“İnsan bilebileceği tek şey olan kendisiyle yetinmelidir.”
Sofist düşünür Protagoras
İnsan eylemlerinin neden ve sonuçlarının bilinebilirliği kısıtlıdır. İnsan kimi zaman önünü arkasını düşünerek karar verirken kimi zamansa umursamaz bir tavırla hareket eder. Bu umursamazlık hali, manası bir türlü kavranamayacak dünya âleminin belirsizliğinde çok da mantıksız olmayabilir. İnce eleyip sık dokuyarak, uzun muhakeme süreçleri sonunda verilen kararlar; nihayetinde beklenilen olasılıkların dışında sonuçlar verebilir. İşte kararsızlık, belirsizlik, manasızlık gibi türlü hallerin eşliğinde; uzun boylu, atletik olmayan zayıf bir bedenle, içten pazarlıklı yapısı sakallarını kirletmiş bir adam uçak yolculuğundaydı. Sergen Kurgancı, ciddi bir araştırma yapacak olan bir ekibin üyesi olmak için içinde şüphe ile karışık heyecan taşıyordu.
Mikerinos Piramidi. Tarihçi, Mısır bilimci, arkeolog, antropolog ve muhtelif mesleklerden oluşan bir grup; Gize’deki ünlü piramitlerin en küçüğünün incelemesini yapmak için toplanmıştı. Uykusuz geceler ve eğlencesiz gündüzler, okumaktan oluşan baş ağrıları ve tartışmalardan gelen sinir harpleriyle dolu günler geride kalmıştı. Akademik toplantı ve konferanslar, bürokratik ve siyasi engeller derken artık her şey hazırlanmış, bu nicelik olarak küçük fakat nitelik olarak oldukça yüksek ehemmiyette -uluslararası bilim insanlarından mürekkep- grup işe koyulmuştu. Tüm prosedür halledilip, planlar yapıldıktan sonra nihayet içeriye girme vakti gelmişti. Aralarında Türk arkeolog Sergen Kurgancı’nın da bulunduğu yedi kişilik bir grup öncü olarak, tarihin bu mistik, estetik ve antik yapısının içine doğru ilerlemeye başladılar.
İçerisi zifiri karanlık, yerleri ve duvarları toz toprak koridorlarda ilerlerken yavaş ve temkinli adım atmak gerekiyordu. El fenerleri açılmış, insanın içini karartan bu yolda ilerlemeye çalışıyorlardı. İnişli çıkışlı yerlerde dengelerini korumaya çalışıyorlar, giderek darlaşan koridorlarda nefes darlığı yaşamamaya uğraşıyorlardı. Kireçtaşı duvarlarda ritüel büyülerinin esintileri hissedilen süslemeler, kerpiç tuğlaların üzerinde ululama ve duaların sesi duyulan yazıtlar vardı. İlerlemesi oldukça zor olan koridorların içinde, zaman mefhumu herkes için takip edilmesi mümkün olmayan bir hal aldı. Yollarına devam ederken yukarı doğru değil fakat aşağıya doğru gittiklerini fark ettiler. Diğer kardeşlerinin aksine bu piramitte defin odası aşağıda olmalıydı. Daha hedeflerine varmadan oldukça bilgi elde ediyorlar, yer yer durup inceleme yapıp notlar alıyorlardı.
Nihayet yılan gibi kıvrılan, elektrik gibi dalgalanan koridorların sonunda defin odasına vardılar. Temkinli bir şekilde içeriye girdiler. Bir şeylerin yolunda olmadığı hissi Sergen’in tüylerini dikenleştiriyordu. İçeriye girdiklerinde gördükleri manzara karşısında anlık bir şok yaşadılar. Üç ceset vardı. Sonuçta burası mezar odası, tabi cesetler olacaktı. Fakat durum öyle değildi. Bu bedenlerin ruhları tarafından terk edilişi en fazla birkaç günlüktü, birkaç bin yıllık değil. Hal böyle olunca kılıç yerine kalem erbabı olan grubun içinde panik başladı. Ne yapmaları gerektiği, neler olduğu, hayatlarının tehlikede olup olmadığı üzerine yapılan ateşli ve kısa tartışmalar neticesinde; grupta eli silah tutan ve grubun korumasını üstlenmiş David isimli İrlandalı asker kontrolü devraldı.
– Burada neler döndüğü hakkında net bir bilgimiz yok. Cesetlerden gördüğümüz kadarıyla bunlar mezar hırsızları. Odadaki değerli eşyaları almışlar fakat kaçamamışlar. Sebebini bilmiyoruz, bir tür zehir olabilir. Yapılacak en mantıklı şey geldiğimiz gibi dışarı çıkmak ve daha profesyonel bir ekibin yerimizi almasını söylemek. Yürüyün!
Bu maskülen ve korkunç görünüşlü herifin tok sesi, kimseyi tereddüt içinde kalmadan harekete zorladı. Hızlıca toparlanıp tekrar geldikleri yoldan dönüşe başladılar. Sergen hariç. Grubun en arkasından onları takip etmeye başlamışken henüz yolun başında, çaktırmadan mesafeyi açarak gruptan koptu. Odaya geri döndüğünde aklında tek bir soru vardı. “Ne çaldılar?” Odaya tekrar girdiğinde daha dikkatli baktı. Defin odası daha pahalı ve işlenmesi daha zor olan granitle kaplanmıştı. İçlerinde, üzerine hiyeroglif yazıları olan papirüsler bulunan birkaç sanduka vardı. Odanın ortasında tabut kapağı ahşaptan, bazalt bir lahit vardı. Etrafa dağılmış kemikler ve sargı parçaları bulunuyordu. Fazla oyalanmak istemedi. İçinde bir tedirginlik vardı. Hızlı hareket edip hırsızlardan birinin çantasını aldı. İçinde değerli görünenlerin yanı sıra beş para etmez gözüken eşyalar vardı. Neden sonra gözü birine takıldı. Küçük ama parlak nesneyi hemen avucuna aldı. Bir yüzünde Horus’un gözü, diğer yüzünde bir firavun figürü bulanan madeni bir paraydı. Üzerindeki toprak temizlenilmeye çalışılmış olsa da, oymaların derinleştiği yerlerde öbek öbek kalmıştı.
Parayı cebine attı ve çıkmaya karar verdi. Ayağa kalktığı gibi başı döndü. Dengesini kaybedip yere kapaklandı. Neler olduğunu birkaç saniyelik gecikmeyle idrak edebildi. Deprem oluyordu. Bir mezar odası ona mezar olacaktı. Korkudan titremeye, soğuk soğuk terlemeye başladı. Koca piramit başına yıkılacaktı. Etraf toz duman olmuş, göz gözü görmüyordu. Dayanıksız parçalar bağlı oldukları taşları terk edip tok seslerle yere düşüyordu. Gözlerini kapatıp kaderini kabullendi. Açgözlülüğü yüzünden yüzleşeceği ölümü beklerken hiçbir şey olmadığını fark etti. Deprem durdu. Yavaşça ayağa kalktı. Gözlerini açtı. Karşısındaki görüntünün korkunçluğu ile kesik bir şekilde inledi. Dizlerinin bağı çözüldü. Kendini yerde buldu. Hemen önünde boyu iki metreden de fazla, geniş omuzları ve kaslı bedeninin üzerinde çakal kafası bulunan bir yaratık vardı. Bedeninin etrafında siyah haleler dolaşıyordu. Elinde ucu çengelli uzun bir asa vardı. Sergen neler olduğunu kavrayamıyordu. Neden sonra içinde bir sakinlik ve dinginlik duygusuyla, sağlıklı düşünceler üretebildiğini fark etti. Sanki vahiy alıyor gibiydi. Karşısındaki bu ilahi yaratık Anubis idi ve oraya Sergen’in hırsızlığı yüzünden gelmişti. Kurtulmak için kendini aklaması gerekiyordu.
– Ben… ben çalmadım.
– Eylemlerinin sorumluluğunu almak hiçbir zaman insanlara ait bir davranış olmamıştı. Görüyorum ki bu durum değişmemiş. Neden sana ait olmayanı aldın?
– Ben değil… yani aldım. Evet ama asıl hırsızlar bunlar. Ben… ben suçlu değilim.
– Suçlu olmasaydın, ben burada olmazdım. Bir ölüye ait olana el koydun. Hakkın olmayana sahip olmaya niyetlendin. Saygısızlık eğer yapan kişi, yapılan kişi tarafından affedilirse sorun teşkil etmez. Ölüler affetmez, edemez. Bu yüzden ölülere saygısızlık aynı zamanda haksızlıktır. Cezalandırılacaksın.
– Öldürecek misin beni?
Çakal başlı Anubis cevap vereceği sırada, odanın diğer köşesinde bir ışık huzmesi peyda oldu. Ani bir şiddetle parlayıp sonra azalan ışığın içinden İbis kuşu kafalı zayıf fakat atletik bedenli birisi çıktı. Elinde parşömenler ve kalemler vardı. Gelen Thoth’tu ve Sergen ilahi bir kavrayışla buna vakıf oldu.
– Ölülerin varlığından söz edebilir misin Anubis? Var olmayan şeylere nasıl saygı duyulur?
– Sen bu işe karışma Thoth, süslü ve zehirli sözlerinin bana tesiri yok. Bu zavallı bir ölüye saygısızlık etti ve cezasını çekmeli. Senin dâhiliyeni gerektiren bir durum yok.
– Öyle mi dersin? Var olan her şey bilgidir ve bilginin kaydedilmesi gerekir. Benim burada olmam hem gerçekleşen tarihi bir olayın kaydını yapmak hem de masum bir zavallının ilahi yargıyla idam edilmesine mani olmaktır.
– Masum mu? Sence bu masum mu? Hırsızlık ne zamandan beridir Tanrılar katında hükümsüzdür?
– Yaptığı şeyin hırsızlık olduğuna kanaat getirmek, aceleci ve sağduyusuz bir karar olur. Şu madeni para ölülerinin ne işine yarayacaktı? İşlevselliğini kaybetmiş bir eşyanın el değiştirmesi hırsızlık mıdır, yoksa amacını yerine getirmesi için bir araç mı?
– Kötülüğün müdafaasını yapmak her zaman için adaleti tesis etmekten daha zordur. Senin gibi bilge bir kişiliğin böyle bir zavallı için oyunlar oynamaya kalkması içler acısı. Git buradan ve bu gereksiz tartışmayı sürdürme.
Tanrıların arasındaki bu çekişme devam ederken bir başka gürültü ve ışık patlaması oldu. Başının üzerinde bir çift boynuzun ortasına kondurulmuş güneş şeklinde bir taç bulunan, kollarının altından parlak tüylerden oluşan kanatlar bulunan İsis ve ona neredeyse tıpatıp benzeyen fakat taban tabana zıt bir hissiyat yayan, gözlerinden kötülük akan bir kadın Neftis, birbirinin peşi sıra odada belirdi.
– Neftis: Görüyorum ki siz erkekler nasıl eğleneceğinizi biliyorsunuz. Haydi, şu aciz yaratığın ruhunu köhnemiş et parçası bedeninden ayıralım.
– İsis: Senin gibi birinden de daha fazlası beklenemezdi. Masum bir cana kıymak en aşağılık davranışlardan daha beterdir.
– Anubis: Burası haddinden fazla kalabalıklaştı. Sizin burada işiniz ne? Sırf bu pis yaratık için tanrıların münakaşaya girmesini tahayyül edemiyorum!
– Neftis: Ben senin yanındayım Anubis. Sana destek olmaya geldim. Ölüm varlık âleminde en kutsal şeydir. Ölümün ilişiği bulunan her şeye saygı duyulmalıdır.
– İsis: Ne ölüme ne de ölülere saygısızlık söz konusu değil! Yargılamanızın körelmiş olması ihtimali ile size doğruyu göstermeye çalışıyoruz sadece.
– Thoth: Herkes sakin olsun! Bir tanrıya yakışır şekilde hareket etmenizi salık vermek mecburiyetinde olduğumu düşünmüyorum. Ayrıca vicdanlarınızın ve muhakemenizin bir masumu kıyıma götüreceği ihtimalini de düşünemiyorum.
– Anubis: Yeter! Bu nasıl bir saçmalık? Sizlerin hiç mi işi kalmadı da yeryüzüne aciz bir yaratığın hayatını müdafaa etmeye geldiniz? Buna daha fazla devam etmeyeceğim! Sen, suçlusun! Cezanı çekeceksin!
Sergen’in bedeni korku dolu bir titremeyle kendinden geçiyor, gözyaşları ruhun bedeni terk etmesi gibi gözlerini terk ediyordu. Bu ilahi kudret karşısında konuşacak gücü kendisinde bulamıyor. Söylenenlerin ve gerçekleşenlerin ardında ilahi bir destek olmasa kavrayabilir miydi emin olamıyordu. Yaşamı elinde bir saç telini ikiye bölecek keskinlikte satır olan bir kasabın vicdanına kalmış kurbanlık gibi bekliyordu. Çaresizliğin ve bilinmezliğin pençesinde, ruhunun çektiği ızdırabın en yüksek merhalesinde, öncekilerde çok daha şiddetli bir parıltı ve gürültü meydana geldi. Sergen olduğu yerde son nefesini verecekti. Gözlerini açtığında karşısında diğer Tanrılara göre çok daha heybetli bir görüntüsü olan; bir elinde ucundan püsküller sarkan sopa, diğerinde is ucu eğimli bir küçük asa olan Osiris vardı.
– Bu rezillik yeter! Ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Kendinizi insanların seviyesine nasıl düşürürsünüz?
– .
– Osiris…
– Dinle…
– Kesin sesinizi! Seth’in ordularına karşı içinde olduğum savaş yetmiyor, bir de bunlarla mı uğraşacağım? Bu işe hemen son veriyorum!
Osiris, Sergen’e döndü ve en başından beri ilk defa onu muhatap alan biri oldu. Ayağa kalktı. Olayları kavramasını sağlayan aynı ilahi güç onun doğrulmasını ve konuşmasını sağlıyordu. Sergen’in havsalasının kat be kat üzerinde gerçekleşen bu ilahi mahkeme nihayetine eriyordu. Osiris sordu, Sergen yanıtladı.
– Neden aldın?
– Satarsam iyi para edeceğini düşündüm.
– Sana ait olmadığını biliyordun.
– Evet fakat kimsenin işine yaramamasındansa bana faydası olsun istedim.
– Yaptığının yanlış olduğunu biliyor muydun yoksa farkında olmadan mı yaptın?
– Kimseye zararı olmadığını düşündüm. Sonuçta burada kimsenin işine yaramıyordu. Hırsızlığın yanlış olduğunu tabi ki biliyorum, bunu hırsızlık olarak düşünmedim. Sonucunun böyle olacağını bilemedim.
– Bilmediğiniz şeyleri yapmaktan neden vazgeçmiyorsunuz? Kendinle neden yetinemedin, neden daha fazlasını istedin? Sizler acınası durumdasınız. Fakat umarım ki bir gün değişeceksiniz.
Anubis’e döndü başıyla bir hareket yaptı. Çakal başlı tanrı asasını kaldırıp yere vurdu. Gürültü ve toz bulutu eşliğinde yerdeki taşların içinden; cilasını parıltılar saçacak kadar iyi tutmuş, yer yer kahve ve siyah birbirine karışmış, adaletin şüpheli doğasını yansıtan abanoz bir terazi meydana geldi. Anubis ağır adımlarla Sergen’e doğru ilerleyip ani bir hareketle elini göğüs kafesinden içeri soktu. Kalbini dışarı çıkardı. Sergen hâlâ yaşıyordu. Göğsü parçalanmış kalbi Anubis’in avucundaydı. Yargısı bitmeden ölmeyecekti. Thoth karısının, adalet tanrıçası Ma’at’ın, tacında taşıdığı tüyü Anubis’e verdi. Adaletin kendisi odada yoktu. Hüküm her zamanki gibi üzerine vazife olmayanlar tarafından verilecekti. Terazinin bir kefesine tüy diğer kefesine kalp konuldu. Sergen’in kaderi, kalbinin tüy karşısındaki hafifliği yahut ağırlığına göre değerlendirilecek; ya masumluğu ispatlanacak ya da suçlu bulunacaktı. Sonuçlarını düşünmeden hareket etti ve işler bu noktaya geldi. Bilinemezliğin içinde kendine bir yer edindi. Kendiyle yetinmedi, açgözlülüğünün sonucunda tahayyül edilemez bir kaderle yüzleşti. Mana âleminde tutarsızlık, mantıksızlık, belirsizlik yoldaşlarıyla bilinemezliğe doğru kürek çekti.
klasik ama akıcı. açıkçası ben de piramidi direk ilk aklıma gelen görüntü üzerine yoğunlaşıp işlediğimden klasik olması benim için eleştirilemez bir durum bu sebeple akıcı olması ve cümle/anlatım düzgünlüğü ile benim açımdan beğenilir bir hikaye okudum.
yalnızca girizgah bölümü -açgözlülüğü belirtmek adına sanırım- uzun geldi bana. doğrudan keşif ekibi labirentin içine girebilirdi. yasal süreçler, toplantılar vs. gibi bir giriş roman ya da uzun hikaye türünde gerekli bana göre.
elinize sağlık.
Evet klasik fakat gerçekten oldukça akıcıydı. Elinize sağlık