Öykü

Vamor’un Dönüşü

Sultan Mahmut’un oğlu Melik Şah dünyaya geldiğinde ülkesi Diyarda büyük bir coşku ile karşılandı. Aylar geçtikçe Melik Şah tombullaştı, sağlığı ve gücü, kuvveti yerinde bir bebekti. Lakin ailesi onda bir tuhaflık olduğunu yaş gününde ancak fark edebildi. Oğlan karşısına geçene ya da dokunana kadar çevresinde biri olduğunu anlamazdı. Yaş gününde yanı başında düşürülen cam sürahi parçalara ayrıldığında dönüp bakmadı.

Lala Mustafa bu durumu Sultan Mahmut’a utana sıkıla açtı. Melik sağırlığın yanında konuşma yetisini de kazanamadı. O günden sonra ülkenin en usta hekimleri oğlanı iyi etmeye, sağırlığını gidermeye çalıştı. Hekimler yetmedi büyücülere başvuruldu. Oğlan beş yaşına geldiğinde komşu ülke Soran’ın en iyi büyücülerinden Dağhan saraya davet edildi.

* * *

Güneş şehrin girişine ulaşan Arnavut kaldırımlı dar geçidi yenice gördüğünde Dağhan ilk surlarla omuz omuza bir görüntü sergileyen, meşe ağacından yapılma, surla aynı boyda olan dış kapı aralığından ağır ağır girdi. Dışarıdan surların tepesinde yirmi nöbetçiyi sayabilmişti. Ancak şimdi dönüp baktığında sayılarının çok daha fazla olduğunu gördü. Birkaç tanesinin gözlerini ona yöneltmiş olduğunu fark edince gözlerini kaçırdı.

Tuğrul şehrine gelmeyeli yıllar olmuştu. En son yolculuk esnasında konaklamak maksatlı bir gece kalıp sabah erkenden ayrılmıştı. Şehrin surları boyunca uzadığını tahmin ettiği, surlara yaslı saz damlı derme çatma kulübeler yerli yerindeydi. Kiminin önünde kadınlar toplanmış dedikodu ile meşguldü. Tavuk ve horozlar evlerin önüne gelişigüzel yayılmıştı. Hemen sağında at dışkısı kokusundan anladığı kadarıyla ahır bulunmaktaydı. Yanına yanaşan seyis yamağına atını teslim etti.

Sur hizasındaki kulübeler bir sıra halinde uzanırken şehrin içine doğru evlerin dağılımı düzensizdi. Ancak saraya giden yol sapak oluşturmayan tek bir çizgiydi. Yolda ilerledikçe tavuk ve horozlar azalırken, düzenli yapılaşmada artış kolayca fark ediliyordu. Kerpiç binalar yerini taş binalara bıraktı, boyalı ve bakımlı binalara. Tül pencereler yerini önce düz camlara sonrasında vitraylılara bıraktı. İki katlı önünde çitlerle çevrili gösterişi evlerin bitiminde şehrin merkezinde iç surlar yükselmeye başladı. Dış kapıdan daha kısa ancak en az onun kadar dayanıklı meşe kapı Dağhan için gıcırdamaya başladı. İçeriden karşılama boruları eşliğinde iki sipahi göründü. Topuktan miğfere tüm uzuvlarını örten çelikten zırhların içinde gözleri dönen iki adam Dağhan’ı önlerine katıp dar geçitlerden Sultan Mahmut’un karşılama salonuna ulaştırdı.

Salona girmeden önce belindeki kemerden sarkan hançeri adamlara teslim etti. Salon uzunlamasına konuşlanmıştı. İçeriye zorlarsanız üç yüz insan sığdırabilirdiniz. En uçta tahtına kurulmuş durumda bekleyen Sultan Mahmut’la göz göze geldiler.

“Size Soran kralı Asiliks’in selamını getirdim,” dedi Dağhan Sultan’ın karşısında durması gereken yeri ayarlayarak. Sesinin kendinden emin çıkıp çıkmadığını kestiremedi. Ancak salonun köşesinde duran gencin gözlerindeki merak ışığını sezince içi bir parça yatıştı.

“Aleyküm Selam. Uzun yoldan geldin Dağhan, dinlenmek istersen anlarım.”

“Bir an önce işe başlamak isterim, tabii izniniz olursa.”

“Melik’i getirin.” dedi sultan ve ortalık bir süre sessizleşti. Dağhan elindeki asaya yaslanmış vaziyette beklerken bir soruyla karşılaştı. Sultanın yanında onun kadar ihtişamlı olmayan tahtta kurulu olan Ayşe Sultandan geldi soru.

“Soran’da durumlar nasıl, düşmanın kuzeyde aman vermediğini duyduk.”

“Ortak düşmanımız Slas’lar boş durmadı, Estorya şehrimizi yerle bir etti. Geri almak için güç topluyoruz efendim.” dedi Ayşe Sultan’a yönelerek.

Bu sırada sarışınlığını anneden bakışlarındaki sertliği babadan aldığı kolayca fark edilen Melik salonun ön girişinde Lala Mustafa’nın elinden tutmuş vaziyette göründü. Çocuğun gözlerinde neler yaşanacağını kestiremediğimiz zamanlarda oluşan türden bir korku okunuyordu.

Büyücü bedenini asadan kurtarıp doğruldu, dik vaziyette bakışlarını çocuğa yöneltti. Asanın ucu kurumuş onlarca dalın iç içe girdiği bir sarmaldı. Sarmalın etrafını eliyle okşayıp, salonda kimsenin duyamadığı kadar alçak sesle mırıldandı. Ağzı hareket etmese kelimelerin ağzından döküldüğünü seçemezdiniz. Bir süre sonra sarmalın içi ışımaya başladı. Turkuvaz ışık dalgası giderek bir gaz lambası kadar içeriyi aydınlatır oldu. Bu noktada Dağhan sarmalı okşadığı elini çekti.

“Kimera anera konaya” fısıltısı eşliğinde asayı çocuğa yöneltti.

“Danire anera konaya” dedi ilkine göre daha yüksek bir sesle.

“Zaire anera konaya” nidası bu kez tüm ortak salonu doldurdu. Asadan süzülen turkuvaz dalgalar nidayla beraber salonun her köşesine nüfuz etti. Derken birden gözlerini kör edecek kadar kuvvetli olan ışık kesildi ve Dağhan dizlerinin bağı çözülerek dizleri üstüne çöktü. Aynı anda Sultan Mahmut’un danışmanlarından İbrahim olanların şaşkınlığı ile elindeki kitabı yere düşürdü. Melik Şah’ın kafası diğer herkes gibi o yöne yöneldi.

“Bakın, duyuyor, şehzademiz duyuyor.” diye sevinç nidası atan Lala Mustafa çocuğun iki yanağına birer buse kondurdu. Ayşe Sultan yerinden kalkıp biricik oğlunu kucakladı.

Ülkede tüm gün ve gece kutlamalar yapıldı. Havai fişekler göğü doldurdu. Lakin gecenin ilerleyen vakitlerinde oğlan ateşler içinde kaldı. Ne yaptılarsa ateşi düşmedi. Son çare yine Dağhan’a başvuruldu. Dağhan geldiğinde Mustafa’nın alnından boncuk boncuk ter damlaları süzülüyordu. Gece boyu üç kez çarşafını değiştirmelerine rağmen çarşaf yine sırılsıklamdı.

Dağhan elini alnına koyunca bir terslik olduğunu anladı. Yanlış bir şey yaptığımızı sonradan fark edince oluşan türden bir tedirginlik içini doldurdu. Yanından ayırmadığı asayı oğlana doğrultup sihirli sözlere başvurdu. İlki işe yaramadı, birkaç kez daha denedi. Son kelimelerin bir kısmını yutarak tamamladığında oğlan yattığı yerde doğruldu. Boğucu öksürük nöbetine tutuldu. Yetişkin bir erkeğinki kadar gür hırıltıyla boğazını temizledi.

“Sonunda, sonunda yeniden Minval’e döndüm.” dedi kalın bir sesle Melik. Ses tonunun ona ait olmadığını iki yaşında bir çocuk bile anlardı.

“Uzun zaman oldu, kötülüğün mutlak hâkim olduğu çağlar unutulmuş olmalı. Sana minnettarım büyücü. Şimdi herkese şunu söyle bu beden gelişip serpildiğinde Vamor, yani efendiniz olan ben geri döneceğim ve o gün geldiğinde iyiliğin soyunu kazıyacağım.” Oğlanın sarı başı yastığa gömüldü. O an odada sadece Lala Mustafa ve Dağhan vardı. İşittikleri karşısında ikili bir müddet dondu kaldı.

“Büyücü sen ne yaptın,” dedi Lala Mustafa.