile buradakinden daha mutlu bir hayat yaşıyor olabileceğini eklerdi. Gözleri dalarak, Igor’un annesi ya da kız kardeşlerinden biri olabileceğini söyler, sonrasında sadece onun görebildiği bir melek görmüşçesine boşluğa bakarak gülümserdi. Igor’un kim olduğunu sorunca en yakın arkadaşı olduğunu söyleyip başka bilmeceli ve eğlenceli bir soru sorardı. Ruhu ve zihni çok derindi.

Eşim ile kırlarda ve dağlarda gezip çimenin en yeşilini içimize çekip, ağacın en yaşlısına sarılmak kırk bir yıl boyunca en sevdiğimiz faaliyetlerimizden biri olmuştu. Sepetimizin içine kırmızı şarabımızı, peynirimizi koyup arabaya atladığımız gibi Mızraklar Dağlarının yamaçlarına yeşilin en yeşil, göllerin en temiz olduğu bölgeye giderdik. Araçtan indikten sonra yaklaşık üç kilometre papatyalar arasında yürürdük. Mızraklar’ın ayaklarının dibine geldiğimizde tahta barakasında eşi ve dört çocuğu ile yaşayan çiftçiyi selamlar uygun bir yere kurulurduk. Gününe göre salımıza atladığımız gibi gölde avare ördekler gibi gezerdik. Ne çok gülerdik ne çok güldürürdü beni! Sanki görünmez eller ile gıdıklardı. Kollarında geçirdiğim her saniye bu dünyaya mutlu olmak için geldiğimizin kanıtıydı. Bana derdi ki;

“Göğsümün tam ortasında, ciğerlerimin tam arasında her daim aydınlık bir deniz var canım. Seni ilk gördüğüm gün bir fırtına çıktı ki orada sorma! Dalgalar boyumu aştı, bulutlar gözlerime doldu; ne yapacağımı bilemedim. Seni her gördüğümde, bana her baktığında ve seninle her güldüğümde; Cuuup! diye atlayıverdin denize ve dindirdin tüm fırtınalarımı. O denizin tek kızı sensin. Sen benim denizimin kızısın. İyi ki varsın, iyi ki geldin.”

Bu sefer gıdıklanmaz, ona sarılır ve dakikalarca öyle kalıp zamanın tam da o an durmasını dilerdim ama saniyelerin salyangoz olmasını isterken, günler bir çita gibi koştururdu peşimizden. Yine böyle bir gün, çimenlerin üzerinde ona sarılmış halde gözlerim Mızraklar’ın güzel kahverengisine ve yeşiline dalıp, bulutların gölgelerinin bu güzelliklerin üzerinden geçişini izlerken, iki tane kelebek gelip koluma konmuştu. Kanatlarında sanki doğanın tüm renklerini taşıyorlardı ve açılıp kapandıkça, üzerimizde yürüyen karıncalar gözlerini onlardan alamıyordu. Bütün gün yanımızdan ayrılmamış, tepemizde uçup tekrar tekrar üzerimize konmuştu. Bir tanesine Leonardo, diğerine ise Jesus ismini vermiştik. Şu an yattığım yerden, duvarda çatlak bordo nehirlerin üzerinde asılı duran fotoğraflarına bakıyorum. Leonardo ve Jesus acaba şimdi hangi sevgililerin üzerinde uçuyorsunuzdur; bilemiyorum.

O gün uyandığımda aslında uyanamamıştım. Gözlerim kapalı olmasına rağmen, odanın içini buzlu bir camın arkasından seyrediyor gibiydim. Odada üç kadın vardı. Elimi tutan Ava, başımı okşayan Sara, ayaklarımı elleri arasına almış olan da Kylie idi. Odada çok fazla sevgi vardı. Sevgilerini yoğun bir biçimde hissedebiliyordum. Boğazım düğümlenmiş ve kalbim daha hızlı çarpmaya başlamıştı. Camlar, pencerelere yerleştirildikleri yerlerden yavaş yavaş erimeye başlamıştı. Yazın sıcağında güneşin vurduğu yere konan mahcup bir dondurma gibi eriyordu. Damlayan su sesi giderek artıyordu. Camlar tamamen eriyip odanın içi yatak hizasına kadar su ile dolmuştu. Kardeşlerim hareketsiz duruyor ve sevgileri ile beni besliyorlardı. Bacaklarımda bir hareketlenme hissettim. Göz kapaklarımın ardından bacaklarıma baktığımda pul pul olmaya başladıklarını gördüm. Neden bilmem, hiç garipsemedim. Pullanma belime kadar ulaşmış ve tenimin rengi değişip eskiden bacaklarımın olduğu yerde bir balık gövdesi, Kylie’nin tuttuğu ayaklarımın yerinde ise devasa bir balık kuyruğu oluşmaya başlamıştı. Odanın içine biriken su yavaş yavaş beni yatağın üzerinden kollarına alıyordu. Kardeşlerim hareketsiz bir şekilde suyun altında kalmışlardı. Oda tamamen su ile dolduğunda, pencereye doğru yüzmeye başladım. Tek bir kuyruk çırpışında neredeyse pencereden dışarı çıkacaktım. Ellerimle pencereyi tutup, olduğum yerden dışarıya bakakaldım. Tüm Dünya sular altındaydı. Koskoca binalar, denizin dibindeki devasa deniz minareleri gibi önümde duruyorlardı. Arkamı dönüp yataktaki yaşlı, gözleri kapalı ve gülücükler saçan bedenime son kez baktım. Kardeşlerim başımı okşayıp her biri alnımdan öpüyorken, bulutlara kadar ulaşmış suların tepesinden aniden gelen bir ışık gözlerimi aldı. İstemsiz olarak ellerimi siper edip etkisinin azalmasını beklerken, bu ışığın Güneş olduğunu fark ettim. Buraya kadar ulaşıp içimi şenlendiriyordu. Ben yukarı bakarken bir sal gölgesi yavaş yavaş Güneş’in önünü kapattı. Güneş boynu tutulan bir insan gibi, eğilip bükülüp beni aradan görmeye çalışıyordu sanki. Kürekler suya girip çıktıkça, sal yavaş yavaş ilerliyordu. Penceresinden yukarı baktığım deniz minaresinin üzerinde durdu. Belli ki, yukarıda suyun dışında hafif bir yel vardı; sal ufak ufak sallanıyordu. Sal beşik olsa, bebeğini anında uyuturdu. Salda bir adam ayağa kalktı ve gölgesi içime düştü. Bu tanıdık siluet beni kendisine mıknatıs gibi çekiyordu. Ellerimi yukarı doğru kaldırıp, kuyruğumu çırpabildiğim en hızlı şekilde çırpmaya başladım. Su önümde yarılıyor, Güneş daha da içime doluyordu. Adam salda ayakta durup sağa sola ve denizin dibini görmek istercesine aşağıya doğru bakıyordu. Suyun yüzeyine yaklaştıkça, midemde bin kelebek sanki bir an önce dışarı çıkmak için beni daha da hızlı yukarı doğru ittiriyordu. Suyun dibinden o kadar hızlı yüzdüm ki, bir anda kendimi suyun dışında havada buluverdim. İşte o an göz göze geldik. Saldaki adamın iki omuzunda birer kelebek vardı ve adam bana bakakalmıştı. Leonardo ve Jesus, adamın şapkasının üzerinde dönmeye başladığı sırada tekrar suya düştüm. Salın kenarına kadar bu sefer sakin ve mutluluk içinde yüzüp iki kolumla tahtaya tutundum. Adam bu ceviz kabuğunun içinde diz çökmüş, ellerini bir iki yana açıyor bir birleştirip gökyüzüne bakıp kahkahalar atıyordu. Birkaç saniye sonra sakinleşti, elimi iki elinin arasına aldı. Beklediğim kelimeleri birleştirdi ve hayatım boyunca duyduğum en güzel cümleyi kurup söyledi;

“Hoş geldin Denizimin Kızı, hoş geldin sevgilim!”

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Merhaba,

    Elinize sağlık, ne güzel bir öykü olmuş. Konuyu işleyişinizi, kız kardeşlerle olan kısmı, bir bayanın ağzından sevgi dünyasını anlatımınızı çok beğendim.

    Takıldığım bir kaç yer oldu ve öykünüzü baştan okudum. Belki ben bağlantı kuramadım, o yüzden sormak istiyorum.

    Özet

    Düştüğümden beri aylar geçmişti ve daha da zaman geçecek gibiydi.

    Metinde, bu cümleye başvuran bir yer bulamadım. Yani öykünüzü bitirdikten sonra aklımda, nereden düştü, ne zaman düştü diye sorular kaldı. Elbette her şeyi okuyucuya açık vermeye gerek yok, ama öykünün tümünü etkileyen bir durum söz konusu olduğu için, kafamda bu düşme kısmı havada kaldı.

    Arkamı dönüp yataktaki yaşlı, gözleri kapalı ve gülücükler saçan bedenime son kez baktım.

    Bu cümledeki yaşlı kelimesini eğer yılca yaşlı anlamında kullandıysanız neden diye sormak isterim. Çünkü 41 yaşında olduğunu söylediğiniz karakteriniz yaşlı sayılmaz. Eğer göz yaşından bahsediyorsanız virgül bu anlamı yok etmiş. Bu cümleyi tekrar gözden geçirmenizi tavsiye derim.

    Sal beşik olsa, bebeğini anında uyuturdu.

    Bu cümle, metnin bütününde gözüme batan bir yapıya sahip. Cümleyi çıkarttığınızda anlam değişmiyor ve hatta bence daha sakinleşiyor. Ben sevemedim :slight_smile:

    Aynısı buradaki cümle için de geçerli.

    Adam bu ceviz kabuğunun içinde diz çökmüş,

    Sal için yaptığınız ceviz kabuğu benzetmesi galiba olmamış. Ama tabi takdir sizin :slight_smile:

    Son olarak bir sorum olacak:

    Karakteriniz, öyküde yatağının baş ucundaki kardeşlerini tanıyabiliyor ancak saldaki adamı - yanlış anlamadıysam eşini - tanımıyor, sadece tanıdık geldiğini söylüyor. Bunun özel bir nedeni var mı? Eğer yoksa, saldaki adamı da yakınlaştığında tanısa daha birbirine uyumlu durmaz mıydı? Acaba diyorum :slight_smile:

    Tekrar emeğinize sağlık :slight_smile:
    Müge

  2. Müge Hanım Merhaba,

    Yorumlarımı aşağıda bulabilirsiniz.

    *Düştüğümden beri aylar geçmişti ve daha da zaman geçecek gibiydi.

    Aslında nerede ve nasıl düştüğünü ben de bilmiyorum :slight_smile: Sadece düşmüş ve yatakta içinden bize hikayeyi anlatıyor.

    *Arkamı dönüp yataktaki yaşlı, gözleri kapalı ve gülücükler saçan bedenime son kez baktım.

    Karakter 41 yaşında değil, 41 yıl evli kalmış.

    *Karakteriniz, öyküde yatağının baş ucundaki kardeşlerini tanıyabiliyor ancak saldaki adamı - yanlış anlamadıysam eşini - tanımıyor, sadece tanıdık geldiğini söylüyor. Bunun özel bir nedeni var mı? Eğer yoksa, saldaki adamı da yakınlaştığında tanısa daha birbirine uyumlu durmaz mıydı? Acaba diyorum

    Şöyle ki, oda su ile dolmaya başladığında binanın dışındaki dünya da su ile dolmaya başlıyor. Karakter deniz kızı şekline büründüğünde ve camdan dışarı baktığında, sular çoktan bulutlara kadar varmış oluyor. Takdir edersiniz ki, o sırada denizin metrelerce altında ve o derinlikten suyun dışındaki karakter sadece tanıdık geliyor. Kim olduğunu anlayınca da hızla yüzeye doğru yüzüyor.

    Değerli yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Umarım okumaktan zevk almışsınızdır.

    Sevgiler.

  3. Okurken gayet keyif aldım. 41 yaşı okurken kafam neredeymiş acaba :)) Demek öykü karakterinize yaşlılığı yakıştıramamışım :blush:

    Elinize sağlık tekrar

  4. Çok sevindim. :slight_smile: Gelecek seçkilerde görüşmek üzere. Teşekkürler.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for OykuSeckisi Avatar for irishgreenish Avatar for Muge_Kocak