Kam olduğumu öğrendiğim güne benzer bir gün vardı dışarıda. Yağmur şiddetli bir şekilde camımı dövüyor, beni artık korkutamamanın verdiği öfkeyle camımı kırmaya çalışıyordu. Kam olmak sandığım kadar havalı bir şey falan değildi. Okuduğum fantastik kitaplarda büyüler yapan çocuklar, sulara dokunup iyileşen insanlar falan vardı. Filmlerdeki görsel efektler verilmiş gibiydi artık hayatım ama yine de elimden ateşler çıkmadan, ne bileyim, suyu falan hareket ettiremeden benim gibi özel(!) insanlarla tanışamadan özel biriymişim gibi hissetmiyordum. Sanki saçma, yarı fantastik bir komedinin içine düşmüştüm. Ayrıca dünyayı da değil evreni kurtaracakmışım, nasıl yani? Odamın ortasında beliren, tuhaf ve eski püskü giyimli, iri yarı, çevresi mor bir halkayla kaplı mavi göz bebeğiyle gözü aynı benimkine benzeyen adam ve anneannem harici kimse benim özel olduğumu düşünmüyordu. Onlarınsa tek savunmaları vardı başından beri, ruhum güçlerimi açığa çıkarmaya hazır değilmiş. Bense tabi ki hiçbirine inanmıyorum. Yağmur yavaşlayıp karla karışınca daha soğuk, daha delici ama çok daha yumuşak bir hâl almıştı. Bu hava uyumak için harikaydı. Elimdeki kitabımı ve son birkaç ayda başıma gelenlerin ağır düşüncesini bir kenara bırakıp yatağıma doğruldum. Yatağımda arsız biçimde Tanrı Mergion oturuyordu o kadar heybetliydi ki ağırlığıyla zavallı yatağım onun altında ikiye kıvrılmış gibi acı çekiyordu. İşte yine saçmalık başlıyordu.
Sulusepken bir yağmurun altında sırılsıklam olmama rağmen söyledikleri karşısında kahkahalarımı tutamamıştım. Gerçi karşımdaki bir tanrıydı ve şu an gökyüzünün ücra bir köşesinde hiçbir yere basmadan resmen havada duruyorduk. Ayrıca söylediklerine gülmem can sağlığım açısından sanki zararlıydı. Kimin umurundaydı ki, komikti işte. Anlatıla anlatıla bitirilemeyen, bütün kamlar hatta tanrılar arasında efsaneleşen Açura halkının sultanı en yaşlı Açura milyonlarca yaşındaki tek canlı sağır mıydı yani? Buna gülünürdü işte. Kamlık maceram başladığından beri bazen büyüleyici şeylerle karşılaşıyorum, şaşırıyor ve çoğu zaman da hayran kalıyorum, genelliklede yapmam gerekenler bu koca tanrı tarafından söylendiğindeyse sinirlerim tepeme çıkıyor. Şimdiye kadar yapmaktan en çok korktuğum şey ise Açura halkının yaşadığı Açura Ormanı’na gitmekti. Korkularımın ardında sağır sultan vardı yani dedim kendi kendime ve yeniden başladım kahkahalarla gülmeye.
Karşımdaki tanrı kendinden geçercesine sinirlenmiş ve kızarmış görünüyordu. “Neden ona sağır sultan dendiğini biliyor musun,”dedi. Cidden milyon yıllık koskoca sultana neden sağır derlerdi ki? Tanrı Mergion kükreyerek aklımdan geçenlere cevap verdi. “Genç ve tecrübesiz bir kam olmanı anlarım da, böyle şuursuzca gülmen… Benim bile sinirlerimi bozuyor, tanrıları bile korkutan Açura Sultanı’na sağır denmesine mi gülüyorsun? Öyleyse dinle; Açura Sultanı henüz dünyalar ve tanrılar yaratılmadan önce tanrıların tanrısı, evrenin oğlu ve kızı tarafından yaratılmış nadir varlıklardan. Üstelik Açuraların içinde en yaşlısı en bilgesi. Bunun ne demek olduğunu biliyor musun aptal kam? En genç Açura senin türünün mahvettiği o küçük dünyandan daha yaşlı demek, bilgeliğin ve aklın tanrısı ben, Tanrı Mergion bile o ormandan ve sağır sultandan korkuyorum demek. Nasıl olur da gülersin?”
Bazı cevaplar almak için gideceğimiz yer Açura Ormanı’ydı. Evet, Açuralar çok detaylı ve uzun tarihi kayıtlarıyla ünlüydüler ama aynı zamanda yaşadıkları ormana giren yabancılara yaptıklarıyla da ünlüydüler. “Tanrıları bile ormandan kovuyorlarmış,” dedim alayla “zaten giremeyecek isek neden anlattıklarına gülmeyeyim?” Bir de aklıma sağır sultan deyimi gelince tekrar gülmeye başlamıştım. Mergion “Evet,” dedi “sağır sultan deyimi de onlardan gelir ama tabii genelde insanlar bunu bilmiyor, çok eskiden bir kam anlattığı bir öyküde bahsetmişti, uzun hikâye.” İyice meraklanıp dikkat kesildiğimde birden ciddileştiğini gördüğüm Mergion’un bakışlarındaki korkuyu ve çaresizliği hissettim sonunda. Cidden korkuyordu, bu ilkti. Onu daha da üzmemek için yapabileceğim tek şeyi yaptım ve isteksizce, “Peki,” dedim. Kısa ve duygusuz “peki”lerin anlamını biliyordu Mergion. Tek bir parmak hareketiyle devasa büyüklükte çürük ağaç kökleriyle kaplı bir kapıya geldik. Kapının yine ne kolu ne de tutulacak bir tarafı vardı. Açmak imkânsız gibi görünüyordu ama artık alışmıştım. Mergion’un belindeki küçük hançeri kaptığım gibi işaret parmağımın ucuna bastırıp, kapıya aynı parmağımla dokunur dokunmaz kapı yavaş yavaş açılmıştı. Kendimi eve girmek uğruna kırılacak bir anahtar gibi hissediyordum. Sadece kanım özelse beni neden taşıyordu ki yanında? Korkuyordum ve sinirliydim.
Kapıdan içeri girer girmez sinir falan kalmamıştı, Mergion’un yanında tuzluk gibi kaldığım hâlde, Mergion buradaki ağaçların yanında minnacık görünüyordu. Uzun, kalın ve köklerinin çoğu dışarıya çıkıp çürümüş sık ağaçlarla kaplı bir ormandı önümüzdeki. Ayakkabılarımın altında yapış yapış çamuru hissediyordum adım attıkça. Sık ağaçlar adımımızı atacağımız yeri belirliyor, adımlarımızı attığımız yerde de genellikle çamur, çürümüş ağaç kökleri ve keskin kenarlı küçük siyah taşlar oluyordu. Taşların siyahlığı konusunda emin değildim gerçi, tepedeki iki parlak gök cismi ağaçların sık tepelerinden aşağıya kadar inmiyordu ve bu yüzden bastığım yeri de göremiyordum. Buradan çıkınca güneşe bakıp şükredebilirdim. Mergion sadece elimi tutuyor, düşeceğim zaman iki eliyle omuzlarımdan beni dengeme kavuşturuyordu. Bu tip zamanlarda düşüncelerimi kontrol etmek neredeyse imkânsızdı ve düşüncelerim Tanrı Mergion’u kızdıracak yegâne şeydi şuan. Birde seçilmiş kişi falan olacaktım, evreni kurtaracaktım ya daha ayakta kalamıyordum. Çok geçmeden ikimizin de etrafında açık yeşil tonlarda soluk tenli, uzun boylu, iki yeşil duvak gibi duran geniş kuyruklu, insanımsı varlıklar belirdi. Bunlar yanlış hatırlamıyorsam çiftçi Açuralardı. Açuralar dört farklı sınıfa ayrılırlar ve ten renkleri onların sınıfını hemen ele verirdi. İlk defa gördüğüm bu yaratıklar gerçekten korkutucuydu. gözleri pinpon topları gibi başlarının üstünde çıkıntı olarak duran tek şeydi. Ağızları ve burunları ince uzun kemikli kafalarında yarık gibi duruyordu, saçları ya da tüyleri yoktu. Kolları, bacakları; ince, uzun, iki eklemli ve tahta gibi kuru bir görüntüye sahipti. Ellerinde ise ağaçların dallarını anımsatan ince uzun parmaklar vardı, genel olarak insanlardan hem farklıydılar hem benzerlikleri vardı. “Bizi sürüngen insanlarla kıyaslayamazsın,” diye ürkütücü bir ses beynimde yankılandı. Konuşmak istedim ama konuşamadım. Zaten kısa süre sonra mavili morlu soluk renklerdeki tenleriyle soylu Açuralar geldi ve bizi saraya götürmek için kafalarımızı soğuk, korkutucu ellerinin aralarına aldılar. Beynimin içinde incecik kıl gibi solucanlar dolaşıyor, gıdıklıyordu fakat ne tepki verebiliyor ne gülebiliyor ne de konuşabiliyordum. İşkence gibi geçen beş-on dakika sonra kafamın etrafındaki eller gitmişti. Mergion’un da kafasını bırakmışlardı. Korkudan bacaklarım titriyordu. Sağır sultanın karşısına çıkacak olmak elimi ayağımı titretmeye yetmişti.
Çok büyük ve ormana göre ferah sayılabilecek salonumsu bir yerdeydik. Karşımızda ağaç kökünden ve yeşil keskin görümdeki taşlardan yapılmış üç koltuk vardı. Salonun zemini yine zümrüt yeşili bir taştan yapmışlar, aydınlatması tamamen aynalarla sağlanmıştı. Yine de masalsı bir görünümü vardı bu salonun, tüm korkuma rağmen salondaki ince zevki görebiliyordum. Ayak sesleriyle düşüncelerimi bölüp kafamı seslere doğru çevirmek istedim. Mergion kafamı tutup aşağıya doğru eğdi, dikkat edince kendisi de saygılı bir biçimde kafasını eğmiş bekliyordu. Karşımıza açık lilâ tonlarında canlı parlak derisiyle, solgun görünen diğer Açuralara zıt denilebilecek üç Açura yavaş yavaş geliyordu. Diğerlerinden bir farkları daha vardı gözleri; mavi yeşil renklerle insanlarınkine daha çok benziyordu.
Mergion kafasını kaldırıp onlarla iletişim kurmaya başladığında, tam olarak Türk TV dizilerini izliyormuşum gibi oldum. Uzun uzun bakışmalarının ardından ortadaki diğer Açuralara görece daha uzun Açura bana bakıp gülümsedi. Rahatsız koltuğundan kalkıp yanıma geldiğinde içimden, “Sıçtık,” demiştim bile. Tuhaf gözlerine baktığımda korkmamıştım. Tam tersine sıcak bir melodi kaplamıştı kalbimi, ardından beynimde incecik ve sıcak o ses yankılandı: “Açura Ormanı halkı milyonlarca yıldır seni bekliyordu, hoş geldin,” O an aklımdan geçen tek şey sağır sultan kelimeleriydi. Sonunda neden böyle dendiğini anlamıştım. Kulakları yoktu Açuraların, kulakları da yoktu, duymaya ihtiyaçları da yoktu. Sonunda anlamıştım. Sağır sultan, sağır değildi, sadece konuşmuyor, ormanın da konuşulmasına izin vermiyordu. Peki, nasıl olmuştu da bizi kovmamışlar işkence etmemişler yahut öldürmemişlerdi? Sonuçta onlar hâlâ Açuralardı ve karşımda gülümseyerek duranda onların sultanı…
Elime bir kaç çiçek ve ot tutuşturdukları saray benzeri yerden neredeyse kahraman gibi uğurlanarak çıktım. Korkuyla geldiğim, çamurlu yerlere basmama bile izin vermeyip ilginç makineye benzeyen taşıtlarıyla taşıdılar bizi. Çıkışa geldiğimde karanlık bir rüyadan uyanmışım gibi gözlerim acıdı, yağmurlu gökyüzü bile çok aydınlıktı. Mergion istediği kehanetleri almıştı, ben elimdeki çiçeklerin ve otların adlarını bile bilmiyordum ama şuan ölmemiş olmam mutlu olmama yeterdi. Mergion yine ukala gülümsemesini takınmış, bana bakıyordu gökyüzünün ortasında. “Gördün mü,” dedi gülümseyerek, “neden seni getirdiğimi anladın mı küçük anahtar? Sen özelsin genç kam, inanmıyorsun ama yavaş yavaş anlayacaksın. Fazlasıyla güçlüsün ve tanrıların tanrısından sonra en güçlü varlık olan sağır sultan bile seni kabul etti,” deyip kahkaha atmaya başlamıştı. Sanırım benimle dalga geçmesi bile şuan moralimi bozmuyordu. Gökyüzünden yavaşça inip odamın balkonuna indiğimizde elimde hâlâ hiçbir yerde görmediğim güzellikteki çiçekler ve tuhaf otlar duruyordu. Tanrı Mergion kafamı okşadıktan hemen sonra geldiği gibi birden kaybolduğunda odama girip üstümü değiştirdim. Çiçekler masanın üzerinde güzel kokular yayıyordu, aklımdan çıkmayan tek şey ise Açuraların sultanının yani sağır sultanın sesiydi.
Yumuşacık ve tatlı sesi hâlâ beynimde dolanıyor büyülenmişim gibi beni sakinleştiriyordu. Açura ormanına giderken ki korkum, kendime olan güvensizliğim, Tanrı Mergiona olan sinirim… O sesi beynimde duyduktan sonra hiçbir duygunun önemi kalmamıştı. Hayatımda duyduğum en güzel şarkıyı dinliyor gibiydim tekrar tekrar. Sağır sultanın sesini. Gülümseyerek yatağıma uzandım yorgundum. Uykum beni alıp götürene kadar hep aynı sesi duyup durdum, canlı lila rengi bir yüz, canlı yeşil renkteki o güzel gözler ve yumuşacık bir ses. Sağır sultanın sesi.
Merhaba,
Bazı yerlerde birkaç virgülle anlam daha açık ve akıcı hale getirilebilir.
YaÄmur’la baÅlayan cümle paragraf baÅı yapılmalıydı. Hem konu deÄiÅmiÅ, hem de farklı kipler bu Åekilde göz yoruyor.
Buradaki iki Açura’dan sonra virgül konması gerekiyor.
Kızarmak utanmayı çaÄrıÅtırıyor. “Yüzü sinirden kıpkırmızı olmuÅtu” tarzı bir cümle daha uygun olur.
Burada bir fiil eksik. “Omuzlarımdan tutup/yakalayıp” gibi bir anlatım olmalıydı.
Etken baÅlayıp edilgen devam eden bir cümle. Bu cümle ikiye ayrılırsa daha doÄru olur.
Ayak sesleriyle düÅüncelerini bölen Åahsın kendisi mi yoksa ayak sesleri o istemese de düÅüncelerini mi bölüyor? Genelde ikinci anlam kullanılır, ama sizinki birinciye benziyor.
Türk TV diye bir kanal varmıŠda oradaki dizilerden bahsediyormuÅsunuz gibi olmuÅ. Türk televizyon dizileri olmalıydı.
"Åu an"ı çok fazla kullanmıÅsınız. Anlatım geçmiÅ zaman olduÄu için “o an” daha uygun.
Tanrı’lı ve SeçilmiÅ KiÅi’li bir öyküden ve bu karakterlerden daha ciddi, oturaklı konuÅmalar beklerdim. Bu iki önemli Åahıs sokaktan geçen normal insanlar gibi konuÅuyor.
Dilbilgisi, cümle yapısı gibi konulara dikkat ederek ve kendinizi geliÅtirerek daha iyilerini yazabilirsiniz.