Öykü

Karanlığa Veda

Ağrı Dağı’nın batısında bulunan Sinek Yaylası’na inen küçük uçan daire Ankara’yı ayağa kaldırmıştı. Ay ile Dünya arasında birdenbire beliren, atmosfere girer girmez yavaşlamaya başlayan ve sanki nereye gittiğini biliyormuşçasına manevra yaparak yaylanın genişçe bir düzlüğüne usulca konan bu uçan daire için endişelenmek, hiç de abartılı bir tutum sayılmazdı. Bölgeye yönlendirilen ilk askeri ekibin raporları, kaygıları iyice arttırmıştı. Artık yetkililer en azından uğraştıkları şeyin olağan bir ziyaretçi olmadığını ve bu sorunu çözmek için yerel jandarmanın yetersiz kalacağını biliyorlardı. Ankara aceleciydi çünkü diğer birçok ülkenin de aynı vakayla uğraştığı kısa zamanda duyulmuştu.

İçinde nükleer enerji uzmanı Işıl’ın ve astrofizik hocası Ziya’nın da bulunduğu, istihbaratçılardan oluşan bir ekip o gece Ankara’dan Doğubayazıt’a vardı ve bölgeyi iyi bilen Yüzbaşı Kerem’le askeri bir tesiste buluştu. Plan basitti. Aldıkları emirlere göre, öncelikle bu nesnenin tam olarak ne olduğunu tespit edecek ve bölgedeki meraklı gözleri uzak tutmak için önlemler alacaklardı. Elbette Işıl’ı bu planın ilk aşaması ilgilendiriyordu. Gecenin köründe kapısına dayanan istihbarat yetkilileri onu ölesiye korkutmuştu.Epeyce söylendikten sonra, Ziya Hoca’yla telefonda görüşüp sakinlemiş ve ekibe katılmıştı.

* * *

Işıl, Ziya ve üç istihbaratçı o sevimsiz odaya girdi. Ekibe liderlik edecek olan Yüzbaşı Kerem aceleyle elindeki dosyaları masaya oturan ekibe dağıttı. Yüzbaşı hızla konuşurken Işıl bir yandan onu dinliyor, bir yandan da her tarafında ‘Çok Gizli’ damgası basılı kâğıtları tarıyordu. Onun kaygılı hali Ziya’nın gözünden kaçmamıştı. Işıl’ın adeta nefesi kesilmişti.Birden konuşmalar anlamını yitirmişti.Yüzbaşı Kerem’in sözünü kesmeden edemedi. Sanki susmaya devam etse kendi sessizliğinde boğulacaktı.

“Özür dilerim. Bu nesnenin bir tür küre olduğunu ve içinde yassı bir taşın havada süzüldüğünü söylüyorsunuz, doğru mu? Uçan daire değil mi?”

Kerem sabırsızdı. “Evet, doğru. Ayrıca indiği noktada yaklaşık üç yüz metre karelik bir alana büyük bir basınç uygulamış. Toprak, kaya, ne varsa, sanki görünmez bir küreyle ezilmiş durumda. Belki de… Belki de bizi küçük bir küre değil, görünmez bir gemi bekliyordur.”

“Yani varsa da uçan daireyi göremiyorsunuz. Üç yüz metrelik alanda radyoaktif iz var mı?”

“Hayır, yok.Fakat sıfır noktasını ölçemiyoruz. Bu da sizin neden ekipte olduğunuzu açıklıyor.”

Ziya söze girdi. “Göze görünmeyen bir gemi olduğuna dair tarama yaptınız mı? Kızıl ötesi, termal, ultraviyole, gama?”

“Yerdeki daire biçimindeki ezilmiş alan dışında hiçbir ipucu yok. Tüm görüntüleme yöntemlerini denedik.”

Işıl ısrarcıydı. “Manyetik iz var mı?”

“Evet. Aletler bu alana yaklaşınca bozuluyor.”

“Fakat küçük mavi küreyi uzaktan izleyebiliyorsunuz, doğru mu?”

Yüzbaşı Kerem ellerini masaya koydu, ayağa kalktı ve donuk bir ifadeyle “Bence artık yola çıkabiliriz. Hava aydınlandı,” diyerek yanında put gibi duran askere emretti. “Helikopteri hazırlasınlar. On dakika.”

* * *

Işıl otuzlarında, kumral ve boylu bir kadındı. Yüzünde kırılgan, mahcup bir ifade vardı; belki yalnızlıktan belki yalnız kalmasına sebep kırılganlığından. Ziya ise ellilerinde, ömrünü üniversitede geçirmiş, heyecanlı bir akademisyendi. Onlara eşlik eden üç istihbaratçı, sessiz ve nazikti. Helikoptere doluşan askerlerin hepsinin profesyonel olduğu belliydi. Yüzbaşı Kerem de dâhil, tüm askerler savaşa gidiyormuşçasına tepeden tırnağa türlü askeri donanımlarla kuşanmıştı. Ellerinde uzun namlulu makineli tüfekler vardı.

Gürültülü yolculuk nihayet bitiyordu. Helikopter boşluğun ortasında bir noktaya inmeye koyulduğunda, Işıl nabzını boynunda hissedebiliyordu. Oldukça sarsıntılı bir iniş yaptılar. Yüzbaşı Kerem’in talimatıyla aşağı inen askerler, büyük bir düzen içinde Işıl’ın ve Ziya’nın Ankara’dan getirdiği ölçüm cihazlarını helikopterden indirmeye koyuldu. Kısa bir süre bekledikten sonra Işıl derin bir soluk aldı ve helikopterin gürültüsünden ürkerek aşağı indi. Bir anlığına öfkeyle dönen pervanelerin basıncıyla uçup gideceğini düşündü.Bir süre ekibin peşi sıra yürüdükten sonra arkasını dönüp baktığında, iki askerin iri bir kamerayı helikopterin önüne kurduğunu gördü. Etrafta olağan üstü hiçbir şey yoktu; yemyeşil, hafifçe aşağı doğru süzülen bir bayır, serin bir rüzgâr ve fantastik bir romandan yaşamın sıradanlığına düşmüşçesine yükselen, başı dumanlı Ağrı Dağı; gördüğü bunlardı.

En önde yürüyen Yüzbaşı Kerem’e yaklaştı. “Yolumuz uzun mu?”

“Yirmi dakika kadar yürüyeceğiz.”

“Sanırım oraya helikopterle inemiyoruz.”

“Aslında inebilirdik, fakat kürenin yakınında elektronik aletler çalışmıyor. Telefonlar, telsizler… Bu yüzden güvenli alan olarak belirlediğimiz üç kilometrelik çemberin dışına indik.”

Cebinden telefonunu çıkaran Işıl, ekranı yokladı. Bulanık renklerle dalgalanan ekran, Kerem’i haklı çıkarıyordu. Işıl, Sinek Yaylası kırsalında, iyice yükselen sonbahar güneşinin altında, adeta başka bir gezegene gelmiş gibi merak ve biraz da korkuyla ekibi takip etmeye koyuldu.

* * *

Uzak bir mesafeden ölçümler yaptıktan sonra sıfır noktasına varmışlardı. Ne radyoaktif serpinti vardı ne de bu mavi beyaz ışıldayan küçük elektrik küresinin varlığına dair başka bir fiziksel, kimyasal iz bulabilmişlerdi. Onca yol boyunca taşıdıkları koruyucu kıyafetlere gerek kalmamıştı. Gözle tespit edilebilen tek şey genişçe bir alana yayılan daire biçimindeki düzenli çöküntü ve yarım metre çapındaki kürenin etrafında büyümeye başlayan çiçeklerdi. Bu garip küre etrafındaki doğayı çıldırtmıştı. Biraz daha yaklaştıktan sonra, irili ufaklı binlerce böceğin de bu kürenin büyüsüne kapılıp etrafta gezindiğini gördüler. Bitkiler daha hızla mı büyüyordu yoksa bu alanda zaman farklı mı işliyordu? Karmaşık fikirlerle dolan Işıl’ın aklı karmakarışıktı.

Kuş sürülerinin üzerinde döndüğünü, temiz yüzlü genç bir er dışında hiçbiri fark etmemişti.O da bu kâbusun bitmesi için dua ederken tüfeğini sıkı sıkı tutmuş, olanları izliyordu. Işıl’ın görmeyi beklediği şey ise kocaman, silindir biçiminde, metalik ve bolca ışık saçan bir uçan daireydi. Önündeki manzara ise bundan oldukça uzaktı. Gülümsedi. Aklındaki uçan daire şeklinin tamamen çocuksu bir hayal olduğunu fark etmişti. Gördüğü nesneyi karşılaştırabileceği hiçbir somut kıstas yoktu. Tek bildiği dünya dışı, küçükçe bir ışıktan küreye baktığıydı.

Ziya ise alabildiğine ürkmüştü, fakat her astrofizikçinin hayali olabilecek bu şeyden de uzak duramazdı. Getirdiği cihazların hiçbiri çalışmıyordu. Aklına iyi bir fikir gelmiş gibi birden irkildi ve telaşlandı. Çantasından çıkardığı metal tutacı kaygılı bir edayla eline aldı, kürenin etrafını saran ekibin meraklı bakışları altında yere düşercesine oturdu. Dikkatle bakınca kürenin merkezindeki o nesneyi gördü. Kerem’in anlattığı, aslında bir türlü anlatamadığı o nesne önündeydi.Bu parıltılı kürenin içinde havada asılı duran beyaz, yassı bir taş vardı. Ziya bir süre küreyi ve taşı izledi. Maviye çalan ve ince ince dalgalanan şeffaf kürenin içinde yanıp sönen, küçük, çok küçük sarı ışık taneleri vardı. Ağzı açık kalan Ziya büyülenmişti. Derin bir nefes aldı ve toparlandı. Büyük bir dikkatle tutacı küreye yaklaştırdı, dönüp Işıl’a baktı ve onun da başıyla onay vermesiyle tutacı kürenin içine yavaşça soktu.Mavi kürenin ışığı göz bebeklerinde parlıyordu. Tutacı, ağır ağır havada asılı duran yassı taşa yönlendirdi ve parmağıyla tutacın düğmesine basarak, ucundaki kıskacı açtı. Tutacın kürenin içindeki bölümü giderek silikleşiyor ve gözden kayboluyordu. Taşı kolayca yakaladı, fakat ne yaparsa yapsın taşı yerinden sökemiyordu. Tutacı çaresizce geri çekti.

“Bu da nedir?” diye feryat eden Ziya, onu izleyen herkesi ürküttü.

Tutacın küreye giren kısmı paslanmış, eskimiş ve kullanılmaz hale gelmişti. Işıl dizlerinin üzerine çöktü ve merakla tutacın çürüyen uç kısmını inceledi.

“Çeliğin bu hale gelmesi için ne olması gerekir hocam?”

Ziya derin bir soluk aldı. “On binlerce yıl boyunca nemli bir yerde kalması gerekir.”

“Doğru,” diyen Işıl’ın gözleri parlıyordu.

“Kürenin içindeki zaman akışıyla dışarıdaki farklı olabilir! Elbette bu sadece bir varsayım,” diyen Ziya, çocuksu bir ifadeyle Kerem’e baktı.

Oldukça iri bir yaban çiçeğini koparan Işıl, küreye yöneldi ve çiçeği kürenin saydam çehresine nazikçe dokundurdu. Kürede narin bir dalgalanma oluverdi. Sonra çiçeğin ucunu yavaşça küreye soktu ve biraz bekledikten sonra çıkardı; çiçek sapasağlamdı. Ziya’nın varsayımı çökmüştü veya bu zaman farklılığı biyolojik nesneler için geçerli değildi. Eldivenlerini çıkarmasına gerek olmadığını düşünen Işıl, sol elini yavaşça kürenin içine soktu ve çiçeğin sapıyla yassı taşa özenle dokundu.

“Yapma,” diye geveledi Kerem.

Kerem’in yanındaki toy asker istemeyerek bir adım geri atmıştı.

Taş birden toza dönüşerek Işıl’ın ellerini ve kolunu sarmaya başladı. Korkması gerekirken yüreği sevinçle dolan Işıl, tozların tüm vücudunu incecik bir katmanla sardığını hissedebiliyordu. Yüreğinin derinlerinde sevgi dolu bir ses duydu. Nazikçe fısıldayan bu ses, durup dururken ona yıllar önce ölen kardeşini anımsatmıştı.

Hoş geldin, yuvana hoş geldin. Seni sevgiyle selamlıyoruz.

Bu saf sevgiden ibaret olan sesi saatlerce dinleyebilirdi. Gözlerinden akan bir damla yaşı sildi ve kendine geldi. Elini küreden çıkardı, çiçeğe baktı. Çiçek ve eli sapasağlamdı, fakat eldiveni ve montunun kürenin içine giren kısmı çürümüştü. Montuna dokunduğu an, kumaşın yanmış kâğıt katmanları gibi toza dönüştüğünü gördü. Başını çevirip ekiptekilerle konuşacaktı ki, birden neye uğradığını şaşırdı. Hava kararmıştı, kar yağıyordu ve etrafta kimseler yoktu.Ayağa kalktı, bir iki adım attı ve birden onu gördü. Mutlak ışıktan bir bedene sahipti ve hemen önündeki tepeden Işıl’a bakıyordu. Elini uzattı ve Işıl’ı yanına çağırdı. Korkmak veya endişe etmek bir yana; Işıl, o eterik bedenli adama doğru yürürken hayatında ilk kez katıksız sevgiyle dolu, bütün ve huzurlu hissediyordu. Yüreğini saran tüm dikenli teller o ferah anda çiçekler açmıştı.

* * *

Gözlerini hızla açtı. Bıçak gibi bir soluk dudaklarını ince bir inlemeyle yardı.Küçük ve penceresiz bir odada yatıyordu. Ok gibi yerinden doğruldu ve kapıya yöneldi. Kapı açıktı. Koridor boyunca yürüdü ve ardından insan sesleri gelen kapıya yöneldi. O daha kapıya varmadan, biri kapıyı açıverdi. Heyecanla Işıl’ın yüzüne bakan bu adamı tanıyordu, fakat nereden? Ziya da içerideydi, fakat iki tanıdık simada da anlamlandıramadığı bir tuhaflık vardı. Işıl odaya girip ona şaşkınlıkla bakan bu iki adamı dikkatle süzdü. Ziya yaşlanmıştı.Işıl üzerinde beyaz bir hasta kıyafeti olduğunu fark ettiğinde utandı ve oturdu.

“Yoksa bu adam…” diye geçirdi içinden. “Kerem? Yüzbaşı Kerem?”

“Seni tekrar görmek ne büyük bir mutluluk,” diyen Kerem, içeri koşan askere “Ankara’ya bildirin, elçi sıfır noktasına döndü,” dedi.

Elçi mi? Işıl’ın kafası karışmıştı. Daha birkaç dakika önce o mavi küreye elini sokmuş, sonra onu çağıran ışıltılı varlığa doğru yürümüştü. Şimdi de Kerem ve Ziya’nın yanındaydı fakat onlar yaşlanmıştı.

“Lütfen bana hemen ne olduğunu anlatır mısınız? Orada…Size, size ne oldu?”

Ziya dönüp Kerem’e baktı. Beyaz sakallarıyla tonton bir dedeye dönmüş olan Ziya, oldukça kilo almıştı.Saçları epeyce seyrelmiş olan Kerem ise durumu fazlasıyla gerçek üstü kılıyordu. Her ikisinin de susması, bardaktan taşan son damla oldu.

“Hocam? Neler oluyor? Siz… İyi misiniz?”

“Kerem?” diyen Ziya’nın gözlerinde sevinç vardı.

“O gün… Sen elini küreye sokunca, şey…O gün…”

“Evet?”

Kerem heyecanlanmış görünüyordu. “Ankara’dan bir heyet gelecek. Önce psikiyatrlar ve doktorlar…”

“Her ne olduysa bana anlatın lütfen. Lütfen! Hocam?”

Ziya derin bir nefes aldı ve Işıl’ın önüne oturdu. “Pekâlâ, öyle olsun. Elini küreye sokunca birden yok oldun. Küçük bir flaş patlaması ve gittin! Küre yerindeydi, fakat taş da seninle birlikte yok oldu. Derken, şey, aslında biz hepimiz o geminin içindeymişiz! Hepimiz! O uçan daire gidince…” Soluk soluğa konuşan Ziya heyecanını bastırmak için sustu. Başını kaldırıp Işıl’ın gözlerine baktı. “Hepimiz seni götüren o uçan dairenin içindeymişiz Işıl! Sonra biz bu binayı inşa ettik. Kürenin bulunduğu konumdayız, küreyi gizlemek ve araştırma yapmak için… Yoktun, yıllardır yoktun.”

“Ne? Yok muydum?Yıllardır yoktun da ne demek? Daha az önce elimi o…”

Kerem şaşırmıştı. “Hiçbir şey hatırlamıyor musun?”

Gözleri dolan Işıl çaresizce başını salladı.

Ziya ölümcül bir sır verir gibi fısıldadı. “Dokuz sene, altı ay ve on altı gündür yoktun Işıl. Tam olarak bu kadar oldu. Ve dün küre yine hareketlendi, iyice mavileşti ve ışıldadı.Durup dururken! Bodruma koştuk, küreye… Küre büyüdükçe büyüdü ve sonra, eski biçimine kadar küçüldüğünde sen yerde uzanıyordun. Bir gün bile yaşlanmamıştın.Aynı kıyafetlerle… Hatta elindeki çiçek bile duruyordu,” diyerek masadaki çiçeği gösterdi. Işıl’ın kürenin içine soktuğu yaban çiçeği masadaydı.Ziya doğruldu, eline küçük bir kumanda aldı ve duvardaki ekranı açtı.

Kumandanın birkaç tuşuna bastıktan sonra o dosyayı buldu. Helikopterin önüne kurulan kameranın çektiği görüntüler Işıl’ı şoke etmişti. Ayağa kalkan Işıl, içgüdüsel bir tutumla ekrana doğru yürüdü. Birkaç dakika önce elini soktuğu küreyi, etrafındaki askerleri net bir biçimde görebiliyordu. Elini küreye soktuğu an güçlü bir flaş patlaması oldu ve Işıl birden gözden kayboldu.Ekranın önünde kalbinden bıçaklanmış gibi sendeledi.

* * *

Işıl daha ilk şoku atlatmadan, saatler içinde üsse gelen heyet onu amansız bir sorguya almıştı. Somurtkan bürokratlar ve askerler Işıl’ı bunaltıyordu.Ona sürekli nereye gittiğini, neler yaptığını soruyorlardı. Kimseye verebileceği akla yatkın bir yanıtı yoktu. Işıl’ın sorularını ise yanıtlamıyorlardı.

Bir general Işıl’ın yüzüne bakmadan önündeki evrakları karıştırarak soğuk bir ifadeyle konuşuyordu. Hiç susmayacak gibiydi. “İnanması mümkün değil. Kurmay bir yüzbaşı komutasındaki askeri takım ve sizler tam üç yüz metre çapında bir uçan dairenin içine girdiğinizi bile fark etmiyorsunuz. Sonra bu uzay gemisi sizi alıp götürüyor ama diğerlerinin ayakları yerden bile kesilmiyor. Buraya kadarını bizim bilimsel birikimimizin ötesinde bir teknoloji diyerek geçelim. Fakat siz dokuz yıl, altı ay ve on gün boyunca sizi götürenlerin yanındaydınız. Sizin gibi birçok insan da böyle; diğer ülkeleri kastediyorum. Sonra birkaç saat önce geri dönüyorsunuz, mavi küreden çıkıveriyorsunuz ve hiçbir şey hatırlamıyorsunuz.”

“Ben bu sabah buraya Ankara’dan geldim. Işıktan, mavi bir küreye elimi soktum ve sonra, sonra önünüzdeyim. Bana dokuz yıl geçtiğini söylüyorsunuz.”

“Vereceğiniz bilgiler önümüzdeki tehditleri bertaraf etmek için bize yol gösterecektir. Gerçekten hiçbir şey hatırlamıyor olduğunuza nasıl ikna olabiliriz?”

“Sizi ikna etmek gibi bir kaygım yok. Sadece anlamaya çalışıyorum. Dün gece askerler kapımı çaldı, Ankara’dan apar topar Ağrı’ya geldik, o mavi küreye elimi soktum ve şimdi sizler beni suç işlemişim gibi…” Işıl birden sustu, gözlerini kapadı ve sağ elini anlına götürerek sakinleşmeye çalıştı.

Işıl dik kafalılığından dolayı sert bir fırça yiyecekti ki kapı çalıverdi. Odaya baş selamı vererek giren Kerem, muayene saati geldiğini söyleyerek onu bir süreliğine de olsa bu korkutucu sorgudan kurtarmasa,Işıl muhtemelen sinir krizi geçirecekti.

Işıl koridorda Kerem’in yanında koşar adım yürürken öfkesini bastıramamıştı. “Ne muayenesi? Ben iyiyim. Bu acele neden? Ne oluyor?”

“Yok, öyle bir şey! Çabuk, Ziya Hoca aşağıda. Küre yine hareketlendi!Dokuz senedir beklediğimiz tüm mucizeler son dokuz saatte gerçekleşiyor!”

“Benden ne istiyorsunuz?” diyen Işıl, koridorda Kerem’in ardı sıra koşturuyordu.

“Sen söyle. Taş hâlâ sende.”

“Nasıl yani?”

“O taş tüm tenini kaplıyor! Bunu şimdilik gizli tutmalıyız.Haydi. Şu işi bitirelim.”

“Kaplıyor mu?” diyen Işıl, ellerine ve kollarına baktı. Olağan dışı hiçbir şey göremiyordu.

Tek solukta Ziya’nın yanına vardılar. Karakol binasının bodrumunda bulunan saydam mavi küre, Işıl’ın açısından birkaç saat öncesi gibi, olduğu yerinde duruyordu. Bodrumun zemini yemyeşildi; sık çimenlerin arasından taşan çiçekler ve süslü sarmaşıklar dört bir yandaydı. Dar merdivenleri merakla inen Işıl küreyi görür görmez, içinde sevgi dolu kıpırtılar duymaya başladı. Sanki doğduğu ve büyüdüğü eve gelmişti, fakat yine hiçbir şey hatırlamıyordu. Ziya, birkaç metre gerideki cam bölmeden küreyi izliyordu. Hoparlörden seslendi:

“Geçit tekrar açılıyor. Kerem, gözlem odasına gelir misin?Işıl, sen küreye yaklaş lütfen. Kayıttayız.”

“Kayıt mı?”

“Evet. Artık bu mesafeden de kayıt alabiliyoruz,” diyen Kerem koşarak gözlem odasına girdi.

Işıl küreyle baş başa kalmıştı.“Siz ne yaptığınızı biliyor musunuz?”

Ziya’nın sesi umut vericiydi. “Dokuz yıl önce tam üç yüz altmış bir gemi aynı anda gezegenimize indi ve geçitleri olmaları gereken noktalara bıraktı. O gün Dünya’nın farklı yerlerine üç yüz altmış bir insan bu küreler, yani geçitlerden geçerek Leshrinlerin baş gezegeni Leum Lana’ya gitti. Bizim açımızdan Dokuz sene, altı ay, on altı gün ve on yedi saat süren ziyaretiniz sizler için tam tamına otuz sekiz yıl sürdü. Elbette Dünya zamanıyla!” diyerek gülümsedi.

Kulağı Ziya’da olan Işıl mavi küreye büyülenmiş gibi bakıyordu.

Ziya daha da heyecanlanmıştı. “Leshrinler eğitiminizi tamamladıktan sonra bir Rulqur, yani meclis kurmanızı istedi. Elçi olacak insanların Leum Lana gezegeninde kurduğu meclisin başkanı olarak sen seçildin. Şimdi görevini yapmanı istiyorlar. Haydi, küreye yaklaş.”

Dizlerinin üzerine çöken Işıl “Görev mi?” derken, gözlerini küreden ayıramıyordu.

“Sen elçisin, Işıl. Yüzlerce elçi çoktan geri döndü ve hepsi seni bekliyor. Şimdi sıra sende.”

“Bunları nereden biliyorsunuz?”

“Biz senin şahitleriniz Işıl, ben ve Kerem. Her kürenin bir elçisi ve iki şahidi olur. Son dokuz yıl, altı ay, on altı gündür seni rüyalarımızda görüyoruz. Bizimle konuşuyorsun. Gezdiğin yüzlerce gezegeni bize anlattın. Hatta bize ortak Himerill dilini bile öğrettin. Rithmae’in hurasuhlir. (Bırak küre sana anımsatsın.)”

Işıl elini küreye dokundurduğu an, yüreğinin derinlerinde yükselen o kıyısız okyanus, tüm bilincini sardı ve Işıl’ı yükseklere, her şeyi görüp anlayabildiği farkındalık merdiveninin o en üst basamağına çıkarıverdi. Vücudundaki tatlı karıncalanmayı hissedince, küreye soktuğu sol elini açtı ve yassı taşın elinde yavaş yavaş tekrar oluşmasını izledi. Ayağa kalktı ve gözlem odasındaki arkadaşlarına baktı. Küre yerden yükseldi, Işıl’ın baş hizasında durdu ve ağır ağır küçülmeye başladı. Küçüldükçe ışığı güçleniyor ve daha hızlı titreşerek ince bir tınlama sesi çıkarıyordu. Ufacık bir bilye kadar küçülüp iyice yoğunlaştığında, Işıl küreyi eline aldı ve alnına götürdü. Masmavi, efsunlu küre alnına değer değmez Işıl’ın tüm vücudunu saran beyaz bir ışık belirdi. Bir melek gibi parıldıyordu. Üzerindeki sıradan kıyafetler gitmiş, yerine tek parça uzun, beyaz bir elbise gelmişti. Güçlü bir rüzgâra tutulmuş gibi saçları dalgalanıyor, teni küçük elmas parçalarıyla bezenmişçesine parıltılar saçıyordu.

Gözlerini açtı ve odada onu büyülenmiş gibi izleyen Kerem ve Ziya’ya baktı. “Leum Gindehin Meclisi’ni temsilen karşınızda bulunuyorum. Dünya için galaktik bütünleşme vakti geldi. İnsanoğlunu temsil etme yetkisine sahip bir meclis kurabildiğinizde, sizi ziyarete geleceğiz; yarın veya yüz yıl sonra. Elçi size hazırlık aşamasını öğretecektir. O güne değin, hoşça kalın,” diyen Işıl, birden güçlü bir ışık patlamasıyla irkildi ve yere yığıldı.

Ziya ve Kerem can havliyle yanına koştu. Birkaç saniye süren baygınlıktan sonra nispeten kendine geldi. Kerem ve Ziya yere çullandı. Ziya Işıl’ı yerden kaldırmak istedi fakat Kerem’in müdahalesiyle vazgeçti. Gözlerini zoraki açan Işıl’ın yüzünde acı ve huzur iç içe geçmişti. Kerem ona olanları tek solukta anlattı.

“Dünya Meclisi mi?” derken gözleri kapalıydı. Işıl kendine bir türlü gelemiyordu.

Kerem gülümsedi. “2029 yılındayız Işıl. Bu meclisin kurulmadığını nereden biliyorsun?Onlarla tanışacağız, sonunda!Tek eksiğimiz baş elçimizdi!”

“Nasıl?”

“Artık küreyle birleşmiş bir elçimiz var.”

“Baş elçi benim,” diyen Işıl yarı baygın halde geveliyordu.

“Sensin Işıl, sen!”

Işıl dönüp kürenin önceden bulunduğu boş zemine baktı.Usulca gözlerini yumdu ve başını zemine koydu. Ağır ağır anımsıyordu. Eterik bedenli adamın onu Dünya yörüngesindeki uçan daireye götürmesini, onlarla tanışmasını, Dünya’dan seçilen diğer elçilerle birlikte evrene dair öğrendiği her şeyi bir bir hatırladı. Leum Lana gezegeninde otuz sekiz yıl süren yaşamı narin kar taneleri gibi zihnine ve yüreğine yağıyordu. Diğer yandan zihni gök adamızdaki milyarlarca varlığın bilinciyle eşleşiyordu. O kozmik ağa bağlanırken yalnızlığın, korkunun ve mutsuzluğun kırıntıları yok oluyor, yüreğinin her yanını dost seslerin cıvıltıları kaplıyordu. Artık benliği; Işıl olarak tanıdığı ve tanıttığı kimliği, farkındalık penceresinden aşağı doğru süzülen ve aydınlığın sıcaklığıyla buharlaşan küçük bir su damlası gibiydi. Tek bir kişi olamayacak kadar geniş ve berrak bir ufka varmıştı. Var olmak tarifsiz bir mucizeydi; yüreğinde sayısız bilincin yankılarını hissetmek yüreğini sonsuz bir şefkat duygusuyla dolduruyordu. Artık yalnız değildi ve korkmuyordu.

Gözlerini açtı. Yüzünde zeminin soğuk varlığını hissetti ve dudaklarında küçük bir gülümseme belirdi. Ziya ve Kerem gözlerinde parıldayan yaşlarla onu izliyordu; sevgi dolu bakışları yüzlerine vuran ışıkla daha da büyüyordu. Işıl yerden huzur ve inançla doğrulurken insanlığın yeni günü başlamak üzereydi. Gerçeği bilme lüksü beraberinde onu anlatma zorunluluğunu da getiriyordu. Nasıl yapacağını bilmiyordu fakat korkuyu ve tereddüt etmeyi geride bıraktığını biliyordu. Işıl’ın henüz bilmediği ise; korkusuz bir yüreğin yaşamı değiştirebilme gücüydü.

Öne Çıkan Yorumlar

  1. Selam,

    Öncelikle kaleminize sağlık. Güzel bir fikriniz ve akıcı bir diliniz olmasına rağmen işleyişte bazı sıkıntılar var. Bu Hollywood bilimkurgu filmlerinden baya esinlenmişsiniz, burada bir sıkıntı yok. Mesele konuşma dillerinden esinlenmeniz. Bu durum inandırıcılığa aşırı bir zarar vermiş. Örneğin;

    Bu hiç normal bir tepki değil mesela. Size doğal geliyor mu? Ama ardından gelen bu cümle daha inandırıcı.

    Başka örnekler:

    Yani çoğu diyalog çeviri Türkçesi dediğimiz şekilde yazılmış. Ä°nandırıcı gelmediği için de ilgisi kayboluyor okurun. Bir diğer konu öykünün temposunun sonda hızlanıp sanki tür değiştirmesi. Mistisizm bir anda çok artmış ve konu çabuk kapanmış gibi geldi bana.

    İzlenimlerim bu şekilde. :+1: Umarım yardımcı olabilmişimdir.

  2. Dönütleriniz için çok teşekkür ediyorum. Öykü, roman; genel anlamıyla sanat ürünlerine dair izlenimler tartışmaya açık, öznel görüşlerdir. Örneğin ben “Bu da nedir?” sözünü günlük yaşamımda kullanırım, fakat bu, diyaloğun doğallığına dair kesin bir ipucu vermiyor. Diyalogların çeviri gibi durması da bu bağlamda görülebilir. Fakat gerçek olan şu; bu hikaye öykü türü için pek uygun değil. Bolca soru işareti, hikayenin akışında büyük boşluklar, vesaire. Belki 70-90 bin kelimelik bir roman olabilir. Tekrar teşekkürler, sevgiler.

Söyleyeceklerin mi var? Kayıp Rıhtım Forum'da yorum yap.

Yorum Yapanlar

Avatar for ulu.kasvet Avatar for Kemal_Sinan_Ozmen