Uruzovsk’ta saat sabaha karşı üçtü. Gece ağlıyordu. Karanlığı yaratıyordu damla damla. Toksik bir toz bulutu her zerresinde yürüyordu şehrin. Kırmızı ışıklar deliliği fısıldıyordu. Dış Kemer çölünde iblisler uyuyordu. Al karıları sessizce kofe pişiriyordu. Her şey fırtınayı bekliyordu. Birazdan gece tükenecekti. Melekler ondan arta kalan paçavraya sahte güneşi dikecekti.
“Gökyüzünü unuttum,” dedi sokaklarda yürüyen iki arkadaştan biri. Kadulgaz’dan geliyordu. Doğunun da doğusuydu Dış Kemer onun için. Psikozun son haddi. Aklın son serhaddi. Yapayalnızdı tozun içinde. Gölgeler vardı bir tek ve varlığına inanamadığı o suni adam. Kutlu. “Burada bir çöl var,” dedi. “O, delilerin gökyüzüdür.”
Kutlu’nun evine girdikleri zaman gaz maskelerinden kurtuldular. Lakin bir şey eksikti. Suratları alışılageldik insan geometrisine kavuşamadı bir türlü. Gecenin mayası bozulmuştu demek ki. Küçük holü geçip daha geniş bir odaya girdiler. Mutfak ve salon bitişikti. Her şey tamamen işlevi için vardı. Glasnost öncesi çağın gergin karanlığı. Alan vaat ettiği tüm imkanları ile kullanılmıştı. Odayı meydana getiren her parça olabildiğince sadeydi. Ürkütücü bir sadelikti bu. Paslanmaya başlamıştı. Zehir saçıyordu artık. İşlevi sarktıkça sarkıyor, uzuyor, parçalanıyor ve dökülmeye başlıyordu. Kutlu bu evde ölüyordu yavaş yavaş.
“Yalnız mı yaşıyorsun?” diye sordu İnanç. Kutlu derin bir nefes aldı.
“Üç aile birlikte yaşardık burada bir zamanlar,” dedi. “Şimdi bir tek ben kaldım. Fırtınalar çok fazla mikrop getirdi.”
“Üç aile ha… Dış Kemerliler’in kısır olduğunu duymuştum…”
“Ailelerimiz de sunidir.”
İnanç odada bir uçtan bir uca yürüdü. Aralarında gergin bir iletişimsizlik başladı. Birbirlerine güvenmiyorlardı. Şüphe tüm duyguların ilahıydı. Kutlu bir fısıltı gibi ocağa geçip kofe hazırladı. Metal kupalara kafeinli sıvıyı doldururken geceyi tattı kokuda. “Biraz daha batıda karanlık böyle mi kokar?” diye sordu.
“Karanlığın kokusu yoktur.”
“Gel otur, sorularını cevaplayacağım.”
İnanç bir süre kıpırtısız kaldı. Kutlu’nun elinde metal kofe kupaları ile mutfaktaki masaya oturmasını seyretti, sonra duvarlara baktı. Bir karadeliğin merkezinde gibi hissetti kendini. Her yan siyah beyaz, zamandan yoksun imgelerle sıvanmıştı. Manga sayfaları. Birbirini takip eden onlarca karanlık çizim. Neydi tüm bunların anlamı? Bir mabet miydi burası yoksa? Düşünceleri aklından savıp masaya yöneldi. Demir sandalyeyi çekip oturdu. Yüzlerce yıla mahkum bir gargoyle gibiydi karşıdaki adam. Bir deniz vardı sanki aralarında. Bir evren kadar geniş. Ağır ağır konuştu Kutlu. Sesini bu denizin ötesinden duyurmak ister gibiydi. “Ben suçluyum,” dedi.
“Ne suçu işledin?”
“Bir bilgisayar yarattım.”
“Bu mu suçun?”
“Garip mi geldi?”
“Bunun nesi suç ki? Yoksa…”
“Düşündüğün gibi değil. Sapkın bir tapınım yapmadım. Bir siber tanrıça da yaratmadım.”
“O zaman?”
“Burada bilgisayarlar hâlâ yasaktır…”
“Ama neden?”
Kutlu kıkırdırmaya başladı. Kelimeleri çiğneyen bir mekanizmaya dönüştü. Sonra daha rahatsız edici bir şey oldu. Kafatası perdelerinin ardındaki bir hayalet. İnsan bozması bir deli. “Ata burada,” dedi. “Onu bir makineye yüklemek mümkün.” Suratı bozbulanıktı. İsimsiz bir hastalığa yakalanmış gibi. Ceset kemiricisi bir böcek olacaktı birazdan belki. Karanlık her türlü metamorfoza müsaitti. Dış Kemer her türlü acayipliği kaldırabilirdi. Gerçeklik saatlerin akışından taşıp bambaşka bir alana girmişti. Burası cehennemin delilik ile harmanlanmış bir aksiydi.
“O sahiden var mı?”
“Var,” dedi Kutlu. “Benimle konuştu. Onu yeniden bulmalıyım. Sabah karası bir saatte gözüktü bana. Üç defa ismimi söyledi. Üç defa unuttum. Kendimi bulmak için döndüm bu harabeye. Herkes ölmüş. Babam bile. Yapayalnızım artık ve Ata’yı bulmalıyım. Çöldeki kaçakçılar ve rüşvetçi askerlerle anlaşıp daha fazla ekipman aldım. Bilgisayarımı kurduktan sonra Hipernet’e bağlandım. Batıdakilerle konuşmak şart dedim. Belki sizin de bir Ata’nız vardır?”
“Bizim atalarımız buradan çıktılar…”
“Bunu hatırlıyorsun demek. Oysa burayı kemiren güce teslim ettiniz kendinizi.”
İnanç’ın omuzları düştü. Cevap vermek gelmedi içinden. Dalga mı geçiyordu? Önemi yoktu. Glasnost Çağı’ydı çünkü. Önemli olan metal bir kupada dumanı tüten kofeydi. Yaşamaktı. Bu kadar. Oysa Kutlu bu zamana aykırıydı. Bin yıl önceden koparılıp alınmıştı. Atalarının iliğinden kemiğinden imal edilmişti. Soyunun en has hâli, en dokunulmamış, en duru formu. Ama ne kadar da çirkin ve ürperticiydi. Yüzlerce yıl boyunca ataları bu görüntüden kurtulmak için mi göç etmişti, yoksa İnanç sırf bu insan bozması hayaletle karşılaşmak için mi gelmişti Dış Kemer’e kadar.
“Sizi bulunca hikâyemi anlatmaya başladım,” dedi Kutlu. “Bazen görmezden gelindim, bazen duydunuz beni. Sonra seninle sözleştik. Buraya geleceğini söyledin; bir Kadulgazlı’nın gidebileceği en uzak doğuya. Bana Ata hakkında ne söyleyebilirsin?”
“Hiçbir şey…”
“Duvarlara tekrar bak.”
O siyah beyaz durağanlığın içindeki dehşet tiyatrosu kendini açığa çıkardı. Ruh kazandı, bir denizin solukları gibi büyüdü. Buz dağlarının arasında sıkışmış iki sevgili oldu önce. Yarı çıplak iki vücut. Bir ışık. Donmuş denizde nitrojen nefesi. Boynuzlu bir balina. Pembe tüyleri olan buz flamingoları. Dikenli sopalar tutan serseriler. Yırtıcı kahkaha. “Bize söz vermiştin,” diyorlardı. “Şimdi borcunu ödeyeceksin.” Siyah lateks ile kuşanmış, birer gölge olmuşlardı. Dikenli maskeler, botlar, bileklikler ve Kutlu.
Korku geldi.
İnanç gözlerini kaçırdı duvarlardan, başka sahnelere atladı. Hepsi gerçek gibiydi. Nefes nefese kaldı. Çöller belirdi. Dış Kemer’in zehirli çölleri. Kadim kitabeler, sırlı rünler, alçak bir komisar, bozulan kurganlar, çıkarılan bedenler. Kahkaha. “YENİ BİR HALK YARATIN BU GÖLGELERDEN!” Çöller buharlaşıp uçtu. Bir buzul geldi. Ata belirdi ucunda. “Unut,” dedi. “İsmini unut. Kendini unut. Unutmak üç türlüdür.”
Kutlu unuttu. Buzlar kaldı bir tek, bir de ışık.
Siyah beyaz gölgeler sarsıldı, havale geçiriyor gibiydi İnanç. Buraya hiç gelmemeliydim. Rahatsızlık değil bu. İğreniyorum. “Tüm bunlar ne anlama geliyor?” diye tısladı. “Nasıl kapladın duvarları? Çöldeki kaçakçılar çizgi romanlar da mı getirir? Yoksa sen mi çizdin hepsini?”
“Kaçmak, demiştin. Ben bir zamanlar hayal bile edemeyeceğin kadar kuzeydeydim.”
“Kyp adasında…”
“Evet. Üniversite için gitmiştim oraya.”
“Ve Kadulgazlı bir kızı sevdin orada.”
Kutlu gözlerini kapadı, kalbindeki karanlığa dalıp gitti. Derin derin soludu yetmiş beş metrekarelik mezarının rutubetini. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Mangalardaki o son ışık parçası gibi kayıp düştü. Dış Kemer’de artık Ata’nın sesi duyulmaz. Geceye yayılan tek ses merkezdeki TekBüro’nun bilgisayarına ait donmuş ruhun çığlığıdır. Kutlu bilmeden bu çığlığa akort etti dudaklarını.
“Sabahsız karanlıkta köpürürdü gece okyanusu, buzlarda şarkı söyleyen kozmosa bakardık, yıldız kesiklerinde öpüşürdük ve yükselirdi her yanda buzul dağları. Dünyanın sonunda bir şehirdeydik. Yalnızca ikimiz için vardık. Birbirimizin dilini anlıyorduk. Herkes bize yabancıydı. Dünyanın kıyıları, gecenin serhaddi, kozmosun dalgaları. Hep geceydi. Saatlere bile yabancıydık. Sonra bir şeyler yaşamak gerekti. Sevişmek, birbirini okşamak ve konuşmak yetmiyordu, o kadar uzakta beynini bir şeylerle uyuşturmak gerekir. Bana mangalar getirdi. Sonra bir sabah hepsini kesip biçerek yepyeni bir hikâye yaratmaya başladık. Bilemezdik ki tarihin fısıltısıymış bu.”
Anlatıyı durdurunca hikâyenin devamı duvarlarda kendini gösterdi. İnanç oraya bakamadı. Korkak değildi. Görmek istemedi. Çünkü biliyordu. Her şeyi anlamıştı. Yetmiş beş metrekareye çöken sessizlik bir anda hayata kavuştu. İki hamamböceği gibi soğuyan kofelerini içtiler yavaş yavaş. İkisi de konuşmadı. Suskunluk yüz yıla bedeldi. Fırtına başladı. Duvarda asılı kalan saat durdu. Yer çekimi bile zayıfladı. Tüm sokak kehribar rengine kesti. İnanç irkilerek pencerelere baktı. “Gölgelere ne olacak şimdi?”
“Onlar hakkında bu kadar çok düşünme sakın, yoksa rüyalarını da kemirirler. Bir tanesi beni Kyp’e kadar takip etmişti.”
* * *
Kutlu, Dış Kemer’den Kadulgaz’a giden bir uçağa bindiğinde metalin kumlarda bıraktığı gölge onu ürpertti. Her geceye musallat olan kendi gölgesinden kurtulabilir miydi? Cevap bulamadı. Zaten düşünceleri yerini başka şeylere bıraktı hızla. Işığın acısına, dünyanın kasvetine ve renklerin armonisine. Her şey can yakıcı ve karmaşık görünüyordu.
Kadulgaz’a indiklerinde Kutlu havaalanında kaldı. Kyp’e gidecek olan uçağı beklemeliydi. Elinde bir bilet, bir de öğrenci belgesi. Dünyadaki varlığını ispatlayan iki kâğıt. Lobide oturup beklemeye koyuldu. Kofe kokuyordu her yan. Bir ucu öbüründen iki ayrı gezegen kadar farklı olan Şura’da tek ortak koku buydu. Kendini güvende hissetti bu şekilde. Batan güneşin ağıdı yansıdı panoramik pencereye. Her şey kırmızıya büründü. Uçaklar inip kalktı. Kutlu büyülenmiş gibi izledi. Sonra gece oldu. Karanlık büyüdü. Pistlerin ötesinde, Kadulgaz’ın ışıkları belirdi. Ardından bir gürültü patlak verdi. Kyp’e gidecek olan Kadulgazlı öğrenciler doldurdu lobiyi. Demirden bekleme koltuklarına çöktüler. Kutlu’nun yalnızlığı çoğaldı. Azap veren korkutucu bir şey hâline geldi. Herkes vardı şimdi ama Kutlu yoktu.
Kalabalıkta yalnız ve kırgın bir kız gördü. İri gözleri vardı, yüzü kaküllerle gölgelenmişti. Saçları ensesinde bitiyordu. Kutlu’ya doğru geliyordu. Zaman yavaşladı, kız acı verici bir rüzgâr bırakarak geçip gitti. Bir bekleme koltuğuna oturdu. Kutlu gözlerini alamadı ondan. Her şeyi farklıydı. Bacak bacak üstüne atışı bile. Hem asil hem de yaralıydı. Siyah çoraplar giyiyordu ve siyah bir mini elbise. Neydi bu cazibe? Meleklerin yazdığı opera mı? İliklerinin ucunda sızlayan hafızanın kayıp bir kıtası mıydı yoksa şu kız? Tüm kafile uçağa alınıncaya kadar bunları düşündü zavallı. Sonra gecenin bir ucundan öbürüne savruldular. Tam yedi saat. Kutlu inişe yakın bir vakte kadar uyudu. Buzlu okyanusun şafaksız gecesinde parıl parıl yanan Kyp’i gördü gözlerini açınca. Dünyaya yıldız formunda düşmüş bir melekti sanki ada. Soluk tenli intiharcı insanların diyarı. Glasnost’un ulaştığı en uç köşe.
Uçak behemehâl bir fırtınanın içine indi. Gece, donmuş çöllerin kasvetli buharlarından yaratıyordu sanki kendini. Terminalden dışarı çıktıkları zaman kızı arada kalabalıkta. Işıklarda fırtına taneleri dans etti. Yoktu. Gölgeler uğuldadı. Onlarca yabancı, ses ve soluk vardı fakat o yoktu. Metal kafeslerle sarılmış otobüslere bindirildi kafile. Kampüse açılan otobana girdiler. Gecenin upuzun kaidesinde balina leylekleri belirdi birer birer. Sonra buzlu ovalardan çıkan Daukrafri militanlarının saldırısı başladı. Dikenli sopalar, yakıcı haykırışlar, deli ve çıplak gölgeler. Fırtınanın kudretli orgazmı içinde çarpışma meydana geldi. Metal kafesler ve jiletlerle teçhizatlandırılmış otobüsler tam gaz devam etti. Kutlu adrenalini ilk kez böyle tattı.
Kayıt işlemlerini kolayca tamamladı ve bir yurda yerleştirildi. Derslere gitti geldi. Her şey olması gerektiği gibiydi ama birkaç hafta içinde ruhu aşındı. Çünkü Kyp psikotik bir diyardı. Lakin Dış Kemer’de bulunmayan hakiki güzellikler mevcuttu yüzeyinde. Fırtınalar dindiği zaman kaldığı yurttan çıkar, kampüsün buz aloe veraları ile donanmış bahçelerinden geçerek bir kilometrelik liman yoluna inerdi. Uzay geceye, gece her şeye karışırdı. Kutlu karanlığın koynunda özgürlüğü tadardı. Geceyi koklardı. Sinüsleri yanardı, ciğerlerine çökerdi karanlık. Limanda uzun bacaklı metal leylekler gibi yükselen vinçleri, rengarenk konteynerleri ve Glasnost diyarlarından gelen gemileri seyrederdi.
Sabah ayları başlayana kadar hayatı suskun bir monotonlukla geçti. Kimseyle konuşamıyordu. Kyplilerin ucube dilini bir türlü öğrenemiyordu. Glasnost Çağı’nın ortak dilini doğru dürüst bilen de yoktu bu adada. Böyle böyle daha çok kofe içmeye, ayıkken düş görmeye, intihar planları yapmaya başladı. Bunlar giderek cinayet tasarılarına dönüştü. Kendini öldürmekten sıkılınca başkalarını öldürmeye başladı hayallerinde.
Boğazında bir yumru ile uyanıyordu hep. Mastürbasyon bağımlısı oda arkadaşı duvara posterini astığı güzellik tanrıçalarından birini düşlüyordu. Yanı başında nefes alıp veren katilden haberi yoktu. Kutlu bununla gurur duyuyordu ama insanların gözlerine bakamıyordu. Birileri belki de anlayacaktı, görecekti zihninde dönen cehennemi. Bu yüzden yalnızlığı seviyordu. Lakin kendisi gibi sürekli kütüphanede takılan zayıf yapılı, çirkin bir Kypli ile arkadaş oldu.
“Glasnost Çağı’nın dışında bir zamanı gördün mü hiç?” diye sordu çocuk ortak dilde. “Sermayecilerin zamanını tattın mı mesela? Zaman ve ideolojinin ayrıldığı caddelerde yürüdün mü? Yahut özgür bir tanrıya inandın mı?”
“Ben Dış Kemer’de büyüdüm,” dedi Kutlu her şeye cevap verircesine. “Zincirlere asılı bir hayat pıhtısıydım. Sonra bilgisayarlar beni bir tüpe koymuş. Orada yetiştim ve öyle doğdum. TekBüro’nun kura ile seçtiği bir eve yollandım. Rastgele bir annem ve babam oldu. Ben de rastgele bir başka bebeğin babası olacağım döndüğüm zaman.”
“Ama dönmek zorunda değilsin…”
“Zorundayım. Çünkü babam evimizin anahtarını bana verdi ve ‘döneceksin’ dedi.”
“Bu çok saçma. O senin sahici baban bile değil. Sen hiçliğin piçisin. Hiçbir şey zorunluluk değildir senin için.”
“Sen bunları bilmezsin. Uyanmaktan başka zorunluluğun yok çünkü.”
“Ben hiç uyumam ki,” diye kıkırdadı çocuk.
“Nasıl?”
“Bunu sen de yapmak ister misin?”
Kutlu bir müddet cevap veremedi. Ayıkken gördüğü düşlerin kudreti karıştı damarlarına. Uykudayken hakimiyetini yitiriyordu hep, bu yüzden cesetler ve korkularla başbaşa kalıyordu. Asitle, zavallılıkla, kramplarla doluyordu rüyaları, sonra kilitlenip uyanıklığa fırlatılıyordu. Düşler insana hizmet etmiyorsa neden husul ediyorlardı zihin bataklığından? Uyku düşmandı. Zalimlikti. Cevap bir kurşun gibi geldi. “İsterim.”
“Öyleyse gölgeyi yeniden gördüğün zaman takip et beni.”
G/Ö/L/G/E
Kutlu bu söze inanmadı. Yine rüya görüyor sandı. Sonra kütüphanedeki ışığın hakikatini tarttı. Aklı başından çıkacak gibi oldu. Uyanıktı. Anlamsız şeyler fısıldadı. “Onu çölde bıraktığımı sanmıştım.”
“O hep yanı başında, onu bırakamazsın.”
“Nereden biliyorsun sen bunu?”
“Çünkü benim de bir gölgem var.”
Duvara yansıyan bin yıllık Kutlu acı acı gülüyordu. Yaşayan Kutlu ise saklanacak delik arıyordu. Bir gece vakti oda arkadaşı uyuduğu zaman gölgesi yine bağımsızlığını kazandı. Lakin bu kadar uzaktayken tek başına hareket edemezdi. Yaşayan Kutlu’ya ihtiyacı vardı. Bu yüzden hayata itmeliydi onu. Buharlaşıp duvardaki saate karıştı. Tik tak. Siren sesleri. Kutlu dışarı çıkmak zorundaydı. Gündüz ayları keyfini büsbütün kaçırmıştı. Her yan migren beyazı bir ışığa boyanmıştı. Parlaktı, sivriydi ve can acıtıcıydı dünya.
Kampüsün neobrutalist binalarını, egzotik bitkilerle süslü bahçelerini geçerek merkezi dersliklere ulaştı. Varkir orada, bir bankta sessizce oturuyordu. Kutlu’yu görünce ayağa kalktı. Kampüsün çıkışına giden yola yöneldi. Dış Kemerli tek bir kelime etmeden takibe koyuldu onu. Dışarı çıktıkları zaman Kutlu’nun yetişmesini bekledi. “Bu gün yeni yerlere gideceğiz,” dedi sonra. “Gün ışığında bile tadı çıkarılacak yerler.”
“Bu yol dosdoğru denize açılıyor.”
“İddia ediyorum ki hiç denize girmemişsindir.”
“Uruzovsk’ta bir deniz imitasyonu vardı.”
“Üzülme… bizdeki deniz sahteden de sahte.”
Yol kıvrılarak sona erince yumuşak beyaz kumların doldurduğu bir plaj belirdi. Dünyanın son kıyısı mıydı bu? Nasıl da sadeydi bu gösterişli deliliğe kıyasla. Ufuk, uzayın sınırından, uzaklardan pembe bir sürgün yarattı. Siren sesleri gibi yükselen buz pelikanları. Sonra boynuzlu balina. Ne bir gemi ne de petrol platformu, her şey başına buyruktu.
“Burası tuhaf bir ada,” dedi Kutlu. “Memleketler de mi şizofren olur?”
“Bizimkisi şizofren,” dedi arkadaş gülerek. “Seninkisi ne?”
“Benim memleket Allahsız. Başka sıkıntısı yok.”
“Daukrafri hakkında ne düşünüyorsun?”
“Buraya ilk geldiğim gece otobüsümüze saldırdılar.”
“Onlar öyledir. Vahşi insanlar. Gerçek kuzeyliler ve medeniyet yıkıcı barbarlar.”
“Barbar ha? İliğim kemiğim kanım her şeyim bir barbarın vücudundan alındı. Ben on dokuz yaşına basmış bin yıllık bir barbarım.”
“Bu ada ikiye bölünmüş durumda… kuzeydekiler de barbar, sen de.”
“Kuzey kesimi nasıl yaşıyor? Merak ediyorum doğrusu.”
“Zamanla anlayacaksın.”
Bu sohbetler sık sık kendini tekrar etti. Varkir kuzeyden getirdiği nesneleri Kutlu’ya gösterdi. Daukrafri dokümanları, tapınım bildirileri, ıvır zıvır sayılacak birkaç şey daha. Kutlu yeni dönemin ilk sınavlarını dünyası kıpkırmızı bir nefretle boyanırken verdi. Buzlu denizin kıstırdığı ıssız plajdaki yürüyüşleri daha da uzadı. Sohbetleri zaman zaman müstehcen konulara eğildi. “O Kadulgazlı kızı seyrediyorum hep,” dedi Kutlu bir keresinde. “Ona aşığım. Bacaklarına, saçlarına ve kırgınlığına.”
“Bir Kadulgazlı’ya âşık olma. Şehrine döndüğü zaman unutacağı ilk isim seninki olur.”
“Unutsun, dünya unutsun, ışık bile unutsun. Ben kendimi unutabilsem hiçbirinin önemi yok.”
“Unutursun.”
Bir zaman sonra Varkir kuzey taraftan amfetamin de getirmeye başladı. “Kofeden sıkılmışsındır,” dedi. “Hiç uyumazsın bunlar sayesinde ve istediğin kadar yazarsın düşlerini.”
Kutlu bu yürüyüşlerin ardından yurttaki odasına titreyerek döner, kâğıtları sararmış defterini açar, kendinden geçercesine cinayet hayallerini yazardı. Düşlerindeki kan mürekkep olurdu, akardı akardı, kelimeler vücutlara dönüşürdü, cümleler ölüm olurdu, noktalar korku, endişe, pişmanlık… saklanma arzusu, gizlenme, kaçmak, vicdandan değil anlaşılmaktan korkmak. Sonra bu yaprakları koparır Varkir’e götürürdü. Varkir de karşılığında amfetamin verirdi Kutlu’ya. Kypli’nin bu yazılarla ne yaptığını hiç düşünmezdi.
Bir gün plaja açılan yolda yürüyorlardı yine. Ne rüzgâr esiyor, ne bir ses duyuluyordu. Yol, soğuk güneş ve migren mavisi gökyüzü birbirine karışmış, iki genci yutmuştu. Kutlu sözleştikleri gibi çantasından çıkardığı kâğıtları Varkir’e verdi. Bunun karşılığında peçeteye sarılmış haplar bekliyordu fakat aldığı şey pornografik bir mangaydı. “Ne bu?” dedi hayal kırıklığını belirten bir sesle.
Varkir vakaretini hiç bozmadan “mesaj,” diye yanıtladı. Kutlu uzun uzun güldü.
“Odamdaki eleman bu mesaja bayılacaktır.”
“Resimlere bakma. Sayfaları soldan sağa çevirmeye başla.”
Kendini çok mutsuz hissetti bir anda. Varkir’i öldürmeyi düşündü. Bunu yapmak için daha iyi bir an olamazdı. Yapayalnızdılar. Gökyüzünde ne bir uydu ne bir uçak ne bir balina leyleği vardı. Hiçbir şey yoktu. Kypli ise zavallı ve sıska bir ucubeydi. Yol çatlak çatlaktı. Her iki tarafta da kutup yazının nektarını içen çöl bitkileri uzanıyor, kuru havaya küflü kokular saçıyordu. Derince nefes aldı Kutlu ve cinayet hayalinden vazgeçip arkadaşının dediğini yaptı. Kitabı okuya okuya kıvrılan yolun sonuna geldiler. Plaja inmişlerdi. Kumlar her zamanki gibi yumuşaktı, buz gotiği palmiyeler tatlı tatlı sallanıyordu. Suskun denizde buz parçaları batıp çıkıyor, uzaklarda bir balinanın sırtı görünüyordu.
“Mesajı anladıysan başını salla,” dedi Varkir.
Kutlu tedirgin olmuştu. Migren beyazı ışık içinden akıp akıp geçti. Başı döndü. Bunu beklemiyordu hiç. Kuzeye çağrılıyordu. “Hazır değilim,” dedi. “Henüz değilim.”
“Hazırlanmalısın bozkırlı. Yakında gece gelecek. Buralarda daha fazla duramayız.”
“Düşünmek zorundayım.”
“Düşünmek mi? Bununla zaman öldürme. Yapmak istediğin bir şey varsa hemen yap. Çünkü gideceğiz.”
“Ne kadar vaktim var?”
“Çok yok. Gece ayları başlamadan gitmeliyiz.”
Ufukta parıl parıl ışıldayan buz dağlarına baktı Kutlu. Flamingolar pembe bulutlar gibi inip kalkıyordu üzerlerine. Aradığı cesareti bu romantik manzarada buldu. “Kadulgazlı kızla konuşacağım,” dedi. “Hiç olmazsa onu sevdiğimi bilsin yeter.”
Varkir derince iç çekti. O soluk yüzü kapkaraydı şimdi. Akıl ötesi bir ışığın geldiği ufka çevirdi başını. Ağır ağır konuştu. “Aşk insanı aldatır,” dedi. “Öyle aldatır ki bir anda her şeyi yapabilirmişsin gibi hissettirir. Aşk zehirdir. Emin misin?”
Kutlu güldü. “Zaten unutacağım ve unutulacağım. Bir önemi yok.”
“Yine de bir manga daha vereceğim sana. Eğer aşka kanıp da bize ihanet edersen sonunun neye benzeyeceğini göreceksin.”
* * *
Uruzovsk’ta sabah olmuştu. Fırtına dinmişti. Gökyüzü altın sarısıydı. Yeni günün yorgun ışıkları radyoaktif bir bulantı hâlinde doluyordu tozlu pencerelerden. Kutlu dudaklarını kıpırdatmıyordu. Anlatacak bir şey kalmamıştı. Duvarlardaydı hikâyenin geri kalanı. “Demek ki aşka kandın,” dedi İnanç. Sesinde dehşet vardı.
“Benim bir şeye kandığım yok.”
Kutlu’nun sesi bir başka çıkmıştı. Sabahın perdesinde artık eskilerin o asil ve kederli beylerinden farkı yoktu. İnanç’ın tüyleri diken diken oldu muazzam çehresini seyrederken. Geceden güne dönen ve alev alev yanan karanlığın büyüsünü gördü. Yüz yılların ızdırabını, ırkının başına gelen felaketleri gördü. Yitip giden bir beyin şanını, düşen bir sancağı gördü. Kutlu tüm o korkunç tarihin yeniden yaratımıydı.
“Kaderimi tekrarladım,” dedi. “Ama daha bitmedi. Kendimi ne öldürebildim ne de yeniden yaratabildim. Bir hiç bile olamadım ben. Bu yüzden Ata’yı bulmalıyım. Bana ilk hayatımı geri bahşetmeli ya da beni o öldürmeli.”
Ve bundan sonra Kutlu kadim bir dilde konuşmaya başladı. Bu dili Kadulgazlılar dahil Anakaralılar anlamazdı, Tuz civarındaki ve ötesindeki tüm akraba diyarların insanları da anlamazdı ama rüyalarında duysalar atalarının gözyaşı döktüğü yolları yeniden kat ederlerdi hasta atların sırtında. Kutlu yaşayan bir hikâyeydi işte. Kadulgaz’dan Dış Kemer’e kadar bir ırkın paramparça oluşunu anlatıyordu.
Son kez sustu. Mutfaktaki masadan kalktı. Düşecek gibi oldu. Çıplak beton duvarda ketum gözler gibi açılmış pencerelere baktı. Tozla filtrelenen gün ışığı öfkesini kabarttı. Duvara monte edilmiş bir yatağa uzandı. İnanç aklı ve korkularıyla başbaşa kaldı. Kutlu’nun gölgesi yoktu artık…
Pencerelere baktı. Tozun ardında Uruzovsk’un ürkütücü brutalist panoraması doğuyordu. Duvarlara baktı. Artık söz ve kelam yerinde duramazdı. Akmalıydı. Bir kâğıt bir de kalem çıkardı. O pespaye masada, hayat tüm gezegenden kopup gitmişçesine, Kutlu’nun hikâyesini yazmaya başladı.
KUTLU’NUN AZABINI BEYAN ETTİĞİ BOY
* * *
Bir zamanlar Dış Kemer dedikleri diyarda on iki bey hüküm sürerdi. Bu beyler kızıl otağda oturan Balgay Kazan’a tabiydi. Kimsenin saymadığı bir bey daha vardı. Kutlu Bey Boran’dı adı. Ana babası ölünce ihtiyar şaman Algam sahiplendi onu. İrfanını öğretti ve isim verdi ona. “Sen beysin,” dedi. “Beylerin beyi, hanların hanı olacaksın. Bunu sakın unutmayasın. Sen bu bozkırlarda sitayiş edilen tanrıdan da üstün bir tanrıdan kut almışsın. O tanrının ismini arayacaksın. Kimseye boyun eğmeyeceksin. Sen Kutlu Bey Boran’sın.”
Kutlu Bey yiğitlik çağına vardığında civar obalarda boy göstermeye başladı. Nefret edilen biri oldu. Çok kavgalar etti. Sırtını kimse yere getiremedi. Kimseye hürmet etmedi. Kimseden de bir şey beklemedi. Çehresi tıpkı bir boran gibiydi, yakışıklı ama karanlıktı. Hiçbir oba onu kabul etmedi. Hiç dostu olmadı. “Sen Yakut Han’ın mel’un soyundansın,” dediler ona. “Hem seni ihtiyar Algam büyüttü. Git cinlere katıl… senin yerin yoktur yanımızda.”
Belki bir yere konup otururdu ama insanlar hep kovdu onu. Bir yerden geçtiğinde kadınlar evine kapandı. Kimse ondan mal almaya yanaşmadı. Kimse ona malını satmak istemedi. Kutlu hiç içerlemedi bunlara. Malumdu çünkü; insanlara uzaktı o, öbür alemlere daha yakındı. Bir gün Uruz adlı eski bir beyin kurganına girdi. Küflenmiş karanlıktan gayrı hiçbir şey yoktu. Öylece yığılıp kaldı orada Uruz’un ruhundan af dileyerek. Berbat bir fırtına vardı. Gök kubbe kabarıp sarkmıştı. Gece yuttuğu tüm küfrü bir anda aşağı bırakacaktı. Yapayalnızdı Kutlu. Atı bile ölmüştü. Hiçbir yere gidemezdi. Bir işaret gelinceye kadar bekleyecekti. “Keşke burada olsan ihtiyar Algam,” dedi. Kurganın ucundan içeri karanlığın fısıltısı sızıyordu. Gökte kıpırdayan fırtına kuduruyordu. “Ben hiçliğin beyi oldum artık.”
Algam gelmedi lakin bir al karısı düştü kurganın içine. Alev gibi yanan bacakları vardı, gözlerinde cehennemin ızdırabı, azabın sesiyle konuştu. “Atan Yakut Han sana seslenir! Tekmil Dış Kemer obaları savaşa tutuşacak. Sen düşmanın kalbine gitmelisin! Izdıraptan korkma!”
Sözlerini bildirdi. Kutlu’nun karanlığı titreten çehresini süzdü. “Adım Ayazya’dır,” dedi. “Beni unutma.” Sonra ışığın karanlığa karışıp yok olması gibi gitti. Kutlu gözlerini sımsıkı yumdu. Gök kubbe dindi. İblisler sustu. Kurgandaki ıslak topraktan bir kılıcın kabzası gösterdi kendini. İşaret gelmişti. Çok geçmeden Ayazya’nın bildirdiği savaş patlak verdi. O gün hudutlardaki dağlardan korkunç bir ses yankılandı. Yüz bin Pembe Knez askeri azgın, pembe bir alev nehri gibi Dış Kemer’e indi. Yakıp yıkmaya başladılar her yanı. Haberler hızla yayıldı. Balgay Kazan on iki beyleri kızıl otağının etrafında buluşturdu. Karadan da kara, gökten de feci savaş borusunu öttürdü. Tüm cılasınlar bir olup geldiler. Cenk vaktiydi. En nihayetinde Kutlu Bey Boran da çıkıp geldi. On iki beyler yanı başlarında saf tutmasına izin vermediler onun. “Ben baş olmaya niyetli değilim,” dedi borandan da soğuk bir sesle. Onu arkaya kattılar.
Pembe Knezler’in alçak ordusu bir vadiye konmuştu. Üç gün üç gece oraya doğru at sürdüler. Dördüncü günün sabahında bir nehir çizdi ufku. Pembe zırhları zehirli tılsımlar gibi parlayan Pembe Knez askerleri geçiyordu nehri peşpeşe. Miğferlerinden flamingo kanatları çıkan süvariler, dev kargılar tutan piyadeler, yürüyen dağlar gibi bir ordu. Balgay Kazan kükredi. Oklar fırlatıldı. Knez askerleri devrildi. İkonlarına yaktıkları mumların tütsüsü gibi çıkıp gitti ruhları. Saflar birbirine yaklaşınca dövüş fenalaştı. Geceleri gecelere bağladı. Kan şarap olup sarhoş etti Erlik Han’ı. “Budun düşüyor!” diye yakardı Kutlu Bey. “Yırt şu rezil yer küreyi, çık gel!”
Haykırışı cevapsız kaldı. Bir zehirli ok Balgay Kazan’ın sağ gözüne girdi. Bozkırın kudretli hanı atından devrildi. Bir haykırış koptu Dış Kemer saflarında. “HAN ÖLMÜŞTÜR! TÖRE GİTTİ!”
Dış Kemer’de adet böyleydi. Yeni bir han gelinceye kadar tüm töreler geçersizdir. Şimdi on iki beyler başsızdı ama bir tanesi baş olmalıydı. Hepsi cenki bırakıp hanlık derdine düştü. Dövüşün kudretli ateşi içlerinde peyda olan hüküm arzusuna tabi oldu. Yiğitlerini de toplayıp kızıl otağa doğru at sürdüler. Pembe Knezler zafer kazandıklarını, Dış Kemerlilerin korkup kaçtığını sandılar. Oysa bilemezlerdi bu insanların ne tür bir gaflete düştüğünü.
Knezler’in sevinci uzun sürmedi. Yakut Han’ın neticesi hâlâ ölmemişti. Bir tepeden baktılar meydana. Adeta devleşmiş bir cılasın, geberttiği hasımlarından yığınlar yaratmış, ortasında kılıç sallıyor. Küfürler yağdırıyor. Sanki tekmil dağlar bir olup gelse onu deviremezdi. “Ama yalnızca bir hile yeterli. İhtiyar büyücü Vlad’ın hilesi.” Büyücü Vlad çıkıp geldiğinde Kutlu Bey’in etrafını kuşatmış alçaklar kaçıp gitti. Buhar olup söndü cenkin tılsımı. İhtiyar ceset tepelerini aştı. Ağlaşan hayaletleri kovdu. Ölülerin etini yiyen karga vücutlu cadılara sövdü. Hayat oradan çıkıp gitti. Zaman akışını durdurdu. “Sen Algam’ın oğlusun,” dedi büyücü. “Beni hatırladın mı?”
Kutlu başını salladı yalnız. Ayazya’nın bildirdiklerini düşündü. Düşmanın kalbine giden yol bu ihtiyarın elindeydi. “Algam bana bir söz verdi ama sözünü tutmadan öldü… şimdi ne yapacağız evlat? Onun sözünü yerine getirecek misin? Yoksa bilirsin, daha bir yüz bin süvari vardır bizim dağlarda, hepsiyle cenk mi edeceksin?”
“Ey zavallı ihtiyar, sizin o dağlar neden karadır bilir misin? Atam Yakut o dağları ateşe vermişti… ben şimdi ölürsem bedenim ölür ama ruhum, bilin ki, yüz yıllar boyu bela olur başınıza. Lakin şimdi Uruz Bey’in kurganından aldığım kılıcı buraya gömüyorum. Manevi babam, adımı boylayan Algam’ın sözünü yerine getireceğim.”
* * *
On iki beyler hanlık için mücadele ederken Pembe Knezler’e yem oldular. Dış Kemer düştü. O sırada bozkırlarda bir efsane fısıltı gibi yayılmaya başladı. Kutlu Bey Boran’ın yiğitliği ve acısı. Sanki diyar hür iken sövdükleri adam Kutlu değilmiş gibi ona methiyeler düzüyor, ağıtlar yakıyorlardı gizli gizli. Kutlu, Kyp’deki Kalodna kalesine götürülmüştü. Dipsiz bir çukurda zincirlere gerilmişti. Vlad’ın açtığı bir pencereden cehennemi seyrediyordu. Bey babasını görüyordu her gece gündüz. Lavların tırmaladığı kapkara bozkırda aklını yitirmiş, oğlunun hayalini arıyordu. “Bir gün sende geleceksin buraya. Her şey sona erdiğinde zapt edeceğiz cehennemi.”
Bunların hepsi Vlad’ın kirli düzeniydi aslında. Kutlu’nun aklını zehirlemek içindi tüm tertibat. Bu yüzden gözlerini sımsıkı yumuyordu Kutlu ama babasının sesi aklında uğulduyordu. Babasının meczup hayaleti iliklerinde gezerken karga vücutlu cadılar etini didikliyor, yarı buçuk bir ceset hâline getiriyordu onu. Ardından Vlad iniyordu çukura. Kutlu’nun bedenini düzeltiyor ve alay ediyordu. “Algam’ın borcunu ödemen için kaç gece kaldı? Atan Yakut’un öldürdüğü insanların sayısı kadar.”
Kutlu deliliğin hudutlarında korkunç acılar çekse de yüreğindeki inancın yitmesine izin vermedi. Her yerini kuşatmış o kızıl karanlıktan bu ışık sayesinde korundu. İnancı sayesinde hafızasında nice uzun yollar kat etti, eskiden hür bir beyken gezdiği bozkırları gördü sonra Ayazya gelip geçti hatırından. “Beni unutma,” demişti. Bir al karısı idi, onu bu esaretten çıkarmasa bile belki bir ilaç bulurdu aklını kemiren cehennem hayaline.
Upuzun bir an boyu vücudu delik deşik edilirken “Ayazya,” diye fısıldayıp durdu. Acı parça parça söndü. Kargalar bir daha gelmedi. Cehenneme açılan pencere küçüldü. Sonra Vlad bile kayboldu. Kutlu gözlerini açınca karşısında Ayazya’yı gördü. “Çok vaktim yok,” dedi kadın. “Gün doğmadan uçup gitmeliyim öteki aleme. Sana bir sır getirdim. Burada Dış Kemerli bir konçuy var. Esir edilmiş. Her gece mezarlığa iniyor. Şarkılar söylüyor hiçliğin meleğine. Kanatlarını istiyor ondan. Kaçıp gitmek için. On iki beylerden birinin kızı o. Yakında kalenin kumandanı onu karılığa alacak. Bir düğün olacak kalede, Vlad büyük bir şeytanlık planlamakta…”
Ayazya çekilip gittiğinde cehennemin tekmil böcekleri Kutlu’nun ruhuna akıttı zehirlerini ve bu acıya teslim olan esir bey bilincini kaybetti. Gözlerini açınca uçsuz bucaksız bir karanlıkta buldu kendini. Uçta, bir ışık pıhtısı görünüyordu. Soğuğu, ıssızlığı, varlığı, acıyı çağırıyordu. Sürünerek ona yöneldi Kutlu. Ruhu daha da soğudu. Cehenneme dönmek istedi. Acıların mıknatısına yapışıp kaybolmak istedi. Ama ışık onu yutuverdi, bir an sonra karla kaplı bir gecedeydi. Ayazya’nın bahsettiği mezarlık diş diş yükseliyordu her yanda ve mırıltı gibi bir ses şarkı söylüyordu sonsuzluğa.
O bin yıllık aşk orada başladı işte. Kutlu Bey Boran, Uruz’un soyundan gelen Ece’ye böyle vuruldu.
Kyp diyarında geceler altı ay sürer. Kutlu nerede olduğunu bilmediği için aklını yitirdiğini, bir mezarlıkta sonsuz deliliğe mahkum edildiğini sanmaya başladı. Yalnızca saklanıyordu. Onu görmek için yaşıyordu. Soğuğa karşı tüm zarafetini sergileyen ipek elbiseli konçuy. Şarkısını duymak istiyordu onun. Ses ruhuna işledikçe iyileşiyordu.
Kalodna mezarlığı etiyle beslediği cadıların meskeniydi. Cadılar etinden yerken ona aşık olmuştu. Hepsi hayran oldukları erkeği renkli rüyalar ve lezzetli yiyeceklerle besleyip hayatta tutmaya çalıştı. “Biliyoruz ki bozkırlı prensesi seviyorsun, yine de bize bakmana bile razıyız.” En nihayetinde zindanlardan birinde saklanan sırrı açık ettiler. “Bir ihtiyar var orada, senin adını fısıldıyor. Yalnızca bir gölge. Zamandan öte bir zamanın aksi. Seni ona götüreceğiz pek kudretli şövalye.”
Karga ayakları ile yapıştılar Kutlu’nun omuzlarından ve bir görünmezlik perdesi yaratıp zindana indirdiler onu. Orada hepsi ayrı bir yöne dağılıp gölgeye oldu ve Kutlu, yankılanan ismini duydu. Fısıltıyı takip ederek Korkut Ata’yı buldu. Bu yalnızca onun kudretli varlığından yansıyan bir izdüşümdü. Kozmosun erişemediği karanlıktan da kara, ışıktan da ak bir yerde, kainat öncesi tekillik gibi bir vücudun içindeydi Ata. Bu yalnızca onun solgun bir gölgesiydi. “Unut,” dedi. “Bu hayatı unutmalısın önce… çok büyük acılar çekeceksin…”
Kutlu, Ata’nın sözlerini şarap gibi içti ve ayıldığı zaman gölge filan yoktu. Korkudan tir tir titreyen bir Kypli vardı yalnız. “Adım Varkir,” diyordu bozkırlıların dilini taklit etmeye çalışarak. “Sen Kutlu Bey Boran mısın?”
“Adımı nereden bilirsin?” dedi Kutlu kapkara bir sesle.
“Senin namın Kyp adasına kadar yayılmıştır. Beni buradan çıkartırsan eğer seni kabileme götürürüm. Kılıçlarımız kılıcın, canlarımız senin olur.”
* * *
Karga vücutlu cadılar Kutlu ile Varkir’i zindanlardan kaçırıp Kyp’in kuzeyindeki pespaye barbar köylerine götürdü. “Yakında pek çok ceset ile doyuracağım sizi,” diye güldü Kutlu kargalara. Uçup gittiler sonsuz karanlığa. Kutlu tekrar bir bey oldu. Barbarlar önünde diz çöktüler. Tekmil kabileler bir olup birleşti. Kutlu hanlığını beyan etti. Dünyanın son sahilinde. Uzaklarda boynuzlu bir balina şarkısını katarken geceye. “Kalodna’yı alacağız. Bir düğün yapacak kalenin kumandanı. O an saldırıp avlayacağız hepsini. Hür olacaksınız!”
Tüm barbarlar kendi dillerinde “DAUKRAFRİ! DAUKRAFRİ! DAUKRAFRİ!” diye haykırmaya başladı. Kanın çağrısı.
Buzlu çöllerden, kapkara tepelerden, vadilerden ve mağaralardan çıkan soluk benizli vahşiler Kutlu Han’ın ardına düştü. Kalodna’da düğün başladığı zaman taaruza geçtiler. Yarabbi, o sonsuz gecenin bıkkınlığı bir anda binlerce meşalenin ışığına karışıp tutuştu. Kalodna dört bir yandan delindi. Oluk oluk barbar aktı içine. Vlad’ın mel’un tertibatları, büyüleri yüzünden biçmi değişmiş, yüzü, vücudu bozulmuş yüzlerce insanı katletti barbarlar. “Yurdumuzu temizliyoruz medeniyetten. Medeniyet zehirdir!”
Kalodna müdaafası çöktü. Kanlı düğünün zarif ezgileri cenkin tılsımlı yankılarına karıştı. “Bana Kalodna kumandanının kellesini getirin!” diye buyurdu Kutlu Han. Aşk ve keder ile Ece’yi aramaya başladı kalede. Lakin geceden de kara bir gölge kahkaha attı. “Bulamayacaksın sevdiğini. O bambaşka bir zamana karıştı.” Vlad’ın sesiydi bu. “Sen bir han oldun şimdi ama yakında yine bir meczup olacaksın.”
Alevlerin sardığı burçları kıvrılarak geceye karışan, çöküp hiçliğe göçen kalenin üzerinde bir ışık belirdi. Kutlu Han bakamadı ona. Ece’ydi bu. Başka bir zamana karışmıştı. Hiçliğin meleği olmuştu sonunda. Kanatları bilinen en büyük acıdan daha zarif, en solgun çölden daha güzeldi. Son kez şarkı söyledi Kutlu için. “Şarkılarımla zehirledim ruhunu, beni affet. Aşık ettim seni. Bu kaleyi benim için yaktırdığını bilirim. Ama artık ben sana gelemem. Ben artık temiz bir kadın değilim. Kutlu Han’ın karısı olamam. Ben ancak kaybolabilirim. Hoşça kal kudretli han. Hoşça kal!”
Gözyaşları kristal olup akmaya başladı alevlerin sardığı kaleye. Kutlu’nun deliliği alevlerden alevlere sıçradı. Barbarlar yağan yağmuru değerli mücevherler sanıp birbiriyle didişmeye başladı. Her yan kaos, kan ve kırımdı. Kutlu Han artık yaşayamazdı. “Budunum parçalandı, esir oldu yurdum. Cehennem yuttu beni, oradan geri kaçtım. Hanlığımı inşa ettim ama hepsi üzerime yıkıldı. Artık hiçbir gün benim için doğmayacak. Tertemiz meczup aşkım kirletilmiş meğer. Ben onu arayacağım ıssız çöllerde, başka bir zamanı bulana kadar.”
Varkir bu ağıdı duymuştu. Ruhunda iki dünyaya bedel bir sızı kopmuştu. “Bizi bu molozların içinde mi bırakacaksın hanımız? Vlad’ın oyununa kanıp bizi terk mi edeceksin? Bir kıyıdan bir kıyıya, temizlemeyecek miydik biz medeniyeti? Bak, tekmil barbarlar senin emrini beklemekte. Bir emir ver. Yalnızca bir emir. Aksi hâlde hepsi birbirini kırıp dökecek.”
“Bende artık güç kalmadı, yüreğimdeki inancı söndürdüm. Ben bomboş bir meczubum artık, budununu sen idare et!”
Varkir, hanının bu vedası üzerine hayatı terk etmeye karar verdi. Bir rüyasında müjdelenmişti ona Kutlu’nun geleceği. Yıkım nüvesinin içinden çıkıp sarsacaktı tüm dünyayı. Çöle çevirecekti her yanı. Cehennemleri fethedecekti ve Varkir onun sağ yanında dövüşmek şerefine erişecekti. “Seni bulup öldüreceğim hanım, öldürmesem bile göreceğim ölümünü,” dedi Kutlu giderken. “Burada azap içindesin ama öbür alemlerde yeniden doğunca ikimiz, belki orada yeniden dövüşürüz bir olup.”
Varkir, Kutlu’yu durmadan takip etti. Sıla hasreti nedir bilmedi. Ta Dış Kemerliler’in Pembe Knezlerle savaş yaptığı meydana kadar geldiler. Artık orası hayatın uğramadığı, sisli ve uğursuz bir yerdi. Meczup han gömdüğü kılıcını çıkardı yerinden. Sonra Varkir’in sadık siluetini gördü. Son buyruğunu bildirdi. “Ece’yi bul benim için ve onu öteki alemlerde beklediğimi söyle!” Barbar, hanını intihar ederken seyretti. Sadakat göstererek bir kurgan yaptı. Bir taş getirdi civardaki tepelerden. Üstüne Kutlu’nun kısa ve korkunç hayatını yazdı.
Yüzlerce yıl geçti. Dış Kemer’de artık kimse kalmamıştı. Çöl olmuştu tekmil diyar. Glasnost Çağı yakındı. Şura bir komite yarattı. Çorak Arazileri Geri Kazanma Projesi. Başına Komisar Vlad getirildi. Saha araştırmaları başlatıldı. Eski bir savaş meydanına indiler. Bir kurgan açıldı. Bir savaşçıya yazılmış ağıt ve bir de kılıç buldular. Her yanda gölgeler.
Komisar keyiflendi. Bin yıllık planı hâlâ işliyordu.
“Bir halk yaratın bu gölgelerden!”
- Avara’nın Minotor’u Öldürmesi - 1 Şubat 2022
- Cotard City ve İşaretler - 1 Aralık 2020
- Yıldızlarla Birlikte Ağladım - 1 Ağustos 2020
- Masal, Kireç Rengi Kelebek ve Android Kız - 1 Temmuz 2020
- Hepsini Anlatıyorum - 1 Ocak 2020
Selam tekrar Tuğrul,
Yine keyifle, hüzünle, şiirsel bir aşk hikayesi okuyordum. Anlatmaktan çok sezdiren, yoğun bir şiir…
Ancak sen en çok arzu ettiğim bir şeyi yapınca daha da mutlu oldum okumaktan. Kutlu’nun geçmiş yaşamına geçince değişen, epikleşen, olay örgüsüne dönen öykü beni daha da sardı. Seçkinin ruhunu da çok iyi yakaladığın bu kısım ve finalinde çözülen gizemler bu şiiri aynı zamanda harika bir öykü yaptı diye düşünüyorum.
Flamingo kanatlı miğferi olan pembe knezler, glasnost çağı, komisar Vlad… Dede Korkut coğrafyasına aynadaki akisten bakış gibi olmuş. Bunu özellikle çok beğendim.
Ellerine sağlık.
Aslında bu hikayeden pek memnu değilim. Kelime sınırının 5000 olduğunu düşündüğüm için hikayeyi büyük ölçüde kırpmak zorunda kaldım. Böylesi daha mı iyi oldu emin değilim. Bu hikayeyi yazmaya geç başlamıştım zaten, kararsızdım ve hatta bir ara tamamen bırakmayı düşündüm.
Yeni bir hikayeye başlayacak zamanım ve enerjim de yoktu. Dolayısıyla elimdekini kullanarak katmanlı bir öykü yaratmaya karar verdim. Bu şekilde kendi kendini tamamladığını düşünüyorum. Yine de biraz daha vakit olsa ve 5000 kelimenin üzerine çıkabileceğimi bilsem bu hikaye çok daha iyi olabilirdi. Yine de okuduğun ve yorumun için teşekkür ederim. Son olarak şunu da söylemek istiyorum. Burada anlatılan olaylar aslında daha önce yazdıklarımla aynı evreni paylaşıyor.
Çok güzel olmuş. Bence hiç aklında kalmasın.
Aynı evren mi bilemesem de bir Tuğrul Sultanzade öyküsü olduğu daha ilk paragrafta anlaşılıyor.
Selam TuÄrul,
GiriÅ cümleleri ya da paragrafları öykü için çok önemlidir benim gözümde. Öykünün ilk paragrafı uzun zamandır okuduÄum en saÄlam giriÅlerden biriydi. Zaten onun gazıyla öykü bir noktaya kadar çok hızlı ilerledi. Özellikle ilk kısım kendi baÅına bile bir öykü olarak kendini gösterebilecek, genele baktıÄımda en baÅarılı bölümdü. Ama bütünü düÅündüÄümüzde bu süslü dil ve bu kadar uzun öykü beni yordu diyebilirim. Ä°lk okuduÄumda hızlı okudum, sonlara doÄru parçalanmaya baÅladım artık. Hak ettiÄini düÅündüÄüm için ikinci bir defa sabırla okudum ve bitirdim. Kalemine saÄlık.
GösteriÅli, uzun cümlelerden ziyade, daha basit ve daha anlamlı cümlelerini daha çok seviyorum.
Mesela;
Onun dıÅında temaya yaklaÅımın baÅarılı. Öykünün ismi güzel. Sanki bütün bu anlattıÄın Åehirlerin, olayların, karakterlerin esin yerlerini çok iyi biliyor gibiyim. Özellikle Åehirler konusunda kafamda coÄrafyamızın Åehirleri belirmeye baÅlıyor artık. Bir anda okurken böyle düÅünmeye baÅlayınca artık öykülerinin gerçekle baÄlantılarını daha iyi kavramaya baÅladıÄımı anladım.
Velhasıl kalemine saÄlık. Melankoli karnavalını epik bir destana evriltip baÅarılı bir öykü ortaya çıkarmıÅsın. GörüÅmek üzere…
Selamlar Kasvet,
Şehirler konusuna değinerek başlamak istiyorum. Kurmaca uluslar ve ülkeler yaratmak bana keyif veren bir uğraş. Bu yerleri tasarlayan kişi olduğun için tutarlılığı dengelemek çok daha kolay ve eğlenceli. Örneğin Ankara’yı hayatımda ancak bir iki kez görmüşümdür. Ankara’da geçen bir şeyler yazarsam bana eğreti duracakmış gibi geliyor. Lakin Ankara değil de Ankara’dan esinlenerek yarattığım başka bir şehrin sokaklarını rahat rahat anlatabilirim. Tüm bu şey bir nevi rüya görmek gibi. Bir rüyada dolaşıyor gibiyim. Yazmak benim için parmak uçlarımla rüya görmektir aslında. Ve bazı zamanlar uyurken gördüğüm rüyalarımda dünyada bulunmadığından emin olduğum yerlere giderim. Tüm bu yerler birbirinden kopuk değil, aslında bağlantılıymış, sanki aynı evrendelermiş gibi geliyor bana. Bundan dolayı yazarken de farkında olmadan uçup gidiyorum. Bazen her şeyi ilk yazdığım haliyle bıraksam ve kimseler de görmese diyorum, lakin kendim için yazmıyorum, bunları birilerinin de görmesi, okuması ve birilerinde iz bırakmasını, hiç olmazsa bir duygu kıpırtısı yaratmasını isterim. İnsanı yazmak için tetikleyen şey ne? Olmayan bir şeyi yaratma arzusu mu? Yahut olan bir şey üzerine kendi yorumunu katmak isteği mi? Belki yazmak için insanı tetikleyen şey vicdandır, belki de yalnız düş görme isteği?
Yazmak için bizi harekete geçiren unsurları beyaz bir ışık olarak algılıyorum. Bundan bir spektrum yaratıyoruz. Her biri diğerinden farklı, işte bu farklılığı seviyorum. Sen hakikati yazmayı seviyorsun. En uçuk kurgunda bile hakikatten illaki bir iz var. Ben ise rüyayı yazmayı seviyorum, yazdığım en gerçekçi şeyde bile rüyadan bir iz vardır hep. Seni tetikleyen şey gördüğüm ya da algılayabildiğim kadarıyla hakikat, beni ise rüya.
Yazıyı daha fazla uzatmadan biraz mahcup olduğumu da belirtmeliyim. Yazıyı ikinci kez okuman beni biraz üzgün hissettirdi. Sebebini tam açıklayamıyorum ama bunun için gerçekten çok minnettarım. Bu yorum için de elbette. Görüşmek üzere…