Büyük bir hevesle çıktığımız Balkanlar yolculuğunun üçüncü durağına gelmiştik. Yolculuğumuza yüksek tempoda başlamış, Makedonya’nın kuzeyinden güneyine detaylıca bir seyahat etmiş ve Arnavutluk’un başkenti Tiran’da bir tane bile Arnavut ciğeri satan dükkân bulamamanın hüznüyle İşkodra şehrine geçmiştik. Temmuz sıcağında tırmandığımız İşkodra kalesinin yorgunluğu ve Karadağ’ın başkenti Podgorica’nın yarattığı hayal kırıklığı içinde Budva şehrine varmıştık. Karadağ, Avrupa’nın en kısa sahil şeritlerinden birine sahip fakat bu küçük alana dağılan irili ufaklı il ve beldelerin her biri sürprizlerle doluydu, seyahatimiz boyunca en gözde anıları da yine buralarda biriktirecektik.
Uzun süren bir otostop serüveninden sonra biraz yorgun, biraz bıkkın bir şekilde Budva’ya vardığımızda hepimizin aklından Adriyatik’in derin sularına atlamak geçiyordu. Hostele yerleşip kuralları ve kullanabileceğimiz ek özellikleri ev sahibemizden –her gittiğimiz yerde olduğu gibi- bir kez daha dinledik. Dört kişilik dubleks oda görece pahalı fiyatına rağmen bizi oldukça tatmin etmiş, dördüncü konuğun gelmemesi sonucu alanın tamamen bize kalması da odanın değerini gözümüzde bir kez daha arttırmıştı. Podgorica deneyimimizden sonra bizi bir nebze mutlu etmeyi başarabilen Budva’daki hostelimizin yarattığı pozitif enerjiyle hemen yüzmek için üzerimizi değiştirdik ve sahile koşuşturmaya başladık, bir an önce Adriyatik’in sularına karışmak istiyorduk.
Adriyatik’in tuzlu ve soğuk sularını kucaklamak, özellikle birkaç gündür bizi yoran deneyimlerimizden sonra, hepimize iyi gelmişti. Bir ara iki arkadaşım Onur ve Yiğit sahile uzanıp güneşin ve dingin havanın tadını çıkarırken denizde yalnız başıma kaldım. Bu sırada inanılmaz güzelliğiyle denizin ortasında salınan, sanki peri masallarından fırlamış bir Slav kızı gördüm. En azından tipik sarı saçları, güçlü çene hatları ve yanındaki kızıl saçlı kızla hafif tartışma seviyesinde olan konuşmaları sırasında kullandığı dil onun Slav olduğunu tahmin etmeme yol açmıştı. Kızıl saçlı kız, benim sarışın kıza olan bakışımı fark edince arkadaşına memnun olmayan bir surat ifadesiyle beni işaret etti. Sarışın kız mahcup bir şekilde bana döndü ve utangaç bir gülüşle bakışıma karşılık verdi. İnsanın içine işleyen yeşil gözleri ve ağzını açmadan sadece dudaklarıyla bana sunduğu küçük tebessüm beni cesaretlendirmişti. Tam yanına doğru yüzmeye başladığım sırada Onur’un saatin epeyce geçtiğini ve artık çıkmam gerektiğini söyleyen sesini duydum. Kıza üzgün bir ifadeyle baktıktan sonra da onu tekrar görme ihtimalinin verdiği umuda bağlı kalmaya çalışarak denizden çıktım. Ne de olsa Onur haklıydı, burada kısıtlı bir süremiz vardı ve şehrin belirli yerlerini gezmek istiyorsak aceleci davranmalıydık.
Slav memleketlerinin birçoğunda olduğu gibi burada da eski şehir anlamına gelen Stari Grad vardı ve yüzyıllar öncesinden kalan eski kale-şehir yapılanması oldukça iyi korunuyordu. Boynumuzda hâlâ ıslak olan kafamızı kurutmak için astığımız havlularımız, altımızda deniz şortlarımız ve ayaklarımızda terliklerle eski şehre girdik. Birçok turist gibi biz de buranın şok edici güzelliğine kapılıp kısa bir süreliğine ne yapacağımızı bilemez halde durduk. Zaten küçük olan Budva şehrinin çok daha küçük bir kısmını kaplayan Stari Grad, bize sunduğu tarihi ve doğal güzellikleriyle gözümüzde mecazi bir devasalığa ulaşmıştı. Küçük eski şehirdeki kale surlarını, saat kulelerini, eski sarayları ve dar sokakları görüp karış karış gezdikten sonra şehrin hemen ilerisinde yer alan Dans Eden Kız Heykeli’nin yolunu tuttuk. Heykele ulaşmak için yürüdüğümüz uzun yoldan sonra aslında pek de bir iddiası olmayan fakat zamanla şehrin sembolü haline dönüşmüş heykeli gördük. Arkadaşlarım yanlarında bu simge, arkalarında deniz ve tarihi Budva şehrinin manzarası varken burada fotoğraf çekilmek istediler. Onlar kayalıkların üzerindeki heykelin yanına ulaşmaya çalışırken ben de telefonumu çıkardım. Bu sırada denizde yüzerken gördüğüm sarışın kızı heykelin yakınındaki kayalardan birinde oturmuş, bana gülümseyerek bakarken gördüm. O anın heyecanıyla ona seslenmeye çalışmak yerine telefonumun fotoğraf tuşuna basmış bulundum. Patlayan flaşla beraber kız denize karışmıştı ve ben de bir kez daha izini kaybetmiştim.
Artık akşam olmuş, güneş Sveti Stefan ve Sveti Nikola adaları arasında Adriyatik’e karışmış ve yerini gökyüzündeki büyük dolunaya bırakmıştı. Fotoğraflarını çektiğim Onur ve Yiğit benim durgunluğumun kaynağını öğrenmek için beni biraz sıkıştırdıysalar da benden bir cevap alamayınca uğraşmayı bıraktılar. Kıyıdan ve heykelden biraz uzaklaşmış, tekrar eski şehrin sokaklarında yürümeye başlamıştık. Makul bir giriş ücretini ödedikten sonra da şehrin tarihi dokusunu daha iyi hissettiren Hisar’a girmiştik. Hisar’da muhteşem bir deniz manzarası ve birçok heykelle beraber içinde önemli yazılı eser bulunduran kütüphane vardı. Burada vakit geçirmek biraz moralimi yükseltse de kızla olan ikinci şansımı da batırmış olmanın verdiği rahatsızlık içimde yer etmişti ve gitmek bilmiyordu. Ben ve Onur kütüphanede kitapları incelerken yukarıdan eski şehrin manzarasını izleyen Yiğit, gündüz gezerken ilanlarını gördüğümüz klasik müzik konserinin başladığını söyleyerek yanımıza koştu. Karadağlıların sanat anlayışını canlı gözle görmek istediğimiz için hızlı adımlarla Hisar’dan çıktık ve eski şehrin deniz kıyısındaki konser alanına geldik.
Konservatuar öğrencisi olan Karadağlı ve Sırp kızların oluşturduğu konser ekibinin büyüleyici müziklerini dinlerken Yiğit bu şehre aşık olduğunu açık açık dile getirdi. Olmamak mümkün müydü ki? Bu küçük ve mütevazı fakat bir o kadar da görkemli olan sahil şehri tarih, deniz ve güzel olan her şeyin birleşimiydi. Bizim gibi yurt dışına yeni çıkmış üç genç için de yaşayıp gördüklerimiz sanki dünya dışı olaylarmış gibi geliyor ve bizi yarı baygın bir hale sokuyordu. İki dostum şehrin güzelliklerini konuşup konserin keyfini çıkarırken benim aklıma bir kez daha sarışın kız gelmişti. Biraz hava almak ve düşünmek istiyordum, müziği duydukça artan kalabalığı yararak deniz kıyısına yaklaştım ve korkuluklara yaslandım. Bir yandan artık daha uzaktan gelen müziği bir yandan da dalgaların kıyıya vuruşunu dinlerken onu tekrar gördüm. Güzel gözleri ve gülüşüyle bana bakıyor, eliyle de beni oturduğu kıyıya davet ediyordu. Korkulukların bir adım ötesinde bulunan merdivenlerden koşarak inmeye başladım. Yanına vardığımda resmen soluk soluğa kalmıştım, bu çabam yüzünden asla eksik olmayan tebessümünün daha da büyümesine yol açtı.
Üç kere gördüğüm ve gülümsemesine şahit olduğum muazzam kadın artık dibimde duruyordu, onu inceleme fırsatını da böylece bulmuştum. Bacaklarını kumlarla örtmüştü, belki de kendine bir çeşit eğlence arıyordu. Pek uzun boylu gibi durmuyordu fakat güçlü bir yapısı ve keskin hatları vardı. Gövdesineyse herhangi bir şey giymemişti. Daha önce deniz kıyısında üstsüz güneşlenenleri görsem de gecenin bu saatinde neden yarı çıplak olduğuna anlam verememiştim. Uzun ve ay ışığında parlayan sarı saçları göğüslerini kapatıyor, ona doğal bir örtünme sağlıyordu. Bir an zaman ve mekân kavramları benim için toza dönüşüp şehrin rüzgârlarına karıştığı için Türkçe konuştum ve “Merhaba!” dedim. Kelimeyi söyledikten sonra yaptığım saçmalığı fark ettim, hemen İngilizce konuşmaya başlayacaktım ki sarışın kız bana benim dilimde “Merhaba!” diyerek cevap verdi. Şaşkınlıkla “Türkçe biliyor musun?” diye sorduğumda ise gülümseyerek “Öyle sayılabilir…” cevabını verdi.
“Konuşabiliyorum işte… Önemli olan da bu değil mi? Otursana.” Eliyle yanını işaret etti ve Türkçe hakkında söylediklerini anlamlandırma kısmını es geçip yanına oturdum. Bir süre ikimiz de bir şey söylemeden ihtişamlı dolunayı ve su üzerinde oluşturduğu yakamozu izleyerek oturduk. Daha sonra ikimiz de birbirimize kaçamak bakışlar atarken göz göze geldik ve küçük birer kahkaha attık. Bu kahkahayı durdurmamak, bu tebessümü onun yüzünden silmemek için ömrümü harcayabilirdim. “Garip, seninle tekrar karşılaşmak için can atıyordum.” diyerek sözlerime girdim. “Ama şimdi söyleyecek bir şey bulmakta zorlanıyorum…” Mahcup bir şekilde bitirdiğim cümlemin havada kalmasına izin vermeyerek “Daha önce hiç gece yüzmüş müydün?” diye sordu. Bu cevap beni heyecanlandırmıştı, daha önce hiç gece yüzmemiştim ve açıkçası bilmediğim bir denizin lacivert sularına dalmak beni ürkütüyordu. “Hayır, kıyıda ateş etrafında oturup arkadaşlarla şarkı söyleyerek eğlendiğimiz çok zaman olmuştur. Fakat daha önce hiç gece denize girmemiştim.” Bu cümle onu eğlendirmişe benziyordu ve yüzünde yine büyükçe bir tebessüm oluşturdu. Bu, benim mahcubiyetimden kaynaklanan bir gülümseme değil de bana bir ilki yaşatacak olmanın verdiği hoşnutluğun tebessümü gibiydi.
“Hadi o zaman, gir denize! Ben de peşinden geleceğim.” Bu kadar ani bir şekilde bunun gerçekleşeceğini tahmin etmemiştim, büyük bir şaşkınlıkla ayağa kalktım ve tişörtümü hemen çıkardım. Cebimdekileri tişörtümün içine sarıp kumla az biraz gizledikten sonra da ona bir bakış atıp denize doğru hızlıca yürümeye başladım. Korkuyordum, ilk defa yapacağım bir şeydi ve korkuyordum, onu etkileme isteğim korkumu yeniyordu ama yine de korkuyordum. Düşünürsem yapamayacağımı fark ederek kendimi Adriyatik’in gündüzdekinden daha da soğuk ve yine bir o kadar tuzlu sularına attım. Arkama hiç bakmadan bir süre yüzdüm, artık oldukça açıktaydım ve onu o kadar da iyi seçemiyordum. Onu beklerken suya alışmak adına birkaç kulaç attım, derin suya dalıp çıkarak biraz vakit geçirdim. Tekrar kıyıya baktığımda onu göremedim, bana yüzerek gelen birini de göremiyordum. Kızın gittiği düşüncesi bir anda aklıma dank etti, dolandırılmıştım! Cüzdanımda yolculuk için gereken yüklü miktarda Euro vardı ve telefonum da bu ucuz memlekette oldukça iyi bir rakama ikinci elden satılabilirdi. Zaten bu kadar güzel, peri masallarından gelme gibi duran bu kız neden gecenin bir saatinde benimle yüzmek istesindi ki? Bal gibi dolandırılmıştım!
İncinmiş gururum ve her kulacımda artan kızgınlığımla kıyıya doğru yüzmeye başladım. Tam bu sırada bacağımdan bir şey beni tuttu ve suyun çok daha derin olduğu açık denize doğru beni çekmeye başladı. Beni çeken varlığı göremeden suyun altına doğru uzun bir yolculuk yaptık, artık oldukça derindeydik. Sonunda uzun yolculuğumuz bitti ve beni aşağı çeken el bacağımı sıkmayı bıraktı. İçimde tekrar filizlenmeye başlayan korku hissi yerini sebepsiz bir ferahlığa bırakmıştı, sarışın kız beni bırakıp gitmemişti. Dönüp baktığımda sarışın kızın bana hâlâ gülümsemekte olduğunu gördüm. Artık ikimiz de denizanalarının ve elektrikli balıkların aydınlattığı derin suda askıda duruyorduk fakat kızın daha önce hiç görmediğim bir kısmını görmüştüm: belinden aşağısını! Normal insanlarda bulunan iki bacak olmaları gereken yerde değildiler, onun yerine bu kızın alt kısmı bir balığın pullu ve gri gövdesinden ibaretti. Bu kız bir deniz kızıydı ve birçok hikayede de anlatıldığı gibi güzelliğiyle beni kendine çekip daha sonra beni öldürecekti! Düşüncelerimi yüzümden okuyor olsa gerekti ki konuşmaya başladı. “Lütfen korkma, sana bir zarar vermeyeceğim, lütfen korkma.” Sesi su altında samimi geliyordu fakat uzun süredir yalnız olmanın verdiği çaresizliği taşıyan bir havası da vardı.
“Nasıl– ” diye cümleme başlayacaktım ki lafı ağzıma tıktı ve yine kendisi konuşmasını devam ettirdi. “Nasıl mı suyun altında konuşabiliyoruz? Nasıl mı suyun altında nefes alabiliyoruz? Benim büyüm sayesinde, aslına bakarsan hanımımın ve benim halkımın büyüsü sayesinde…” Büyülü Budva yolculuğumun içine gerçekten de peri masalları ve büyü karışmaya başlamış gibi duruyordu. “Senin halkın kim? Hanımın kim?” Ketumluğum merakıma yenik düşüyordu ve kelimeler ağzımdan dökülüyor, okyanusa karışıp deniz kızına ulaşıyordu. “Biz kim miyiz? Beni takip et, yolda sana birçok şey anlatacağım ve sonrasında da sana daha önce hiçbir insanoğlunun görmediklerini göstereceğim.” Birlikte Adriyatik’in daha derin ve karanlık noktalarına yüzmeye başladık, biz ilerledikçe elektrikli balık ve denizanaları da bizi takip ediyor ve yolumuzu aydınlatıyorlardı. Onların da sarışın kızın büyüsü altında olduğunu ve ona hizmet ettiklerini tahmin ettim. Yolculuğumuz uzun sürecek gibi duruyordu, deniz kızı derin bir iç çektikten sonra bana sorularımın cevaplarını vermek için konuşmaya başladı.
“Biz denizhalkıyız, artık bir avuç kaldık ve doğrusunu söylemek gerekirse sayımız bunun ötesine hiçbir zaman da geçmeyecek. Erkeklerimizin hepsi yüzlerce yıl önce insanoğluyla yapılan savaşlarda öldü. Geriye kalan kadınlar olarak eski yuvalarımızdan çekildik ve kıyılardan uzaklaştık, artık açık denizdeki bir iki kayalığın üzerine çıkmak dışında denizüstünü göremiyoruz –tabi bir de benim gibi genç deniz kızlarının yaptığı küçük kaçamaklar var. Aslında bu tam bir kaçamak değil, siz insanlar nasıl eskiden yaşadığınız şehirleri koruyup onları hâlâ ziyaret ediyorsanız biz de ara sıra tarihi yerlerimizi görmek istiyoruz. Ben ve ablam da Budva yakınlarındaki eski yuvamızı ziyarete gelmiştik. Sürekli gördüğüm yüzlerden öylesine bıkmıştım ki annemizin yasağını çiğneyerek insanların kıyısına çıkmaya karar verdim ve ablamı da ikna ettim. İşte burada, küçüklüğüne rağmen size oldukça ihtişamlı geldiğine şaşırdığım bu şehirde senle karşılaştım.” Kafasını bana çevirdi ve samimiyetle tebessüm etti, gözlerinin içi dahi gülüyordu.
“Peki erkekleriniz yüzyıllardır yaşamıyorsa siz nasıl hâlâ var olabiliyorsunuz, ölümsüz olmalısınız. Denizde karşılaştığımızda ablanla –anlayabildiğim kadarıyla- bir Slav dili konuşuyordunuz, farklı bir halksanız neden Slav dili konuşuyorsunuz? Bir de… Adımızı hâlâ söylemedik. Benim adım Ozan, peki seninki ne? ” Sorularım art arda geliyordu ve geldikleri yerde çok daha fazlası vardı. Son sorum onda diğerlerinden farklı bir tesir bırakmıştı. Yüzmeyi bırakıp bir anda durdu, onun durma hızına yetişemeyen ben de bir iki kol hareketiyle kendimi onun yanına tekrar çektim. İki elimi çapraz bir şekilde tuttu ve alnını alnıma değdirdi. “Benim adım Danica, ben annemin sabahyıldızıyım çünkü bir sabah ansızın daha güneş yeni doğarken ben de doğmuşum. Tanıştığıma memnun oldum, Ozan.” Çapraz şekilde tuttuğu ellerimi iki yana açarak alnını alnımdan çekti ve eğildi, oldukça garip bir reveranstı bu. Buradan çıkardığım bir sonuç vardı, denizhalkı için ilk tanışma ve isim söyleme merasimi oldukça önemliydi. Bu tespitim sonrasında benim de bir şeyler söylemem gerektiğine karar verdim. “Ben de tanıştığıma memnun oldum.”
“Had, acele edelim!” diyerek yüzmeye devam etti Danica. Ben de hemen onun yanında pozisyonumu aldım, sanırım büyüsünün etkisiyle ben de su içinde daha rahat hareket ediyordum. “Denizhalkı insanlardan eskidir, siz daha ilk adımlarınızı atarken biz medeniyetimizin altın çağını yaşıyorduk –zaten altın çağı bitiren de siz insanların gelişi oldu. Biz sudan yaratıldık, sizse topraktan. Toprak yok olur, değişir, dönüşür. Siz de yok oldunuz, değiştiniz, kötü ve iyi birçok şeye dönüştünüz. Biz suyuz ve su en coşkun şekilde akarken bile bir durağanlık hali içindedir. Su değişmez, dönüşümüyse geçicidir. Önce akar, sonra buharlaşır ve gökyüzüne ulaşır. Orada bekledikten sonra dünyaya tekrar iner, kimi zaman donar fakat elbet özüne döner. Biz değişmedik, yüzbinlerce yıldır aynı şekilde varız ve Hanım’ın bize verdiği süre dolana kadar da değişmeyeceğiz. O yüzden de dışarıdan bir müdahale olmadığı sürece ölmeyiz, ölümümüzle beraber suya karışırız. Okyanusta, denizde, nehirde var olmaya devam ederiz. Buhar oluruz ve göğe ulaşırız, gökte Kayaların Leydisi bize tekrar ruh üflerse yeryüzüne iner ve bir başka bedende can buluruz.
“Slav dilinde konuştuğumuzu söylüyorsun, değil mi? Bunun Slav dili olduğuna kim karar veriyor? İnsanlar kendi yazdıkları tarih ve kendi anladıkları dünya dışındaki her şeyi yok sayarlar, bunlar hakkında konuşmaya çalışan bir insan çıkarsa da hemen deli ilan edilir. İnan ya da inanma, insanlar bizden erkeklerimizden daha fazlasını aldı ve bunlardan biri de dilimiz…” Söylediği onca şeyi idrak etmek ve kabullenmek hiç de kolay değildi, tamam peri masallarını okumak eğlenceliydi ama onların gerçek olduğunu bilmek hiç de kitaplardaki gibi bir his değildi. İnsanlar bu yüce varlıklara zulümler etmiş, onların yaşama haklarını yok etmek için her şeyi yapmışlardı. İnsanlardan çok daha yaşlı olan bir halkın son temsilcileri olan bir avuç deniz kızı ise şimdi denizin derinliklerinde saklanarak hayatlarını geçiriyorlardı. Danica, bana kendi halkının tarihini anlatırken denizin tabanına ulaşmıştık. Danica’nın insanoğlunun hiç görmediği şeylerden kastını da şimdi anlamıştım, beni harabe bir sualtı şehrine getirmişti.
“Burası bizim eski yuvamız, biz buraya kendi dilimizde –ya da senin deyişinle bir Slav dilinde- Stari Doma diyoruz.” Az buçuk Makedonca bilgimle bu iki kelimenin eski ev anlamına geldiği çıkarımını yaptım, denizhalkı da eski hatıralara isim vermek konusunda ancak bizim kadar yetenekliydi anlaşılan. Fakat denizhalkının bu eski yuvası bizim gördüğümüz antik şehirlerin çoğundan daha ihtişamlıydı. Danica biraz önce yeryüzündeki Stari Grad’ı oldukça küçük ama size ihtişamlı gelen şehir şeklinde tanımlarken su götürmez şekilde haklıydı. Şehrin artık her tarafı yosun tutmaya başlamış ve çürümeye başlamış olsa da elektrik balıklarının ışıkları altında buranın eski ihtişamlı günlerini hayal etmek mümkündü.
Danica beni şehrin girişine kadar getirdi ve oldukça ihtişamlı bir tapınağın önünde durduk. Tapınak mimari olarak Balkanlar’da gördüğümüz Ortodoks kiliselerine oldukça benziyordu. Kilisenin giriş kısmında Kiril ve Yunan alfabelerine benzer bir alfabeyle bir şeyler yazmaktaydı. Bu, antik denizhalkı için oldukça anlamlı olan ve birkaç dizeden oluşan epik bir şiirdi. Şiir denizhalkı için tanrıça seviyesinde olan ve Hanım dedikleri kişinin onları her zaman koruduğunu anlatıyordu. Hanım’ın oğullarıyla kızlarının denizaltında ve üstünde Hanım uğruna verdikleri savaşlar da epik bir dille anlatılıyordu. Bu sırada gündüz Danica’nın yanında gördüğüm ve artık ablası olduğunu bildiğim kızıl saçlı kız harabelerin arasından çıktı. Kızıl uzun saçları göğüslerini örtmekteydi fakat alt kısmı Danica gibi gri değildi, parlak bir yeşil tonuydu. Oldukça sinirli görünen kız Danica’yı görünce onun yanına bir hışımla geldi ve bağırıp çağırmaya başladı. Kendi dillerinde konuşuyorlardı, kız azarlarken Danica sessiz ve korkmuş bir şekilde onu dinliyordu. Anneannemden yadigar birkaç kelime Makedonca bilgimle hata yapmak, insanoğlu, burada olamaz ve aynı minvaldeki birkaç kelimeyi yakaladım.
Söylediği son cümleden hiçbir şey anlamamıştım fakat Danica bu cümlenin üzerine dehşete kapıldı ve öfke dolu bakışlarla üzerime doğru gelen ablasını durdurmaya çalıştı. Kaçmanın çaresiz olduğunu bildiğimden sakince durdum ve kaderimi bekledim. Danica’nın kendi dillerinde yalvarışlarını, lütfenlerini anlayabiliyordum fakat ablasının durmak gibi bir niyeti yoktu. Parmaklarının arasında yüzmesini kolaylaştıran yüzgeçleriyle gerçekten de denize ait duran elini bana doğru uzattı ve tahminimce kendi dilinde Kayaların Leydisi’ne seslendi. Böylece elinden çıkan bir ışık huzmesi beni göğsümden vurdu, bunun ardından her şey karardı ve ben son hızda yukarıya doğru çıkmaya başladım.
Bir şekilde bayılmış olmalıydım çünkü su yüzeyine çıktığımı, sonrasında kıyıya kadar yüzdüğümü ve bir iki saattir de uyuduğumu –çünkü artık gün doğmaya başlamıştı- hatırlamıyordum. Her yerim hâlâ sırılsıklamdı ve uyanmamla su kusmaya başlamam bir oldu. İçimden bir okyanus dolusu su çıktıktan sonra doğruldum ve ufuk çizgisinde belirmeye başlamış güneşe bakarak neler olduğunu hatırlamaya çalıştım. Son birkaç saatte yaşadığım şeyler yarım yamalak birer hatıraya dönüşmüş gibiydi, belki de bir rüya görmüştüm. Fakat henüz sadece çok küçük bir kısmı görünen güneşin hemen üstünde, doğuda yer alan sabahyıldızını görünce yaşanan onca şey birden beynime akın etti. Danica vardı, yeşil gözlü ve koca tebessümlü güzel Danica… Onu bir daha göremeyeceğimi biliyordum, anlatsam kimsenin inanmayacağını biliyordum. Zaten gerçek olup olmadığına ben bile kanaat getirebilmiş değildim; yine de olan olmuş, yaşadığım peri masalı son bulmuştu.
Hemen birkaç saat önce kuma gömdüğüm telefonumu bulup çıkarttım, Danica’nın yanlışlıkla çektiğim fotoğrafını bulabilirsem yaşadıklarımın gerçek olduğunu kendime kanıtlayabilirdim. Fakat fotoğrafa baktığımda sadece Dans Eden Kız Heykeli ve onun bulunduğu kayaya çıkmaya çalışan arkadaşlarım vardı. Ben bunun hüznünü yaşarken sadık arkadaşlarım Onur ve Yiğit’in endişeli ve sinirli şekilde yanıma yaklaştıklarını gördüm. “Ozan! Kaç saattir seni arıyoruz, başka diyarlarda yalnız başına ne yapıyorsun? Haber vermeden, bir mesaj bile bırakmadan böyle çekilip gidilir mi?” Onur’un korku dolu sesi, bütün gece benim adımı bağırarak dolaştığını belli eder şekilde, kısık ve çatallıydı. Başka diyarlar derken o yurt dışında olmamızı kastediyordu, fakat ben gerçekten de bambaşka diyarlarda bir gece geçirmiştim ve yalnız da değildim. Yiğit o kadar kızmıştı ki tek bir kelime dahi etmedi, sadece bacağıma bir tekme attı sonra da beni yerden kaldırdı. Üçümüz birlikte doğan güneşin ve kaybolan sabahyıldızının altında hostelimize yürüdük. Hostelden çıkış yapıp tekneyle Kotor’a, Karadağ’ın bir başka güzelliğine geçmeye karar vermiştik.
Tüm Balkanlar yolculuğumuz boyunca Danica ve denizhalkı aklımı kurcalayıp durdu. Danica beni mükemmel bir dünyanın kapılarına kadar getirmiş, fakat ablasının beni gerçek ve pespaye dünyaya yollayan büyüsüne engel olamamıştı. Üstelik yaşadıklarımın bir rüya mı yoksa gerçeğin ta kendisi mi olduğunu asla bilemiyor, kendimi tatmin edecek bir cevap bulamıyordum. Kotor’daki tekne turumuzda üstünde bir kilise bulunan yapay bir adanın üzerine çıktık, bu kilise bana nedense tanıdık geliyordu. Onur gezdiği yerleri not aldığı defterini çıkararak rehberimize buranın adını sordu. Rehberimiz buranın adını önce kendi dilinde söyledi: Gospa od Skrpjela. Bu üç kelimeyle beraber ben beynimden vurulmuşa döndüm. Çünkü başka herhangi bir kelimeye daha gerek yoktu, bu üç kelimenin Türkçe karşılığı Kayaların Leydisi’ydi…
- Kürenin Yarattıkları - 1 Ağustos 2019
- Adriyatik’in Sakladıkları - 15 Nisan 2019
Merhaba,
Öykünüzü okudum, ellerinize sağlık. Adriyatik kıyısı harikadır Müsaadenizle bir kaç eleştiri/tavsiye yapmak/vermek istiyorum.
Giriş kısımlarının biraz uzun tutulduğunu söyleyebilirim. Gezi hakkında bu kadar çok detaya sanırım ihtiyacımız yoktu. Hikayeyi, hikayelikten çıkarıp gezi yazısı haline sokma tehlikesi yaratıyor bu kadar detay. Özellikle de ilk paragraflarda hikayede ısınacak bir şeyler aradığımızı düşünürsek.
Aşağıda vereceğim örneklere filtreleme deniyor:
Hikayeyi birinci tekil şahıstan yazıyorsunuz. Eğer duyulan ya da görülen şeyi direkt yazarsanız okuyucu rahatlıkla anlayacaktır kimin görüp duyduğunu. “Gördüm”, “duydum” gibi kelimelerle anlatınca olan şeyle okuyucu arasına bir filtre koymuş oluyorsunuz. Bu da okuyucuyu hikayeden uzaklaştırıyor. Ne söylendiğini ya da ne olduğunu yazmanız daha kestirme ve daha etkili olacaktır.
Burada kütüphaneye gidildiğini anlatmak, anlatıcının gözünden kütüphaneyi göstermek daha etkileyici olacaktır.
Mahcup olunduğu gösterilebilirdi.
Nasıl eğleniyordu deniz kızı?
Bizimle konuşan insanların seslerini samimi diye nitelemeyiz genelde. Samimi olduğuna da belli belirtiler üzerinden karar veririz. Bunları göstermek daha etkili olacaktır.
Gerçek ile fantastiğin bir araya geldiği bir hikaye olmuş. Adriyatik kıyısında bunları hissetmek sonderece normal Ben bir uzman değilim ama sanırım bir kaç şeye dikkat ederek daha zengin bir hikaye haline getirebilirsiniz. Bir dahaki hikayenizi bekliyorum!
Detaylı yorumunuz ve değerli eleştirileriniz için çok teşekkür ederim Geziyle ilgili detaylara tamamen katılıyorum, sanırım yeterince iyi bir giriş bulamadığım için böyle kalmasına izin verdim. Çok fazla birinci ağızdan hikaye yazmam, o yüzden bu tavsiyelerinizin kalemime büyük faydası olacaktır. Öteki ay görüşmek üzere
Yazarların yorum yolu gözlediğini tahmin edebiliyorum. O yüzden okuyup geçmek istemedim.
Öncelikle elinize sağlık. Bir önceki yorumda söylenenlere katılıyorum. Hikayenin büyük kısmını dramatik yapıya hizmet etmeyen gezi yazısı cümleleri oluşturmuş. Oysa hikaye pekala kahramanımızın derniz kızıyla ilk konuştuğu bölümden başlayabilirdi. Bu ayın konusu deniz kızı olduğu için, bu sitede okuyanlar zaten bu kızın deniz kızı çıkacağını tahmin ettiği için, hikayede uzun süre merak unsuru devreye giremiyor. Bu konuştuğu kız deniz kızı çıkmasaydı ve hikaye başka türlü aksaydı asıl o zaman sürpriz yaşamış olacaktık
Hikaye bir şey anlatıyor ama hikayede bir şey olmuyor. Kahramanın deniz kızıyla denizin altına yaptığı yolculukta da hikaye bir kırılma yaşamıyor. Ablanın itirazıyla kahramanımız kendisini sahilde buluyor. O yüzden deniz altındaki kısım da kurmaca bir gezi yazısı haline geliyor. Hikaye bittiğinde okuyucunun elinde pek bir şey kalmıyor. İnsanoğlunun iyi ve kötü davranışları olduğunu ve detayları belirsiz bir şekilde de olsa denizhalkına zulmettiğini öğreniyoruz.
Sanırım niyet, insanoğlunun doğaya verdiği zararı; doğayı denizhalkı ile özdeşleştirerek anlatmaktı. Hikayeden bu sonuç çıkıyor ama lezzet ve sürükleyicilik eksik kalıyor.
Kolay gelsin. Yazmaya ve okumaya devam.
Değerli yorumlarınız için teşekkürler. Hikayenini özünün anlaşılmasına sevindim. Lezzet ve sürükleyicilik üzerine çalışacağım. Yazmaya ve okumaya devem