Öykü

Kırlangıç Yağmuru

 “Hep yolcuyuz böyle geldik böyle gideriz
Dünya senin vatanın mı yurdun mu”

Yolcu/Neşet Ertaş

– Hazır mısın?

– Evet.

– Son kez soruyorum, emin misin?

– Pozitif.

– Biliyorsun oradan dönebilen kimse olmadı. Seni, çağırsan bile, zamanından önce alamayız. Evrimini tamamlamalısın.

– Farkındayım, kabul ediyorum.

– Peki öyleyse, barışla kal.

– …

* * *

Kulli eşyalarını toplarken, “Şimdi sadeleştirme zamanı” diye içinden geçirdi. Kendini- kendi olduğundan beridir – yani üç asır öncesinden beridir tanıyordu nasıl olsa. 300 yıl önce yaratılışı onaylandığında, büyük umutlar besleyerek gönderilmeyi seçtiği gezegenden –Dünya’dan – ve ülkeden -Türkiye’den- ayrılırken, yanına sadece onun için önemli olanları alıyordu.

* * *

Adı Kulli’ydi. Bir damla olarak bu dünyaya bırakıldı; gri, zerre kadar kimsenin önemsemediği, kimsenin fark etmediği bir damla olarak yeryüzüne süzüldü. Sonraları bu hikâyeyi anlatırken şöyle diyecekti:

– İnişimi gerçekleştirdiğimde bir toplu iğne başı kadardım. Dünyada genişleyecektim. Türkiye ile ilgili veri toplamayı kimse becerememişti o güne dek. Ben ilk oldum. İlk temas ettiğim bir hurdalıktı, etrafımı saran irili ufaklı parlak, mat, paslı metaller, demirler, çelikler karnımı acıktırdı. Ne bulursam yemeye, vahşi gibi beslenmeye başladım. Büyüdüm, büyüdükçe yeni yörelere açıldım, farklı tatlar keşfettim. Kâh, içindeki zehri içerek ölen padişahın taktığı hanedan yüzüğünde, kâh başsız Deli Mehmed’in, kellesini geri almak için peşinden koşup bir vuruşta atından devirdiği şövalyenin kanlı kılıcında, kâh sokak aralarında gezen hurdacının el arabasında, kâh 14 yaşındaki çocuğun parmaklarını kaptırdığı frezede buldum kendimi. Savaşta dövülen demir, ölenlerin bedeninden çıkan kurşun, açların sofrasına bakır kap oldum. Yedikçe geliştim, geliştikçe insan denen yaratığın bana taptığını gördüm. Yüceleştim, tank oldum, top oldum, anıt oldum, kule oldum. Onlara zarar verdiğim halde neden bana taptıklarını anlamadım. Sonra karar verdim. Sana tapanı anlaman için o olman gerekir. Ben de bana tapanlara dönüşecektim. Ruhu olan her şeyi yutup yok ettim; hayvanları, ağaçları, dağları, ormanları, insanları, denizleri. Sonunda gri saçlı, beyaz parlak tenli, metalik tatta bir kadın oldum.

Kulli dönüştükçe anladı neden daha önce kimsenin bu ülkeden geri gidemediğini. Duygu parçacıkları o kadar karmaşık ve yoğundu ki Türkiye’de yaşayan insan denen varlıkların, kendilerinden çıkışları yoktu. Kalpleri, bir cenderenin içinde sıkışıp kalmıştı. Çıkmaya çalışanları da, tel örgülerin çevrelediği beyin duvarları, kaburgalarına inen ahlak tekmeleri, bacaklarını kıran umarsızlık copları engelliyordu. Onu ait olduğu gezegene, evine geri gönderecek tek bir çıkış yolu vardı. Başka bir şey olmalıydı, insan dışında başka bir şey. Bu ülkeyi seviyordu ancak evrimini tamamlamalıydı.

* * *

Sırt çantasının içine konserve barbunyaları doldurdu, 45’lik plaklarını da ön gözüne yerleştirdi – Ayten Alpman, İlhan İrem, Beyaz Kelebekler, Salim Dündar, Tanju Okan, Neşet Ertaş, Aşık Veysel… Diğer çantasına da kozalak koleksiyonunu. Tuhaf bir hobiydi bu. Yıllardır vazgeçemediği tutkusu. Her şekilde, irili ufaklı kozalakları nerede görse alır, koleksiyonuna katardı. Hiç üşenmeden kaç kozalağın ardınca tepelerden yuvarlanmıştı. Öyle ki bu tutkunun hobi mi saplantı mı olduğuna artık karar veremiyordu. Kozalak koleksiyoneri olarak anılmanın hiçbir havalı yanı yok diye düşündü. Yine de bir bavul kozalağı geride bırakmak içine sinmedi. Kendini takdir ediyordu, sadece özenle seçtiği kozalakları beraberinde götürüyor diye. “Mutluyum sade ve yalın,” dedi yine.

Durup etrafına baktı, tahminen beş dakika. O süre zarfında, bu ülkeye geldiğinden beri öğrendiklerini düşündü. Kuru fasulye-pilav, darbeler, koca bir imparatorluğun çöküşü, aydınlanma, yozlaşan halk, şırdan, pop şarkılar, şalvar, bir park için ölen insanlar, bir parkı yok etmek için öldüren insanlar, sikke, yakılan şairler, millet bahçeleri, tarikatlar, cariyeler, saklı gayler, lezbiyenler, Rumi, göçebe hayatlar, gecekondular, tacizciler, yolun ortasında sabahın köründe halay çeken insanlar, medeniyetin beşiği şehirler, alabildiğine uzanan ormanlar, yağ kuyrukları, tüp kuyrukları, atkuyrukları, talan edilen yeşillikler, rakı, kavun, beyaz peynir, perde pilavı, insan terörü, hayvan terörü, baklava, Alaçatı, kuyu kebabı, el üstünde tutulan kadınlar, alaşağı edilen kadınlar, intiharlar, borç batağına saplananlar, medya prensleri, hummalı halk, enflasyon, tüm kavramların içini boşaltan aileler ve ailelerden kurtarılması gereken çocuklar, yok nedenli savaşlar ve daha neler neler…“Keşke,” dedi, “Tüm çocukları yanımda götürebilsem.” Ama barbunya pilakileri, plakları ve kozalakları tüm yeri doldurmuştu. Ayrışma vakti gelmişti. Herkesi bırakacaktı, oldukları yerde.

Tam kapıdan çıkmak üzereyken aklına geldi, koşarak buzdolabında unuttuğu beynini kaptı, bir poşete koydu ve yanına aldı.

Her şey hazırdı. Evinin önündeki siyah arabaya bindi, Konya ovasına sürdü. Arabada ona Neşet Ertaş’ın Yolcu şarkısı eşlik etti: “İnsan ölür ama uruhu ölmez/ Bunca mahlukat var heçbiri gülmez/ Cehennem azabı zordur çekilmez/Azap çeken hayvanları gördün mü.”

Peki tarlalar,” dedi, en sevdiği şiiri mırıldanarak “Uçsuz bucaksız sarhoş gözlerim, uzanmış altın sarısı başak sonsuzluğuna. Omuzum çökmüş, omuzum bensiz. Başımı taşımaktan yorgun.” Camı açtı, gri saçlarını taze rüzgâra verdi. Düzlüğe vardığında, arabayı yol ortasında bıraktı. Sırt çantalarını alıp dışarı çıktı. Kulaklığını taktı, akıllı telefonunu açtı ve bugüne özel seçtiği altı dakikalık parçayı çalmak üzere oynata bastı; Orta Dünya Minyatürleri albümündeki Şehnaz Longa-Katibim-Nihavend Longa /Bülent Evcil-Lior Kretzer’in sesi havayı doldurdu. Kollarını iki yana açıp, az ötede onu bekleyen gemiye doğru yol alırken, hücrelerinin birbirine bağlantılı her bir sinir ucunda, ülkenin muhtelif yerlerine yerleştirdiği patlayıcıların sesini hissetti. Uzun süredir üzerinde çalıştığı ve özenle kurguladığı her bir katliam sahnesinde, patlayıcının yakınına yerleştirdiği dolar çuvallarına, havadan o sırada geçmekte olan kırlangıç sürüleri eşlik ediyor; araya giren kopmuş el ve bacak yığınına, kanlı “IN GOD WE TRUST” yazılı yeşil banknotlar karışıyor; yere yağan kırlangıç parçaları, kanat ve tüylerle gri bir yağmur oluşturuyordu. Tesadüfen hayatta kalan insanlar birbirlerini ezerek, kırlangıç yağmuru altında saçılan kanlı dolarları toplamaya çalışırken, kimse gökten düşen kırlangıç-insan uzuvlarını, göz bebeklerini, dağılmış çeneleri, birbirine karışmış bağırsakları, sicim gibi yağan dişleri, lime lime etleri dert etmiyordu.

Kulli serinkanlılıkla, olan biteni sinir uçlarında seyrederken, fütursuzca cebinden nane sakızını çıkartıp çiğnemeye başladı. Flüt ve piyanonun sesi yükseldi yükseldi havayı kapladı ve gökyüzü maviden griye döndü.

“Nihayet,” dedi Kulli, “Şimdi oldu.” Tam gemiye adım atarken, perdeli ayaklarının dibine, küçük bir kol düştü, minik avucunun içinde metal bir kozalak. Kulli gülümsedi. Kozalağı aldı, uzaklarda yarattığı bu güzel tablonun her bir parçasını içine çekerek, gözlerinin ardındaki boşluğa son bir kez baktı. Çantasından, poşetteki beynini çıkarttı, kıvrımlarını sevgiyle okşadı ve yerine taktı. “Au revoir Türkiye, So long,” diye bağırdı ve bir daha dönmemek üzere ülkeyi terk etti. Evrimini tamamlamıştı Kulli, artık hurdadan bir canavara dönüşmüştü…

Müge Koçak

Uzun zamandır yazıyor, yazmaya çalışıyor, devam etmeye çalışıyor. Zaman değişiyor, dengeler değişiyor, hayat değişiyor, yazı kalıyor, o hala yazıyor. Deneme, yanılma, oradan, buradan, şuradan. Bir gün - büyüdüğünde - yazı projelerini gerçekleştirmeyi umuyor. Ziyaretçi sayısı parmakların sayısını geçmeyen iki blogu var. Bu kadar yazan, çizen, onca tanınmış, tanınmamış insan arasında kendisine nasıl bir pay düşer bilmiyor, çok da umursamıyor. Ne önemi var ki! Altı üstü hep birlikte eğleniyoruz canım..

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Sonunu merakla bekledim.Okumayı sevdiğim bir tarz bu.Yazar ne diyecekse söylüyor. Kaleminize sağlık.

  2. Merhabalar, öykünüzü okudum.

    Öykünün gidişatında önemli olduğu için bu cümleden başlayalım. Kulli 300 yıl önce yaratılıyor, Türkiye’ye gönderilişi ne zaman? Bu cümleden, yaratılışının üzerinden fazla bir süre geçmeden Türkiye’ye gönderildiği anlamını çıkarıyoruz. Bu çıkarım da öykünün devamını etkiliyor. “300 yıl önce hurdalık var mıydı?” sorusunu akla getiriyor. Net bir bilgiye sahip olmadığım için bizzat size sorayım dedim. Çünkü devam eden cümlelerde de Kulli’nin Osmanlı döneminde ülkeye indiğini okuyoruz.

    Kulli’yi farklı yorumlamak mümkün, bu yorumlamaya açık yazılmış olması beni mutlu etti. Ancak bir itirazım var. Paragrafın devamında Kulli, demir/metal (belki teknolojik gelişme de diyebiliriz) benzerliği bir özdeşleşmeye varıyor. Ilk okuduğumda Kulli’nin aslında demir elementi olduğunu düşündüm ki birkaç okumanın ardından bunu amaçlamadığınıza kanaat getirdim. Kulli’nin ne olduğunun açıkça söylenmemesi gayet güzel; ancak metinde, okura ister istemez yol gösteren cümleler yer alıyor. Bu, bir noktada kafa karıştırıcı.

    Tatta kelimesi yerine daha iyi bir tercih olabilir. Cümleyi boğuyor.

    Parçacık kelimesinden de emin olamadım.

    Bu cümleden sonra gelen listeleme fikrini çok beğendim. Borges ve Eco’nun sevdiği bir fikri, öyküyü, sona taşımak için çok güzel kullanmışsınız.

    Kulli’yle alakalı izlenimimizi değiştirecek bir cümle, tam yerinde ve çok iyi düşünülmüş. Ä°nsanlaştığını söyleyen karakterimizin öykünün sonundaki eylemine anlam katıyor.

    Sanırım “ayrılma” olacak.

    Öykünün sonunda Kulli’yi ince beğenileri olan bir insan gibi tasvir etmeniz sondaki eylemini daha da vurucu hale getiriyor. Sadece, belki

    Kısmı olmasa da olurdu. Evrimini tamamladığını öğrenmemiz yeterli bence, çünkü öykünün tamamında Kulli’nin ne olduğuna dair net bir şey söyleyemiyoruz.

    Sonuç olarak iyi yazılmış, keyifli bir öykü olmuş. Tebrik ederim.

  3. @Eser_Avci okuduğunuz ve yorumladığınız için çok teşekkürler.

    @DentArthurDent, zaman ayırıp bu kadar detaylı ve yerinde inceleme yaptığınız ve bunu benimle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.

    Benim de bu öyküyü yazarken düşündüğüm noktalara temas etmişsiniz, bu çok sevindirdi beni.

    Öncelikle yaratılıştan bahsedeyim. Amaçladığım, Kulli ve onun gibi diğerlerinin yaratılış amacının çeşitli gezegenlere gönderilip bilgi toplamasıydı. Dolayısıyla evet Kulli de 300 yıl önce bu amaçla yaratıldı ve hemen daha dala kadarken gönderildi buraya. Ve aynı soruyu ben de kendime sordum, Osmanlı zamanında hurdalık var mıydı diye. Araştırırken, Selçuk Üniversitesinde yapılmış bir araştırma gözüme takıldı, Ortaçağ’da Hurda Demir Kullanımı. O belgede Osmanlı döneminden günümüze ulaşmış bazı inşaat kayıtlarında, hurda demirin kullanımının öneminden bahsediyordu. Ben de, düz bir mantık yürüterek hurda demir varsa bir biçimde bunları sakladıkları bir hurdalık da vardır diye düşündüm :slight_smile:

    Kulli aslında hiçbir şey, indiğinde temas ettiği şey neyse onunla gelişmeye devam ediyor. Değişken diyebiliriz belki. Devasa demir yığınlarına dönüşüp insanın ona taptığını görünce, insana dönüşmeye karar veriyor ki daha çok bilgi toplasın.

    Kadının metalik tatta olmasını, ağızda bıraktığı acı hissi düşünerek yazmıştım, üzerinde tekrar düşüneyim :slight_smile:

    Parçacık yerine partikül demiştim önce. Ama değiştirdim, belki tekrar değiştiririm.

    Ve son olarak "ayrışma"yı özellikle kullandım. Sözlük şöyle diyordu ve benim istediğim tanımlama da buydu: “Moleküllerin, türlü etkenlerle geçici olarak daha yalın atom ve moleküllere bölünmesi”

    Yanıtım biraz uzun oldu :slight_smile:
    Bana verdiğiniz geri bildirimler için çok teşekkür ederim.

  4. Merhaba,

    Ben Kulli’nin hikayesi ile fazla ilgilenmedim açıkçası. Parçanın ana fikri ve teması beni son derece sardı bu sebeple de sonunun nasıl geldiğini anlamadan bitti. Bunu iyi yönde söylüyorum.

    Biz insanlar zorunu kalmadıkça bilge, sorumluluk sahibi ve paylaşımcı olamıyoruz galiba. Bu çok acı ama değişmeyecek. Belki bu grilik tüm yaratılışta var olan bir özellik. Beyaz ya da siyah değil de grinin tonları olmaya çalışmak açık gri olmaya çalışmak önemli belki de.

    İsim vermeden ufak bir sataşma yapayım :stuck_out_tongue_winking_eye: bence metinleri çok tutarlı bir mantık silsilesi içinde değerlendirmemek lazım. Her eser realist, tutarlı veya bir dayanağa sahip olmak durumunda değil diye düşünüyorum. Yazarın geniş bir hareket sahası olmalı ve bazen fizik kurallarının dışına çıkabilmeli. Kelimelerini cümlelerini istediği gibi seçebilmeli diye düşünüyorum.

    Bu vesileyle dilin kullanımını da son derece beğendiğimi de söylemeliyim.

    Gelecek seçkilerde görüşmek dileğiyle…

  5. Sanırım kafama ufak bir taş geldi :sweat_smile:

    Aksine, tam olarak bu yapılmalı. Ancak bu, sizin düşündüğünüz gibi eserin realist olmasını istemek değil. Metnin kendi iç tutarlılığını arıyorum. Yazarın, geniş hareket sahası her zaman vardır. Bu saha içerisinde metni kurduğu mantığını ortaya çıkarmaya çalışmak, yapılabilecek bir eleştiri tarzı. Ben de kimi öykülerde bu tarzı kullanmayı tercih ediyorum.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

10 cevap daha var.

Yorum Yapanlar

Avatar for gayekcelik Avatar for merveriii Avatar for MuratBarisSari Avatar for DentArthurDent Avatar for Muge_Kocak Avatar for ulu.kasvet Avatar for Eser_Avci Avatar for Haluk_Cevik Avatar for Nurdan_Atay